• Sonuç bulunamadı

İthaka’ya Yolculuk

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 83-89)

1.5. ESERLERİ

1.5.2. Romanları

1.5.2.5. İthaka’ya Yolculuk

Özlü’nün, ilk bölümünü Berlin’de Hallanse’de bir kahvede yazmaya başladığı İthaka’ya Yolculuk, 1982’den 1996’ya uzanan uzun süre içerisinde kaleme alınır. Yazar, metne başladıktan sonra, Bir Beyoğlu Düşü, Berlin’de Sanrı, Kanallar, Tatlı Bir Eylül gibi kurgusal metinleri de yazıp yayımlar. Özlü, “İthaka’ya Yolculuk’un bir bölümünü yazdıktan sonra onun havasından çıkıyor, haftalar ya da aylar sonra gene dönüyordum aynı havaya.” (Özlü, 1996:214) diyerek romanın uzun bir sürecin ürünü olduğunu ifade eder. “Anlatım, ünlü Yunan ozanı Kavafis’in İthaka adlı şiiri üzerine kurulmuştur. Bölümlerde sık sık, edebiyatta sürgünün simgesi olmuş Ulysses’in o uzun İthaka’ya dönüş yolculuğuna göndermelerde bulunulur” (Özlü, 1996:214). Roman, sürgün dolayısıyla yurdundan ayrılmak zorunda kalan öznenin yaşadıkları üzerine kuruludur. Sürgününü

uzun bir yolculuk olarak gören karakter; yolculukta yaşadıklarını, özlemlerini, çatışmalarını anlatır.

“Fransız Yeni Roman’ı çevresinde eleştirmenlerle gazetecilerin yarattıkları bir deyimle bir ‘anti-roman’” (Özlü, 1996:213) olarak ifade edilen eser, söyleşi biçiminde yazılmıştır. Özlü, ‘ayrı düşme’ temasını anlatmak için en uygun biçim olarak gördüğü bu tarzı, Fransız yazar Pinget’tan etkilenerek oluşturduğunu ifade eder: “Karşılıklı konuşma ya da sorularla karşılıklar, benim 60’lı yıllar çevresinde hemen hemen bütününü okuduğum Fransız Yeni Roman’ın (Nouveau Roman) temsilcilerinden Robert Pinget’in L’Inquisitoire romanında vardı. Bu teknik Pinget’den geliyor desem, belki doğruyu söylemiş olurum. Fakat Pinget, bunu, bir cinayet olayının sorgulanması çevresinde kullanmıştı. Bense kendim anlatabilmek için kullandım” (Özlü, 1996:213). Özlü, “çok şeyi (anıları, nostaljiyi, yurdunu, yitirmişliği, yazarın ya da roman kahramanının içinde bulunduğu ortamla eşzamanlı anımsanan uzaktaki mekanları…) anlatmaya çalışırken” (2003b:104), kendisine daha iyi ifade etme olanağı tanıyacağını düşündüğü için bu tekniği kullanır.

Anlatımın mitsel öğelerle zenginleştirildiği eserde yazar, bir ben anlatımı oluşturur. Bu anlatımda ise Alman romantiklerinin etkisi vardır. Bunu yaparken “amacım saf bir yeni roman yazmak değil, kendi anlatmak istediklerimi anlatabilmekti. Bu yüzden de özel bir anlatım yükü, ilk bölümlerden başlayarak doluştu bu kitaba. Romantiklere değin uzanan bir ben anlatımı da” (2003b:104) diyen yazar, romanda “belirleyici olan(ın) yaşamsal yükün anlatılmasından çok, biçim(forme) yapı ve dil” (2003b:71) olduğunu ifade eder: “Dille anlatım özgürleşmek istemektedir bu kitaplarda, özgürleşmek isterken de belirleyici olmaktadır. Şahıs zamirleri de çeşitlenmektedir” (2003b:71). İzleksel anlamda sürgün üzerine kurgulanan roman, özyaşamsal unsurları da içerisinde taşır.

Romana ismini veren İthaka ise yazar için İstanbul’dur: “İthaka benim için temelde İstanbul’dur, İstanbul’un bağlı olduğum yerleri… Örneğin eski sinemalar bölümü. Kitabın son bölümlerini yazarken İthaka’nın bir de çocukluğumun geçtiği yerler, Burdur, Simav kasabası ve 18 yasımdan sonra sahip olduğum çalışma odaları olduğunu anladım. İthaka, geçmişimizden bizi çeken her yerdir, insanın kendi yurdu yani” (Alptekin, 1998:10). Kendi İthaka’sına ulaşamayan öznenin labirentleşen kentlerdeki görüntüsü öznenin yaşadığı ruhsal çatışmalarla desteklenir. Özlü, romandaki hiçbir yere çıkmayan

yollar imgesinin Heidegger'den geldiğini söyler. Heidegger'in Fransızcaya çevrilmiş bir kitabının adı, “Les Chemins qui ne m è nent nulles parts (Hiçbir Yere Ulaştırmayan Yollar)” dır (Öztürk, 2011).

1.5.2.6. Amerika 1954

Yazarın altıncı romanı olan Amerika 1954’ün ilk basımı, 2004 yılında İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yapılır. 2006’da ise İmge Kitabevi tarafından yayımlanır. Özlü, bu roman ile Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi Roman Ödülü’nü kazanır. Demir Özlü, roman için “eğlenerek, keyif alarak yazdım bu romanı. Daha önceki anlatılarım hep dramatik yapıdaydı, mesela kadınlar hep ölürdü, ölüme zorlanırlardı ya da intihar ederlerdi. “Amerika 1954” ile bunu kırmak istedim.” (Oylum, 2004:4) ifadelerin kullanır. Bu bağlamda roman; mutlu son ile bitmesi, olay örgüsünün belirgin bir nitelikte olması yönleriyle yazarın diğer romanlarından ayrılır.

Romanda başkarakter Harun, İstanbul’dan Amerika’ya giden genç bir yazardır. Amerika’ya yapılan yolculuk ile başlayan roman, geriye dönüşlerle karakterin geçmiş yaşantısı hakkında bilgiler verir. İstanbul’da hukuk eğitimi gören başkarakter, sınıf arkadaşı olan Demet ile ilişki kurar. Başlangıçta ailesinin uygun gördüğü başka birisi ile nişanlı olan Demet, sevmediğini anlayınca nişanlısından ayrılır ve Harun’a onu sevdiğini itiraf eder. Demet ile Harun arasında başlayan ilişki ise aileler tarafından pek onaylanmasa da ciddiyete dökülmesi için söz kesilir. İlişkilerini ailelerin nezaretinde yaşamaya başlayan çift, önceye nazaran daha az görüşmeye başlar. Kısa bir süre sonra Demet, babası tarafından oradaki şirkette çalışmak üzere Ankara’ya gönderilir. Mesafenin de etkisiyle Harun ile Demet arasındaki ilişki bir süre sonra biter. Doktor N.’nin sözünü hatırlayan başkarakter, ayrılığın etkisiyle de Amerika’ya gitme kararı alır, oraya gidip yazar olmayı hedefler. Amerika’ya gittikten sonra bir kafede çalışan Penelope adındaki genç bir kız ile tanışır; Penelope ile Dr. N’yi ziyaret eder. Varlıklı bir ailenin kızı olmasına rağmen çalışmayı seçen Penelope ile Harun arasında ilişki başlar. Penelope aracılığıyla Amerika’da bir arkadaş çevresi edinen Harun, yalnızlık duymaz. Bir barda tesadüfen tanıştığı Mr. Jack ile İstanbul paydası altında güzel bir dostluk kurar. Mr. Jack’in babası da İstanbul’da uzun yıllar kalmıştır.

Amerika’dayken yıllar önce buraya gelen Hidayet dayısını aramaya başlayan Harun, bu konuda Mr. Jack’ten yardım ister ve sonunda dayısına ulaşır. Amerika’da ayakkabı

mağazaları olan Hidayet, Harun’u tanımamasına rağmen büyük bir sıcaklıkla karşılar. Sık sık bir araya gelen ikili, eskilerden ve İstanbul’dan bahsederler. Penelope’nin fidye için kaçırılması üzerine, Mr. Jack’ten yardım isteyen Harun, kız arkadaşını kurtarmak için elinden geleni yapar ve sonunda kız kurtulur. Penelope’nin kurtuluşu şerefine verilen davette herkes bir araya gelir. Marilyn Monroe’nün de katıldığı yemek, tüm aile ve arkadaşlarıyla Harun’un mutluluk anlarından biri olur. Roman, Penelope’nin babasının Harun’a sarı bir Rolls Royce armağan etmesiyle son bulur. Sezer, yazarın Kafka’nın Amerika(Kayıp) romanına bir nazireyle, romanda Amerika’nın bunalım zamanlarını gündeme getirdiğini söyler (Sezer, 2004:2). Yazar, Kafka’nın eseriyle aynı isimde olmaması için romanını ‘Amerika 1954’ olarak isimlendirir.

Özlü, yaptığı bir söyleşide roman karakterlerinin bazılarını gerçek hayattan alıntıladığını ifade eder:

“Doktor Nevzat. Gerede'de. Yazları oraya giderdik. Gerede'de kısa boylu, ama gayet

yakışıklı bir doktor. Ama adam topluma uymayan bir tip. Bir birey hakikaten. Size bir sır daha vereyim; Tezer'i görür görmez, dedi ki, “bu dedikoducu” dedi. Tezer'in alnı biraz yüksektir, “alnı yüksek olanlar dedikoducu olur” dedi. Tezer de dedikodu değil de, çok istihbarat almaktan, istihbarat vermekten memnun olurdu. Zevk alırdı, çok espriliydi. Sonra bu adam, gerçekten, Yüzümüz ve İçyüzümüz diye bir kitap yazdı, küçücük bir kitap. 1954'te ben 19 yaşın içindeyim, Demokrat Parti'den Bolu Milletvekili olmak istedi. Bu biraz farklı bir tip olduğu için ayağını kaydırdılar. Milletvekili adayı yapmadılar. Bir otomobili vardı, otomobille İstanbul'a geldi, burada Maçka taraflarına falan da gittik beraber, çok tutumlu bir adamdı. Bana kararını bildirdi: “Demir ben Amerika'ya gidiyorum.” Gitti. Sonra ben Beyazıt'ta fakültede birinci sınıfta okurken, bir haber gönderdi bana, “Demir New York'a gel, hukuk tahsilini falan boş ver, burada o kadar çok imkânlar var ki.” Gitmedim, romana onun için girdi. Hidayet ise, o da gerçek bir tip, o benim dayılarımdan biridir. 1927'de, herhalde, 15 yaşındayken falan Amerika'ya kaçmak için, burada bir gemide saklanmış, fakat yakalanarak Galata'ya atılmıştı. Hidayet de oradan geliyor. Bir İstanbul çocuğu. Penelope ise hiç tanımadığım biri.(…) Mr. Jack de hiç tanımadığım, uydurduğum bir karakterdir. Çünkü New York'ta var olmuş mafyalardan, en büyüklerinden biri de Yahudi mafyasıdır, çok sert bir mafyaymış. Diğer genç kahramanların isimlerini de televizyonlardaki filmlerden aldım. Tamamen uydurmadır o kişiler” (Öztürk, 2011).

Bu bağlamda roman gerçek hayattan esinlenerek oluşturulan karakterlerin kurmaca dünyada varlık kazanmasıyla şekillenir.

1.5.2.7. Dalgalar

Demir Özlü’nün son romanı olan Dalgalar, 2006 yılında İmge Kitabevi tarafından yayımlanır. Romanda anlatıcı aynı zamanda başkarakter olan babadır. Baba; oğlu Tim, oğlunun karısı Tao ve torunu Emil ile yaptığı Tayland seyahatini anlatır. Eserin başında Özlü, 26 Aralık 2004 tarihinde Sumatra adasının kuzey bölgesinde meydana gelen büyük

deprem sonrasında oluşan dev dalgaların yaklaşık 300 bin insanın ölümüne yol açtığını ifade eder:

“Bu hikâyede, içinde yaşanmış üç kent var: İstanbul, Stockholm ile uzak Güney-Doğu Asya’daki Bangkok. Bu bir yolculuğun anlatımıdır. Yolcuklar: hikâyenin anlatıcısı, onun genç oğlu Tim, Tim’in Taylandlı eşi Tao ile bu iki genç insanın küçük oğulları Emil’dir. Bu küçük yolcu topluluğu Tayland’a giden hemen bütün turistler gibi Hint Okyanusu kıyısındaki Krabi ile Phuket’e de indiler. Onların okyanus kıyısındaki yaşadıkları haftalardan tam altı ay sonra Kuzey Endonezya’da olan deprem sonucu, bu geniş yörede 300 bin kadar insan öldü. Depremin yarattığı tsunaminin vurduğu kıyılarda ölen Taylandlıların sayısı 7 bin, İsveçlilerinse 750 kadardı. Dalgalar o kıyıya da ölüm taşıdılar. Bu ölüm dalgaları sadece okyanusun dalgaları mıydılar, yoksa dünyada var oluşumuzun, içsel yaşam dediğimiz şeyin, bir acının, bizim için yaratılmamış bir doğanın sürekli çekilen ve yükselen, sonra da insanı içine alıp sürükleyen dalgaları mıydı bunlar?” (Özlü, 2006:5)

Eserde, Bangkok tatilinde kahramanların yaşantıları anlatılırken mekânsal gözlemlere de yer verilir. Anlatıcı, küçük yaşlardaki torununun davranışlarının yarattığı çağrışımla geçmiş yıllarına döner, kendi çocukluğunu anlatır. Öte yandan Emil, romanda geleceğin ve masumiyetin/saflığın temsilcisi olarak belirir. “Belki geleceğin sırrı bu gencin oğlu Emil’dedir. Emil, yolda kırmızı ve mavi filler gören, onlarla yıkanmalarını öğütleyen sevimli çocuk. Çünkü gelecekteki depremden ve tsunamiden yalnız filler kurtulacaktır. İnsanoğlu, bence, onlarla anlaşmak zorundadır” (Sezer, 2006:10). Romanda bireysel konuların yanı sıra kapitalizm, sömürü düzeni, savaşlar gibi toplumsal konulara da yer verilir. Anlatıcı özne, Güneydoğu Asya ülkelerinin içerisinde bulunduğu ilkelliği, Batı sömürgesinin sonucu olarak görürken söz konusu insanlık dramları karşısında suçluluk ve utanç duyar.

1.5.3. Anlatı

1.5.3.1. Bir Beyoğlu Düşü

Demir Özlü, öykü ile roman arasında “anlatı” adını verdiği türde de çeşitli eserler verir. Yazarın anlatı türündeki ilk eseri ise Bir Beyoğlu Düşü’dür. Eser, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından 2000 yılında yayımlanır. Eserde anlatılanlar, yazarın daha önce yayımlanan “Soluma” adlı öykü kitabındaki “Derine” öyküsü üzerine kurgulanır:

“1964 yılında yayınlanmış olan Soluma adlı öykü kitabımda “Derine” adında küçük bir öykü

vardı. Ondan hareketle –bu öykünün çerçevesi içinde- yeni, uzun bir öykü yazacaktım. Bu uzun öykü –anlatı- hem onca ayrı kaldığım Beyoğlu’nu yeniden yaşamama, onu ellerimle tutamasam, sokaklarında dolaşamasam da imgelemimde yeniden yaratmama yardımcı edecekti, hem de kendi hayat görüşümü yansıtacaktı. Carlos Fuantes’in Aura adlı uzun öyküsüyle, Ernesto Sabato’nun Tunel adlı küçük romanını okumam bu düşünceyi canlandırmıştı bende” (Özlü, 1990:125).

Yazar, yurt dışı izlenimlerini İstanbul görüntüleriyle sentezleyerek yeni bir metin oluşturur. Bu bağlamda eserin “Derine” adlı öykü ile yakın bir benzerlik içerisinde olduğu

söylenebilir. Bununla birlikte “Derine’de adı açıkça belirtilmeyen bazı yer adları bu kitapta olduğu gibi belirtilmiştir. Örneğin, “Derine”de; “A. Sokagı” diye belirtilen sokağın adı “Bir Beyoğlu Düşü”nde “Aslan Sokağı” olarak belirtilmiştir. “Derine”de Kasımpaşa yakınlarında bulunan askeri birlikten gelen borazan seslerinin ve eğitim yaparken askerlerin söyledikleri marş seslerinin geldiği belirtilir. Aynı durum “Bir Beyoğlu Düşü”nde de görülür” (Daşdemir, 2006:34).

1.5.3.2.Berlin’de Sanrı

Ada Yayınları tarafından 1987’de yayımlanan eser, Demir Özlü’nün Bir Beyoğlu Düşü’nden sonraki ikinci anlatısıdır. Eserin girişinde Özdemir Asaf’ın “Pay” isimli şiirine yer verilir. Bununla birlikte 21 Kasım 1811 yılında intihar eden Alman şair Heinrich von Kleist’ten iki alıntı yer alır.

Eserde anlatıcı özne, yıllar önce intihar eden Heinrich von Kleist hakkında bir şeyler yazmak için şairin mezarının olduğu kente gider. Berlin’in banliyö semtlerinden biri olan Wansee’deki yazarlar evine giden anlatıcı, burada diğer yazar, şair, sanatçılarla birlikte kalarak yazacağı metni kurgular. Eser, bir yandan Alman şair üzerine yazılacak olan metnin yazım sürecini içerirken diğer yandan anlatıcı öznenin konaktaki yaşantısını anlatır. Aynı zamanda geriye dönüşlerle İstanbul anıları eserde yer edinir.

Konakta pek çok kişiyle tanışan özne, Kristin adındaki genç bir bayana özel ilgi duyar. İstememesine rağmen kısa bir süre sonra bu ilgi aşka dönüşür ve özne, Kristin’e âşık olur. Daha önce bir evlilik yapan Kristin’in kocası hava gazını açarak intihar etmiştir. Kristin ise uzun süre bu olayın etkisinden kurtulamaz. Kristin ile anlatıcı özne birbirilerine duygular beslemesine rağmen beraberlikten kaçınırlar. Yazarlar evinden ayrılmadan bir gün önce birbirlerine açılan çiftin, konuşması tartışma ile biter. Anlatıcı özne, gecenin ilerleyen saatlerinde Kristin’in odasına gidip özür dilemek ister, ancak göğsünden bıçaklanmış olan Kristin’in cansız bedeniyle karşılaşır. Anlatının sonunda özne, Wansee’deki gölün kirli sularının kendisini ölüme çağırdığını söyler. Kahramanın intihar etmiş olabileceği sezdirilirken bu durum yine gerçek ile düş arasında verilir. Berlin’de kaldığı süre boyunca kabuslarla uykuları bölünen, uyku sorunları yaşayan ve sanrılar gören öznenin içinde bulunduğu durum ile yazar; bir yandan karakterlerin intihara olan eğilimini sezdirirken diğer yandan anlatı kurgusunu intihar vakasına hazırlar.

1.5.3.3. Kanallar

Demir Özlü’nün üçüncü anlatı kitabı olan Kanallar’ın ilk basımı Can Yayınları tarafından 1991 yılında, ikinci basımı ise Dünya Yayınları tarafından 2004 yılında yapılır. On üç bölümden oluşan eserin hemen başında Kafka’dan “Ölüm kayığım yolunu şaşırdı…” (Kafka, 2012:202) alıntısı yer alır. Anlatıcı öznenin kanal kentleri hakkında yazmayı planladığı metnin karar süreci ile başlayan eser, seyahat/gezi izleği üzerine kurgulanır. Anlatıda, uzun uzadıya betimlenen kanalların yanı sıra tren yollarından ve tren istasyonlarından, anlatıcının kent içerisindeki yaşamından ve anlatıcı öznenin imgelemindeki İstanbul görüntülerinden bahsedilir. Öte yandan eserdeki seyahat, arayış imgesi üzerine kurgulanır. Anlatıcı, kanal kentlerinde Ana adındaki sevgilisini arar. Bunun için Bayan Kuve’nin Belediye meclisindeki oğlundan yardım isteyen özne, tüm uğraşlarına rağmen Ana’yı bulamaz. Öte yandan eserde Ana’nın varlığı da gerçek ile düş arasında, gerçekliği kaygan bir zemine oturtulmuş bir biçimde belirir. Anlatıcı Ana ile yaptığı en son konuşmayı hatırlayamaz. Aslında o, gerçekten Ana diye birinin var olup olmadığından da emin değildir. Bu sırada kahraman, Jul adında bir genç kızla tanışır. Kierkegaard’ın Baştan Çıkarıcının Günlüğü eserini okuyan Jul ile anlatıcı özne arasında kitap üzerine konuşma geçer. Kierkegaard, Cordelia adında kendi hayalinde yarattığı bir kızı sever (1996:25). Eserde anlatıcı öznenin Ana adındaki sevgilisi ile Kierkegaard’ın Cordelia’sı arasında paralel bir ilişki kurulur. Ana da öznenin zihninde yarattığı hayali bir karakterdir.

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 83-89)