• Sonuç bulunamadı

Toplumsal Niteliğiyle Sürgün

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 135-139)

1.5. ESERLERİ

2.1.5. Toplumsal Niteliğiyle Sürgün

Özlü anlatılarında sürgün izleği sadece öznenin ülkesinden uzaklaşmasıyla belirmez; karakterler, kimi zaman kendi ülkesinde de sürgünün çeşitli görüngülerini yaşar. Bir Beyoğlu Düşü’nde anlatıcı ben, bir yaşam biçimine dönüşen sürgününün kısa tarihçesini sunar: “Buydu işte gençlik hikayem! (…) kısa bir süre tutuklu kaldım, ardından, birkaç kez daha birkaç günlüğüne tutuklanıp bırakıldım. Sonra da sonsuzca bir başıma bırakıldım. Sürgünlere gittim sonraları. Yaşım iyice ilerlemeye başladığında da zorunlu olarak uzaklaştım o kentten. İstanbul’dan” (Özlü, 2011a:50). Gençlik hikayesini sürgün üzerine konumlandıran anlatıcı özne, kendi ülkesinde yaşadığı olaylarla da sürgün olduğunu ifade eder. Kısa bir süre tutuklu kalan, ardından birkaç kez daha tutuklanıp bırakılan başkişi; toplumsal kaosun, baskı ve otoritenin içerisinden ‘tek başınalığa’ sürülür. Hangisinin daha kötü olduğunu sorgulayan öznenin “bir başıma bırakıldım” ifadesiyle vurguladığı sosyal ve politik tecrit, yıpratıcı bir etkiyle belirir. Nitekim ‘bir başına’lık durumu, öznenin kendi iradesiyle değil; bir otoritenin varlığı ile şekillenirken ‘bırakıldım’ sözü, edilgen bir konuma itilen öznenin üzerindeki baskının görüntüsünü sunar. Sonrasında ise ‘zorunlu olarak uzaklaştığı’ kent/İstanbul, uzun yıllar sürecek ruhsal sancıların sebebi olur.

Yazarın Dalgalar romanında subaylık hakkı elinden alınan özne, ‘dağlık bir sonsuzluk’ olarak tanımladığı Doğu Anadolu’ya sürülür. Askerliğini Muş’ta yapan Demir Özlü’nün hayatından özyaşamsal öğeler taşıyan romanda, Doğu Anadolu’daki askerlik dönemi sürgün olarak anlatılır:

“İnsan subaylık hakkı elinden alınır da buraya sürülürse elbette başı döner” dedi.

(…) Dağlık bir sonsuzluk: Doğu Anadolu. (…) Karla örtülü sonsuz bir sessizlik. İnsana dünyanın neresinde olduğunu unutturan kar renginde buğulu bir gökyüzü. Ovada bir tek belirgin bir çizgi bile yok. Çılgınlığı çağıran bir ayrı- düşmenin kasabası burası” (Özlü,

2006:70).

Özne’nin mekâna gelişi haksızlıkla beliren bir uygulama ile başlar. Subaylık hakkı elinden alınan başkişinin ‘mecburi hizmetini’ yapmak üzere bir doğu kentine gönderilmesiyle başlayan askerlik; imkânsızlık/ıssızlık, yalnızlık ve yabancılık duygularının belirmesiyle sürgüne dönüşür. Olanaksızlıklarla kuşatılmış yabancı bir mekânda bulunmanın zorunluluğu, özneyi içsel çatışmaya iter. Romanda, uzamın gerçekliğine ayak uyduramayan bireyin görüntüsü ‘baş dönmesi’yle verilir. Doğu’nun olanaksızlığı, karlarla kaplı sınırsız bir dağlık ve ıssızlık öznenin başını döndürür. O varlığını mekân’a konumlandıramaz.

Öznenin bulunduğu dağlık alanda, sosyal ve fiziksel şartların olumsuzluğu kar ile sembolize edilir. Sessizlik imgesiyle bütünleşik bir tarzda beliren kar, “bireysel yaşamı yok edici, toplumsal atılımları engelleyici bir tehdit objesidir” (Deveci, 2012:396). Kar’ın yaşamsal tüm sesleri yuttuğu, her şeyi örttüğü bu mekânda, ölüm’ü andıran bir sessizliğin tüm coğrafyaya hâkim olması özneyi, yaşamdan ziyade ölüme yakın kılar. Varoluşun tehdit edildiği ve dış dünya ile iletişiminin kesildiği bu mekâna atılmışlığını duyumsayan özne, fiziksel sürgünün yanı sıra içsel sürgünü de yaşar. ‘Tek belirgin bir çizginin olmadığı’ mekânda gökyüzünün ‘kar rengindeki buğulu’ hali, mekânın kasvet verici görüntüsünü çizer.

Özlü eserlerinde sürgün, kimi zaman toplumsal nitelikli olaylar yelpazesiyle verilir. Demir Özlü, “Prens Sabahattin Bey” öyküsünde geçmiş ve şimdiyi bir araya getirerek Osmanlı torunlarından Prens Sabahattin Bey ile hayali bir mülakat yapar.

1878-1948 yıllarında yaşayan Prens Sabahattin; Sultan Abdülmecid’in torunu, II. Abdülhamid’in yeğeni, Seniha Sultan ve Damad Mahmud Celâleddin’in çocuğudur. “Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü felâketlere, ancak yurt dışında yürütülecek bir mücadeleyle çare bulunabileceği düşüncesini benimser. Ailevî bir mesele yüzünden babasının padişahla arasının açılması üzerine babası ve kardeşi Lutfullah’la birlikte Paris’e kaçar. II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine diğer yönetim muhalifleriyle birlikte o da İstanbul’a döner. Balkan Savaşı sırasında Sultan Reşad’a hitaben yazdığı bir makalede düşmanın dışarıda değil toplumsal yapımızda olduğunu vurgulayarak tembelliğin ve merkeziyetçi yönetimin Osmanlı Devleti’ni yok edeceğini açıkça dile getirir. Gerek bu

yazısı gerekse Mahmud Şevket Paşa suikastına adının karışması yüzünden tekrar tutuklanır, serbest kalınca Paris’e kaçar (1913). 1919’da I. Dünya Savaşının ve İttihat ve Terakkî yönetiminin sona ermesi üzerine İstanbul’a döner. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından Osmanlı hânedanı mensuplarını sınır dışı eden kanunun yürürlüğe girmesiyle bir daha geri dönmemek üzere yurt dışına çıkmak zorunda kalır (1924). Hayatının son yılları İsviçre’de yoksulluk içinde geçen Prens, 30 Haziran 1948’de İsviçre’nin Neuchâtel kasabasına yakın bir köyde vefat eder. Prens Sabahattin, liberalizmi savunan bir fikir adamı, Ziya Gökalp tarafından benimsenen Durkheim’in toplumculuğuna karşı daha çok Le Play ekolünün ve özellikle bu ekolden Edmond Demolins’in savunduğu ferdiyetçi anlayışı Türkiye’de geliştirmeye çalışan bir sosyolog olarak tanınmaktadır (Uçman, 2007: 341).

“Prens Sabahattin Bey” öyküsünde, anlatıcı özne bir gece uyandığında yatağının ucunda oturan Prens Sabahattin’i görür. “Sırtında siyah bir giysi” ile “gözleri pencereye doğru çevrili” olan Prens, “Hayatımın otuz sekiz yılı sürgünde geçti” (Özlü, 2012:670) ifadesiyle yaşadığı ayrılıktan bahseder: “Evet. Gençtim ve yenilik düşünceleriyle doluydum. Babamı da hemen hemen ben ikna ettim yurt dışına çıkmaya. Dayım sultanın despotizmine başkaldırmıştım” (Özlü, 2012:671). Albert Camus tarafından “ahlaki bir eylem” (1995:21) olarak nitelendirilen ve sürgünün de temelini oluşturan başkaldırı, bireyin tüm anlamsız/saçma olanı reddedip buna karşılık doğru olduğuna inandığı değerleri savunmasıdır. Ontolojik bütünlüğünü oluşturmuş bireyin kendilik değerleri ile var olan dünya düzeninin değerleri arasında beliren çatışma, özneyi saçma/absürt olanla karşı karşıya getirir ve başkaldırı, bu saçma’ya yönelik hayır söylemiyle şekillenir. Birey, verilmiş olana boyun eğmez; oluşturduğu/inandığı değerlerle, yazgısallığa teslim olmak yerine yaşama müdahale etmeyi, düşüncesini savunmayı seçer. Otorite ile çatışan öznenin inandığı değerleri savunmasıyla gelen başkaldırı ise iktidar ile özneyi karşı karşıya getirir. Gücünü kaybetmek istemeyen iktidar, özneyi pasifleştirmek amacıyla türlü yaptırımlar uygular. Bu doğrultuda özne kimi zaman, daha iyi mücadele edebilmek için gönüllü sürgünü seçmek durumunda kalır.

Öyküde otorite ile çatışan ve yenilik düşüncelerini savunan özne despotizme başkaldırır. Prens’in daha iyi mücadele edebilme arzusuyla başlayan gönüllü sürgünü ise, sonraki yıllarda dönüşü olanaksız, ebedi bir sürgüne dönüşür. Prens ile aynı kaderi paylaşan anlatıcı özne, onunla konuşurken bir nevi kendi iç dünyasının sancılarını yansıtır: “Siz

Prens Sabahattin Bey, ölünceye kadar sürgünde kaldınız. Colombier köyünde, unutuluş içinde” (Özlü, 2012:684). Unutulma’nın öznenin anlamlı varoluş’u için bir tehdit oluşturması, onu endişe ve acının ortasına iter. Sürgün Prens’in dünyanın öte yerindeki bir köyde, unutuluş içinde yaşamının sonuna dek kalması, anlatıcıyı hüzünle karışık bir isyana sürükler.

Sürgünün ülkesiyle olan tüm uzaklığına ve unutulma tehlikesine rağmen anlatıcının Prens’e söyledikleri umut doludur: “Sizin hep sürgünde olduğunuzu biliyorum Prens Sabahattin Bey. Bütün sürgünler gibi ölmediğiniz de. İstanbul’da yetişmeye başlayan, biraz biraz düşünmeye alışan çocukların dünyasına, hep sürgünlerin gölgesi vurur. Onların sürgünde olanların gölgesi” (Özlü, 2012:684). Sürgünde ölenlerin aslında hep yaşadığını söyleyen başkişi, varlığı maddi bir form olan bedene hapsetmez. O, fikirleri, karakterleri ve tinsel varlıklarıyla her daim yaşadığını düşündüğü sürgünlerin kendi ülkelerinde, düşünen bireyler üzerinde de etkili olduğunu ifade ederek geleceğe yönelik ümidi, içinde saklı tutar.

Kendi öyküsünü, toplumsal nitelikli bazı olayları ve içindeki ayrılık acısını başkişi ile paylaşan Prens, “o ülke, istediğim düzeye gelene değin bitmeyecek” (Özlü, 2012:684) dediği sürgününün ancak ülkesinin ileri, demokratik ve medeni bir topluma/uygarlığa dönüştüğünü gördüğünde biteceğini ifade eder. Yabancı bir coğrafyada ölerek yurduyla ebedi bir ayrılığa mahkûm olan bu acılı ruh’un ıstırabı, ülkesinde düşünsel anlamda gerçekleşecek bir ilerleme ile son bulacaktır. Bu durum ise bedeni azat olmasına rağmen, ruh sürgünlüğü bitmemiş aydınların yüklendiği toplumsal misyona gönderme yapmasının yanı sıra Türk aydınının ülkesiyle ilgili yaşadığı ruhsal sancılara işaret eder.

Sonuç olarak Demir Özlü anlatılarında, sürgün izleği belirgin bir yer tutar. Kendisi de bir sürgün olan yazar, yurdundan ayrı kalmanın sancısını eserleri aracılığıyla dile getirir. O, romanları aracılığıyla, ülkesiyle soğuk, politik ve ideolojik bir söylemin ötesinde insani bir ilişki kurar. Onun eserlerinde çoğu kez özyaşamsal öğelerle sentez bir biçimde varlık kazanan sürgün; başkaldırı, yabancılaşma, yalnızlık, kimlik sorunsalı, aidiyet ve özlem etrafında şekillenir. Onun eserlerinde sürgündeki bireyin varoluş mücadelesi, ait olmadığı bir mekânda kendini kurma ve uzak kaldığı kendilik değerlerine tutunma çabası görülür. Karakterler, yabancı bir coğrafyada kimliğini korumak için ‘geçmiş’i/anıları, ana dili/yazını, gezinti ve seyahatleri’ bir sığınak olarak görür ve geri dönüşün umudunu hep

korur. Kimi zaman mitsel karakterlerle anlatılan sürgün, kimi zaman acı ve isyan söylemleriyle varlık kazanır.

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 135-139)