• Sonuç bulunamadı

TOPLUM MÜHENDİSİ OLARAK DEMİR ÖZLÜ

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 51-60)

Toplumun düşünce ve bilgi kanadını oluşturan aydınlar; yaşadıkları çağ ile ilgili gözlemler yaparak geçmiş-şimdi-gelecek bütünselliği içerisinde sorunları tespit ve analiz etme, sorgulama, değerlendirme ve düşünce üretme gibi eylemleriyle topluma yön veren niteliğe sahiptirler. Onlar, yıllar sonra ortaya çıkabilecek sorunları önceden sezen ve bu doğrultuda toplumu uyaran birer öngörücüdürler. Sanatçı ve hukukçu kimliğinin yanı sıra topluma dair gözlemlerini bir sosyolog titizliği ile eserlerinde sunan Demir Özlü; çağın ötesini okuyabilen aydınlardan biridir. O; edebiyat, sosyoloji, ekonomi, politika gibi birçok alanda yaptığı tespit ve değerlendirmelerle yaşadığı çağa ayna tutar ve toplumun

gelişmesi, kalkınması, gelecek günlerin daha aydınlık olabilmesi için kalemini kullanır. Özlü’nün denemelerinde, yazılarında, bazen de güncelerinde çağını ve çağın ötesini yorumlayabilen, etrafındakileri uyarmak isteyen bir aydının çığlıkları duyulur.

Onun, eserlerinde üzerinde durduğu toplumsal konuların başında İstanbul gelir. İstanbul, Demir Özlü için gerek tarihi ve kültürel nitelikleri ile gerekse yaşanmışlıklarıyla özel bir yer tutar. Üç imparatorluğa başkentlik yapmış olan kent, kökleri çok eski tarihlere dayanan bir açık hava müzesi gibidir. Nitekim “İstanbul’da dolaşırken, bir küçük kilise, bir eski ya da son Osmanlı yapısı çıkıveriyor insanın karşısına. Bunca zenginlik, hemen hemen hiçbir kentte yoktur” (Özlü, 1991:107). Öte yandan Özlü’ye göre başlı başına bir kültür kenti olan İstanbul’da “Kazılar yapılma olanakları oldukça da alttan çıkacak pek çok şeyler var. Ayasofya’nın altında bile neler olduğunu bilmiyoruz” (Özlü, 1991:112). Bu bağlamda ona göre İstanbul sadece görünen çehresiyle değil, yerin altında kazılar yapıldıkça ortaya çıkacak görünmeyen yüzüyle de düşünülmelidir. Bu yüzden de yazar, İstanbul’a yönelik kazıların yapılması ve arttırılmasının medeniyet tarihi için büyük önem arz ettiğini ifade eder.

Kendisi için önemli bir yere sahip olan İstanbul’dan uzun süre ayrı kalan yazar, yıllar sonra geri döndüğünde, kentin yeni yüzü karşısında öfke ile karışık üzüntü duyar. Nitekim karşılaştığı yeni İstanbul, kimliğini kaybetmek üzere olan bir görüntü çizer. Bu durum karşısında Özlü, bir aydın bilinciyle susmak yerine konuşmayı tercih eder ve eserlerinde derin bir bağla bağlı olduğu İstanbul’a dair gözlemlerini, kentsel problemleri ve çözüm önerilerini dile getirir. Özlü’nün üzerinde durduğu problemlerin başında kentteki nüfus fazlalığı gelir. Artan nüfus ile birlikte kentin yeniden şekillendirilememesi ve bunun sonucunda köhne bir yapı kazanması, yazarı hüzünle beliren bir eleştiriye yöneltir. Ona göre İstanbul son dönemde, “daha bütünüyle imar edilmeden, yenilenmeden, bir kent olarak kendi bütünsel yaşamını sürekli kılamadan saldırıya uğramış, zapt edilmiş, işgal edilmiş bir kentten başka bir şey değildir” (Özlü, 1991:100). 90’lı yıllarda bu tespiti yapan ve bir an önce İstanbul’un artan nüfusa göre şekillendirilmesi ya da nüfus artışına bir çözüm bulunması gerektiğini söyleyen Özlü, öngörüsüyle İstanbul’un şu andaki problemlerine de gönderme yapar. 2017 verilerine göre 15 milyon nüfusa sahip İstanbul, dünyanın pek çok ülkesinden daha kalabalıktır. Gün geçtikçe artan nüfus, kentin demografik yapısında yarattığı birçok değişimle birlikte özkaynakların yetersizliği, ilerlemenin yavaşlaması gibi birçok ekonomik ve sosyal sorunu da beraberinde getirir.

Yazar, nüfus sorununa karşı sunulacak çözümün yanı sıra kentin altyapı olanakları, toplu taşımacılığı, mimari yapısı gibi özelliklerin yeniden düzenlenmesi ve yapılan düzenlemelerin, kentin çehresini ve kimliğini bozmayacak şekilde tasarlanması gerektiğini ifade eder. Ancak, nüfusun artmasıyla birlikte ortaya çıkan konut ihtiyacının kapitalizmle şekillenmesi, kentin de doğal çehresini kaybetmesine neden olur.

Özlü’nün üzerinde durduğu problemlerden bir diğeri, bir kültür kenti olan İstanbul’un; modern çağla birlikte kapitalistleşen dünyadan nasibini alması ve giderek kimliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmasıdır. Yaptığı gezintiler sırasında karşılaştığı İstanbul’un yeni görüntüsü için “Orwell’in 1984 romanına yakışabilecek böyle bir görünüşe, bugüne kadar gördüğüm hiçbir kentte rastlamadım.” (Özlü, 1991:117) diyen Özlü, distopik bir görüntü kazanan bu köklü şehrin coğrafi ve tarihi güzelliklerini kaybederek bir beton yığınına dönüşmesi karşısında üzüntü duyar. Artan ihtiyaçlar karşısında inşa edilen yeni konutların, yapılan iş merkezlerinin vs. kentin fiziksel, doğal ve tarihsel yapısıyla uyum içerisinde yapılması gerekliliğini savunur. “Son dönem Osmanlı yapıtları da, İstanbul’un arazi yapısı düşünülerek ölçüleri ona göre seçilerek yapılmıştır. Türkiye bütünüyle kapitalist olmaya giriştiğinden bu yana ise, bu kenti bozuyor, tahrib ediyor. Yeni kafalar bu kente estetik taşımadı” (Özlü, 1991:118). Bireyin kendine, çevresine, yaşama verdiği değerin bir göstergesi olan estetik algısı, kentleşme sürecinde büyük önem arz eder. Nitekim kentsel estetik, görselliğin ötesinde, mekân- insan ilişkisinde aidiyet hissini etkileyen, kişinin ruhsal doyumunu sağlayan ve ona özgür bir yaşama alanı sağlayan bir nitelik taşır.

Öte yandan kent estetiği; fiziksel çevre, doğal çevre ve tarihi doku arasındaki uyum ile belirir. Bu bağlamda kentsel yapılaşma, sadece insan ihtiyacı ya da ticari amaçlar doğrultusunda şekillenmemeli; arazi yapısı, doğal çevre, kentin tarihi dokusu ve kimliğini de kapsayan/ koruyan bir tutum içermelidir. Demir Özlü, kentsel planlamada bütünsel bir yaklaşımın benimsenmesi, kentlerin doğallığının, tarihi dokusunun, kimliğinin korunarak modern tasarımlarla oluşturulması gerektiğini ifade eder. Ne var ki İstanbul’daki yapılaşma ise estetikten yoksun, modernizmin uzağında bir görüntü çizer. Son dönem Osmanlı yapıtlarının bütüncül bir yaklaşımla yapıldığını ifade eden yazar, kapitalistleşme sürecinde bu durumun tersine bir akış olduğunu söyler.

Hızlı nüfus artışının yanı sıra kapitalizmin getirisi olan maddi kârın öncelenmesi, kentlerin yapısında toplumsal, kültürel ve mimari sorunlara yol açar. Salt konut ihtiyacının karşılanması ölçütüyle gelişen yapılaşmanın kontrolsüz bir şekilde artması, estetikten uzak bir görüntü oluşturmasının yanı sıra kentlerin tarihi ve doğal yapısını kaybetmesine ve bir beton yığınına dönüşmesine neden olur. İstanbul’un da böyle bir çizgide ilerlediğini ifade eden yazar, bu süreçte uygulanan kentsel politikaların yetersiz kalması, kontrolsüz kentleşme gibi etkenlerin yanı sıra toplumun bilinç eksikliğini de vurgular: “Halksa kendi içinde örgütlenerek hiçbir şey eklemedi bu kente. (…) Tarih içinde bir sivil toplumun oluşmamış olması, İstanbul’un dünkü viranlığının, bugünkü felaketlerinin toplumsal başlıca nedenleri arasındadır” (Özlü, 1991:118). Avrupa kentleriyle İstanbul’u karşılaştıran Özlü, İstanbul’un bugünkü görüntüsünün bir sorumlusu olarak da bilinçli bir örgütlenmeye varamamış olan kent sakinlerini görür:

“Avrupa kentlerini gezip gördükten sonra çok daha iyi anladım, bizde vatandaşın kentiyle ilgili hiçbir sorumluluk taşımadığını. Kentlerin bozulmasındaki payın Türkiye’deki ekonomik- toplumsal yapıyla ilgili olduğu kadar, gene o yapının bir parçası, daha çok kötü bir parçası olan insan öğesinin de aynı ölçüde katkıda bulunduğunu. Buna sadece kente yeni göçenler, caddeleri her yerinden geçenler, taşıtların önüne atlayanlar, kentin caddelerinde kırda dolaşır gibi dolaşanlar için söylemiyorum” (Özlü, 1991:95).

İnsanlığın yaratım sürecinin ürünü olan kentler, görselliğin ötesinde toplumun değer algısını, özsaygısını, gelişmişlik ve bilinç düzeyini de yansıtır. Başka bir deyişle, insan ruhunun sindiği, toplumsal hafızanın ve yüzyıllık birikimlerin meydana getirdiği bu mekânlar, içinde barındırdığı toplumun panoramasını çizer. Toplumun gelişmişlik düzeyini, yaşama üslubunu, değer yargılarını, estetik anlayışını, farkındalığını, yaşama olan saygısını ve hatta düşünsel zenginliğini kentlerde görmek mümkündür. Bu bağlamda caddeleri her yerinden geçen, taşıtların önüne atlayan, kentin caddelerinde kırda dolaşır gibi dolaşan, birlikte yaşama bilincinden ve üslubundan yoksun insanlardan oluşan kent, uygarlığın uzağında bir görüntü çizer.

Mekân-insan ilişkisinde mekânsal özellikler, aynı zamanda bireye nasıl davranması gerektiğini söyler ve onun davranış ölçüsünü belirler. Birey, mekân-davranış ilişkisini yorumlayamadığında mekânın sunduğu davranış kalıplarına aykırı bir tavır sergiler. Böyle bir durumda da uyumu bozma, toplum tarafından dışlanma durumu ile karşı karşıya kalır. Aykırı davranışların toplumu oluşturan büyük bir kesim tarafından sergilenmesi ise toplumsal kaosu beraberinde getirir. Toplumsal alanda, bireyin belirli bir davranış ölçüsü dahilinde hareket etmesi gerekir. Nitekim birlikte yaşam ve başkalarının varlık alanına

saygı duyma üzerine şekillenen davranış kalıpları, bir yandan toplumsal düzeni sağlarken diğer taraftan kent bilincinin temelini oluşturur. Bir medeniyet göstergesi olan bu bilincin yoksunluğu ise başkalarına, toplumsal yaşama, çevreye ve dünyaya karşı duyarsızlığın, benmerkezciliğin, daha da derinde birey olamamanın ifadesidir.

Toplumun ya da o toplumu oluşturan bireylerin birbirlerine ya da yaşadığı çevreye karşı davranışı, sahip olduğu değer algısıyla doğru orantılıdır. Değer algısını; saygı, sevgi ve emek kavramlarının getirdiği duyarlılığa göre oluşturmuş birey, “biz”in yarattığı “birlikte varlık” (Sartre, 2009:526) alanına göre davranır; yaşadığı topluma ve kente olumlu anlamda katkılar sunar. Bu durumun aksine birlikte varlık’ın farkındalığına ulaşamamış kişi ise toplumsal yaşamın bir parçası olma ve bireyleşme bilincinden uzak, sadece o toplumu oluşturan rakamsal değerlerden biri olarak var olur. Bu bağlamda kentlileşme bilincinin gelişmemesi, özünde varlık bilincinin/kendilik bilincinin de gelişmediğinin bir göstergesidir. Mekâna/çevreye karşı duyarsızlık sadece fiziksel çevreye yönelik bir tehdit değil, aynı zamanda bireyin ait olduğu medeniyete ve kendisine karşı da bir tehdittir. Bu nedenle kişi ve daha da genelde toplum; kent bilincine uygun olarak davranmak, yaşadığı kenti korumak, yaşamın anlamlı bir parçası haline getirmek zorundadır. Nitekim kentler, “insanların ruhlarını biçimlendirir. Yıkılan kentler de yırtılan ruhlar, köksüzleşen insanlar, itilimlerle dolu şaşkın beyinler yaratır” (Özlü, 1991:100).

Mekânın labirentleştiği, kaosu barındırdığı bir düzende insanlar, sağlıklı ve anlamlı bir yaşam sürmek yerine başıboş bir hayatın savrulan öznesi olurken; varoluşun uzağında beliren yaşama bilincine erişmemiş insanın da kendi varlığını konumlandırabileceği bir mekân/modern anlamda bir kent oluşturması mümkün değildir. Bu bağlamda modern çağda kapitalizmle değişen kentler, içinde bocalayan insanlar ortaya çıkarmış; bocalayan insan da yaşadığı kente sahip çıkamamış bir görünüm arz eder. Demir Özlü, mekân-insan ilişkisinden hareketle bireyin yaşadığı mekâna sahip çıkması gerekliliğini, hayati öneme sahip bir zorunluluk olarak yorumlar. Nitekim insan, dünya üzerinde gerek biyolojik gerekse ontolojik varlığını konumlandırabileceği kendi mekânını kurmak zorundadır. Mekân kurmak gibi yaşamsal bir hakkı başkalarına/bilhassa kapitalist zihniyete devrettiğinde ise sonuçlar sadece bireyin kendi felaketini değil tüm toplumun felaketini beraberinde getirir. Bu doğrultuda Özlü’ye göre toplum bilinçli bir şekilde hareket etmeli, eylemsellik göstermeli, sivil toplum örgütleri oluşturmalıdır. Toplumsal bilincin oluşabilmesi için öncelikle bireylerin bilinçlenmesi gerektiğini ifade eden yazar, öznel

tarihe sahip çıkmanın toplum bilincinin temelini oluşturduğunu ifade eder. İstanbul’da yaşayan çoğu insanın kendi bireysel tarihlerine sahip çıkmaması, köksüzlüğü tercih etmesi karşısında ise şaşkınlığa uğrar:

“İstanbul’da, Erenköy’de, Suadiye’de, Bostancı’da köşk, sahipleri, apartman-spekülasyon furyası karşısında köşklerini müteahhitlere vermekte hiç tereddüt etmediler. Kaç tanesinin “üç kat veriyorlar bana!” katların yarısı benim!” diye heyecanlı heyecanlı konuştuğuna tanık oldum. O kişilerin ne ailelerinin geçmişine, ne kendilerine, (insanın da bir tarihi vardır) ne mahallelerine, ne de içinde yaşadıkları kente bir saygıları vardı. Levent’te 1950’lerde yapılmış o iki buçuk katlı güzelim köşklerin çoğunu nasıl da kolayca devrettiler. (…) Siemens’in köşklerini sonsuzca gelecek kuşakları için yapmışlardır o yerleşme yerlerini. Toplumun geçirdiği onca çalkantıdan sonra gene onların ailelerinden birileri oturmaktadır o evlerde. Böyle bir aile soyu tükendiğinde ise o ev müze yapılır ya da başka bir kamusal amaç için kullanılır” (Özlü, 1991:119).

İstanbul’da, böyle bir kültürün gelişmediğini ve bunun aksine bir tutumun benimsendiğini gören Demir Özlü, insanların kendi öznel tarihlerini kapitalizme kurban etmelerine eleştiriyle yaklaşır. Maddi çıkar odaklı düşünen zihniyetin, kendisiyle birlikte yaşadığı çevreyi/ kenti, acısı yüzyıllar sürecek bir tehlikeye sürüklediğinin farkında olmadığını ifade eder. Gelecek odaklı düşünmeyen, pragmatik felsefeyi sadece maddi düzleme indirgeyen, pratikteki kâr-zarar ilişkisi doğrultusunda yaşadığı mekânı terk ederek gökdelenlerin inşasına izin veren zengin zümre, kentin beton yığınına dönüşmesine neden olur. Kapitalizmle üst üste yığılan evler ile birbirinden, yüksek binalarla doğadan kopan kent insanı yönsüzlüğe, köksüzlüğe ve yalıtık ilişkiler ağına doğru sürüklenir. Öte yandan, dünya üzerinde varlık göstermek isteyen insan, sadece bugünü/kendisini değil geleceğini/gelecek nesilleri de düşünmek, dolayısıyla atacağı tüm adımları bu doğrultuda planlamak zorundadır. Dünyanın sadece ben’e ait olmadığı gerçeği, bireyi tüm insanlığa ve canlılara karşı duyarlı olmaya davet eder. İnsan, doğaya ve diğer canlılara karşı sorumluluğunun gereğini yerine getirmek ve buna göre doğal çevresini bozmadan uyumun bir parçası olmak zorundadır. Bunun aksi bir davranış ise yine insanın/insanlığın kendisi için büyük problemlere neden olacak; dünya, üzerinde yaşayanlar için yaşanılması güç bir yere dönüşecektir.

İstanbul’daki kaotik büyümenin “Tarihsiz, kendi bireysel tarihine de inanamayan, köksüzleşmeyi modernleşme sanan bir halk(ın)” (Özlü, 1991:119) bilinçsizliği ile şekillendiğini ifade eden Özlü, Türk insanının içinde bulunduğu modernleşmenin sağlıklı bir biçimde anlaşılmadığının da altını çizer: “Modernizmimiz gerçek bir modernizm değildir. Köksüz ve kapmadır. Ve bütün bu dönemde çiftlik yönetenler, büyük kente biçim vermeye kalkışmışlardı” (Özlü, 1991:90). Pratikte Aydınlanma Çağı ile başlayan

modernizmin fikirsel temelleri Descartes’ın “Düşünüyorum o halde varım.” sözüne dayanır. Varoluşun temel imgesi olan düşünceye/akla dayanan modernizmin bizdeki yansıması Özlü’ye göre düşünsel altyapıdan uzak, sadece Batı’yı taklit esasına dayanan bir nitelik taşır; böyle bir yanılgı ise tüm ülkeyi felakete sürükleme potansiyelini içerisinde barındırır. Düşüncenin var edici gücünden uzak, herhangi bir hayal gücü ve idealizmi olmayan modernleşmemiş zihinler tarafından tasarlanan kentler, “herkesin sağlığının cömertçe harcandığı, insanların vakitlerinin yitirildiği, orta sınıfların eritildiği, insanlardaki yaratıcılık eğilimlerinin kurutulduğu bir yer” (Özlü, 1991:109) olarak ortaya çıkar.

Sağlıksız yapılaşma, kapitalizmle yitirilen şehir ruhu, nüfus fazlalığı gibi problemlerin yanı sıra Demir Özlü; kent trafiğinin, sağlık ve hava kirliliğinin de geleceğe yönelik bir tehdit olduğunu ifade eder. Özellikle İstanbul trafiğinin toplumsal hayatı felce uğrattığını, insan hayatından/zamanından çaldığını ve gittikçe daha büyük bir sorun haline geldiğini vurgulayan yazar, çözüm için gerekli altyapı hizmetlerinin yanı sıra toplu taşımacılığın gelişmesi gerektiğini ifade eder. Toplu taşımacılığın geliştirilmesinin, sadece yoğun trafiğe değil; aynı zamanda hava kirliliğine ve sağlık problemlerine karşı alınacak bir tedbir olduğunu ifade eder. Ancak, “1950’den sonra hiçbir hayal güçleri ve geniş perspektifli bir burjuvalaşma kültürleri olmadığı için toplu taşımacılığın” (Özlü, 1991:96) gelişmesine olanak tanımayan zihniyet nedeniyle, trafik sorunu da gün geçtikçe büyümüştür. Trafiğin yanı sıra insan hayatını tehdit eden hava kirliliği üzerinde duran yazar, bir yandan bu sorunlara acil çözüm bulunması gerektiğini ifade ederken diğer yandan böylesi önemli konular karşısında insanların tepkisizliğini eleştiri ve şaşkınlıkla karşılar: “Bu sorunlar hava kirliliği gibi, insan yaşamını tehdit eden boyutlara ulaştığına göre, durum elbette çok ciddidir. Ancak şaşılası bir dinamizm yoksunluğu, akıl almaz bir gelecek düşüncesinden yoksunluk içindedir bugünkü İstanbul” (Özlü, 1991:110). Kısır bir bireycilik, gelecek nesillere daha iyi bir dünya bırakma idealizminden ve birlikte yaşama bilincinden yoksunluk, toplumsal ve kentsel problemlerin çıkış noktasını oluştururken; bilinç eksikliği ile şekillenen eylemsizlik hali, şimdi’nin yanı sıra geleceği de kaosa gebe kılar. İstanbul’da yaşayanların, yaşamı tehdit eden ciddi problemler karşısındaki umursamazlığını, fikirsel dinamizmden yoksun oluşlarını eleştiriyle karşılayan Özlü, geleceğin ihmale kurban edilemeyecek kadar değerli olduğunu vurgular.

İnsanların içinde bulunduğu eylemsizlik hali, gelecek idealizminden yoksunluk, dar görüşlü bir bireyciliğin ürünü olarak belirir. Özlü’ye göre “Toplumsal, dahası cemaat gibi yaşamayı sevdiğimiz halde, çok derin, onulmaz dar görüşlü bir bireyciliğimiz(in) de” (Özlü, 1991:118) olması, sağlıklı anlamda bir bireyleşmeyi olduğu gibi toplumsallaşmayı da engeller. Nitekim sağlıklı bir toplum/toplumsallaşma; yaşama bilincine sahip bireylerin, birlikte yaşamanın gücü ve olumluluğundan dolayı bir araya gelmesiyle şekillenir. Kişinin kendini kitle içerisinde daha güvende hissetmesiyle oluşan yapı ise toplumdan/toplumsallaşmadan ziyade kitleleşme/cemaatleşme olarak yorumlanır. Kitleleşmeyi tetikleyen etken, birlikte yaşamanın hazzından ziyade sürüden ayrıl(a)mama psikolojisidir. Demir Özlü, Türk toplumunda dar görüşlü bireycilikle beliren kitleleşmeyi eleştirir; kitleleşme yerine birey olma farkındalığı üzerine temellenen ve uygarlığın göstergesi olan bilinçli toplumsallaşmanın gerekliliğini vurgular.

Özlü’nün topluma yönelik değerlendirmelerinden biri de cinsellik bağlamında belirir. Bir gün Beyoğlu’nda gezerken cinsel içerikli film oynatan bir sinemanın önündeki insan kalabalığının tüm sokağı kapatması, yazarı şaşkınlığa uğratır ve bu ilginin sebebi üzerine düşünmeye götürür. Cinsel eylemi, insan varoluşunu tamamlayan olumlu bir etkinlik olarak gören hatta “şiddete ve çocuklara yönelmeyen bir pornografide insan özgürleşmesinin bir parçasını da bulan” (Özlü, 1991: 96) Özlü, bir insanın tüm çıplaklığı ile -ruhuyla da vücuduyla da- görünebilmesi gerektiğine inanır. Buna karşın Türkiye’de seks filmlerine gösterilen ilginin koca bir caddeyi yaşanamaz hale getirecek kadar büyük olması karşısında şaşıran yazar, bu durumun sebebini toplumdaki çok boyutlu cinsel açlık olarak ifade eder. Günahkâr bir doğa ile özdeşleştirilen cinselliğin tabulaştırılan imajı ve baskılanan cinsel eylem, bireysel ve toplumsal nitelikli birçok sorunu beraberinde getirirken Türk toplumundaki cinsel açlığın da temel sebeplerinden biri olarak belirir. Çoğu Avrupa ülkesinde de bu tarz sinemaların olduğunu, hatta filmlerin kadın erkek birlikte izlenebildiğini ve insanların herhangi bir toplumsal baskı ya da ayıplanmaya maruz kalmadığını vurgulayan yazar, buna karşın seks filmlerine olan ilginin hiçbir zaman bir sokağı kapatacak kadar ileri boyuta gitmediğini ifade eder (Özlü, 1991:96). Değer algısını; özgürlük, saygı, bilinç, vefa gibi kavramlar üzerine inşa eden Özlü için “samimiyet” tüm değerlerin temelini oluşturur. Gönüllü sürgünlüğünün sebebini de samimiyet inancı olarak belirten yazar, eserlerinde bu olguyu bireyselden toplumsala

açılan bir yelpaze ile sunar. Toplumsal nitelikli “dini inanç” konusunda da “samimiyet” ilkesine dayanarak birtakım değerlendirmeler yapar.

Demir Özlü, herkesin inancına saygı gösterme eğilimini taşır. Ancak samimiyetten uzak, teşhircilik halini alan inanç gösterilerini de yanlış bulur. Farklı eğilimler etrafında ortaya çıkan çeşitli dinsel gruplara “Türkiye’nin düşünsel açıdan çoğulculaşması olarak bakan bazı düşünürleri” (Özlü, 1991:101) fazla iyimser değerlendirir. Özlü’ye göre tüm farklılıklar gibi inanç farklılığı ve çoğulluğu da özünde zenginliği ifade eder. Ancak fikirsel köksüzlük, tarihsel ve kültürel bir boyuttan yoksunluk etrafında şekillenen inanç ve düşünce çoğulluğu, bireye ve topluma derinlik kazandırmayan kuru bir taklitçiliği de

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 51-60)