• Sonuç bulunamadı

DÜNYA GÖRÜŞÜ

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 43-51)

Yazar kimliğini yaşamının merkezine oturtan Demir Özlü’nün dünya görüşü, insan merkezinde gelişir. O; tüm insanlık için özgür, demokrat ve barışçıl bir dünya düzeni ister. Hümanist düşünceyi savunan yazar, edebiyatı da hümanizmin temel kaynaklarından biri olarak görür: “Kuşkusuz, roman da şiir gibi, bu hümanizme kaynaklık eden türlerden birdir. Bu yüzden edebiyat eğitiminden, dolayısıyla roman okumaktan uzak kalmış

toplumumuzun, içinde bunca şiddeti barındırması, bu şiddetin güncel hayatta olduğu gibi “tarihsel despotizm” olarak, toplumsal örgütlenmemizde de sürüp gitmesi yadırganacak bir şey değil” (Özlü, 2003:145). Edebiyatın her şeyden önce bireye, değerlerini ve insan olmanın sorumluluğunu hatırlattığı gerçeği, onu hümanizmin merkezine yerleştirir. Bu bağlamda Özlü, edebiyattan ve sanattan uzak bir toplumun şiddet öğesini de içinde barındırdığının altını çizer.

Bir toplumun modern ve ileri bir toplum olabilmesi için “bilim ve sanat” birlikteliğini sağlaması; bir yandan hızla değişen dünyaya ayak uydurmak adına akılcı adımlar atması, günceli ve teknolojiyi takip etmesi; diğer yandan hayata bakış açısını ve dünya tasarımını belirleyen düşün dünyasını ve ruhunu doyurabilmesi gerekir. Bu bağlamda bilimsel faaliyetler, bir toplumu diri ve ayakta tutarken sanatsal faaliyetler, onun düşünce ve hayal gücünü belirler. Toplumların sahip olduğu vizyon ve hayal gücü ise bilimsel faaliyetlerinin, ekonomik gelişmelerinin, kalkınma ve ilerleyişinin temelini oluşturur, diğer bir ifadeyle o toplumun kaderini etkiler. Dolayısıyla bir toplumda edebiyat, sanat, müzik, felsefe gelişmese o toplum düşünemez, üretemez. Düşünemeyen bir toplum ise başkalarının kendi için çizmiş olduğu kadere mahkûm olarak yaşar. Bu bağlamda bireyin ve toplumun vizyonunu genişleten, onu düşünmeye yönlendiren okumalar; o toplumun varlığı için hayati önem arz eder ve gelişmişliğin temel ölçütlerinden biri olarak belirir.

Özlü, kitap okumayan, edebi bilgi birikiminden yoksun bir toplumun düşünsel alt yapıdan, hayal gücünden, yaşama idealizminden yoksun olacağını, böyle bir yoksunluk içerisinde olan bir toplumun ise ilerleyemeyeceğini ifade eder. O, “edebiyat, ama gerçekten edebiyata dönüş(ün), Türkiye’de, düşünsel yeniden doğuşun başlangıcı olabil(eceğini)” (Özlü, 2003:158) düşünür ve Türkiye’nin gerçek anlamda modern ve demokratik bir ülke olabilmesi ve ilerlemesi için düşünsel alt yapıya sahip olması gerektiğini, bunun için de edebiyatın hayati önem arz ettiğini ifade eder. Nitekim ona göre “inceden inceye edebiyat araştırmaları yapmayan bir toplum düşünce de üretemez. Böyle bir toplumun incelmiş – düşünmeye elverişli- bir dili de olamaz. Felsefe, siyaset, ekonomi vb. alanlarda üretmeye çalıştığı düşünceler de künt, kaba, işlevsiz kalır” (2003:168). Özlü, yazılarında pek çok alanda görüşlerini belirttiği gibi siyasi alanda da topluma ve insana dair düşüncelerini ifade eder. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980

olaylarına şahit olan Özlü, bu dönemlerle ve genel olarak siyasetle ilgili düşüncelerine “Sürgünde On Yıl” ve “Demokrat Gazete”de yayımlanan yazılarını içeren “12 Eylül Dönemi Siyasi Yazıları” adlı kitaplarında yer verir. Demir Özlü, temelde insan haklarını, özgürlüğünü ve barışçıl bir dünyayı arzular. Çeşitli dönemlerde ülkesinde var olan toplumsal kaos ve terörün ancak aydın/okuyan ve düşünce üreten bir toplumla aşılabileceğini savunur: “Zavallı Türkiye, şimdi düşünce yaratma yolunda ilerleyeceğine –asıl gereksinmesi bu olduğu halde- nasıl da terörle çalkanıyordu. Hala kendisini bulamamış, kimliğini edinememiş, yönlendiren, dış etkilerin içinde at oynattığı bir yırtılmışlık içinde yol alıyordu” (1990:18). Yaşanan terör olayları, uygulanan antidemokratik eylemler, üniversitede çalışan profesörlerin/aydın ve düşünürlerin öldürülmesi gibi kaotik eylemler karşısında ülkesinin durumuna üzülen Özlü; en çok okumaya, düşünmeye ihtiyaç olduğu anda, düşünen, okuyan insanların öldürülmesini ülkesi için büyük bir kayıp olarak görür.

Özlü, gelişmiş bir toplum için demokratik bir yönetim anlayışını savunur ve düşünce özgürlüğünün demokrasinin temel koşulu olduğunu ifade eder (Özlü, 1993:10). Öte yandan bir ülkenin özgürlüklere olanak veren bir anayasaya sahip olması gerektiğini ve “atanmış kurullarca hazırlanan değil seçimle gelmiş meclislerce yapılan ve halk oylamasından geçen anayasalar(ın)” (Özlü, 1993:19) demokratik olduğunu savunur. Bu yüzden de 1982 anayasasını demokratik bulmaz. Anayasaları ülkelerin gelişmişlik düzeyinin en önemli göstergesi olarak gören Özlü, insanlığın uygarlık tarihinde dönüm noktaları olan insan hakları bildirilerinin de bir çeşit anayasa olduğunu ifade eder: “Tarih içinde art arda gelen bu hukuksal metinler durmadan bir gelişmeyi ve bireysel hak ve özgürlüklerden sonra onları koruyarak toplumsal hak ve özgürlüklere doğru yayılmayı simgelerler. Bu bağlamda Osmanlı Fermanlarını, Tanzimat Fermanı, I. ve II. Meşrutiyet’i Cumhuriyet’i oluşturan tarihsel aşamalar olarak görür” (Özlü, 1993:14- 15). Bu yüzden de yazar, insan hakları bildirilerinin anayasal düzenlemeler ve demokratik tutum için son derece önemli olduğunu ifade eder. Yönetimde muhalefetin çok önemli bir yere sahip olduğunu söyleyen yazara göre toplumsal muhalefetin bastırılması, egemen sınıfların yapısal bozukluklarını giderememesi sorununu beraberinde getirir. Bu yüzden de iktidarı tamamlamak, bozukluk ya da eksikliklerini gidermek üzere muhalefetin varlığının desteklenmesi gerektiğini savunur.

Özlü, 2000’li yılların en büyük tehlikesini ise teknokrasi olarak görür. “Devlet yönetiminde son sözün yönetim ve ekonomi uzmanlarına bırakılmasına dayanan siyasi yöntem”, “Sanayi, ekonomi ve devlet yönetiminin politikacılar değil, uzmanlar, teknisyenler ve uygulayımcılar tarafından yönetilmesine dayanan sistem” (TDK 2005:1938) olarak tanımlanan teknokrasi, Özlü için burjuvazinin güncel biçimidir. Ona göre devlet yönetiminde teknokrasinin etkili olması, uzman bir burjuva sınıfının oluşmasına, bu ise sömürünün yayılma tehlikesine yol açabilir. Özlü, son dönemde kapitalist toplumun yeniden örgütlendiğini, teknokratik toplumun doğduğunu ve bu toplumun bütün insan gerçekliğini tehdit ettiğini söyler. Ona göre 1960’lı yıllardan bugüne teknokrasi, gelişmiş kapitalist ülkelerden başlayarak öteki dünya ülkelerini de derece derece ele geçirmiştir. Öte taraftan Özlü, daha yakın zamana geldiğimizde, sadece iktidar/yönetim olgusu olarak teknokrasinin değil, ”yeni bulgularıyla” teknolojinin de insanların yaşamını, kafalarını en çok etkileyen ve değiştiren şey olduğunu ifade eder. İnsanların pek bir şey düşünmeden, birbiriyle yarışarak, yeni teknolojinin peşinden koştuklarını, oysa bu düşüncesiz yarışın bir yandan yeni bir teknolojik kölelik getirdiğini ama daha da önemlisi insanlığın içini boşalttığını vurgular (Özlü, 2003b:50).

Özlü’ye göre 1989’dan sonra kapitalizm, bilgisayar ve onunla bağlantılı teknolojileri elverişli bir silah olarak eline almıştır. Sermayenin daha da artan bir hızla büyümesine, en başta mali yollardan ileri kapitalist çevreler dışında kalan geniş insanlığın daha büyük bir hızla sömürülmesine olanak veren bir silahtır. “Birinci Dünya ülkeleriyle üçüncü dünya ülkelerinin ya da egemen sınıflarla alt sınıfların arasındaki uçurumu hızla derinleştiren bir silah” (Özlü, 2003b:51). Yazara göre kapitalist teknoloji, sınıflar arası uçurumu arttırmasının yanı sıra savaşların yaygınlaşmasının ve etkisini artırmasının nedenlerinden biri olarak belirir: “Çağdaş kapitalizmin ürettiği teknoloji, insan yaşamının kolaylaşması yanında, belki ondan da çok, insanın geleceğini karartan canavarsı ütopyalar için geliştiriliyor. Her çeşit silah sanayii, modern silahlar, biyolojik savaş olasılıkları bunun geçerli kanıtı(dır)” (Özlü, 203b:61). Ona göre teknolojik gelişmeler, insan hayatını kolaylaştırmasının yanı sıra geleceği karanlığa mahkûm eden bir distopya da yaratır ve insan yaşamını felakete dönüştürecek savaş aletleri, silahlar bu distopyanın bir parçasıdır. Dünya üzerinde çoğu ekonomik sebepler üzerinden gelişen ve modern silahlarla yapılan savaşların insan yaşamını hiçleyen, gittiği yere ölüm getiren tutumu,

teknolojinin kapitalizm tarafından kullanıldığını ve emperyalizmin araçlarından biri halinde geldiğini gösterir.

Bilgisayar araçlı yeni teknolojik kültürün hümanist kültürü dışladığını ifade eden Özlü, teknolojik ilerlemenin insanı tüketime sevk etmesi ve kapitalizmin oyuncağı haline getirmesi karşısında ise üzüntü ve eleştiriyle yaklaşır: “Asıl önemli olan bilgisayar araçlı yeni kültürün, insanlığın en önemli birikimi olan hümanist kültürü dışlamış bulunmasıdır. Bilgisayar, ticari yaşamı, para hareketlerini, gündelik moda ve reklamın yaygınlaşmasını hızlandırıyor. Goldmann’ın deyimiyle “insan gerçekliğini tehdit ediyor” (Özlü, 2003b:51). Reklamlar, afişler, yaratılan özenti ve moda akımları sayesinde madde ile kuşatılan bir hayatta nesneler arasında kaybolan birey, kendi gerçekliğini yitirir ve “hiper gerçekliğin” (Baudrillard, 2010:44) içerisinde var olan bir görünüm arz eder. Özlü, görsel-işitsel medyanın da eylemlerini maddesellik ve tüketim üzerine konumlandırarak, bireyi kapitalist çağın bitip tükenmek bilmeyen gündelik mitoslarıyla kuşattığını ifade eder: “İletişim toplumu yaygarasındaki, insana hiçbir doyum sağlamayan, aldatıcı gündelik mitosları görmek gerekiyor. İletilen nedir? Siyasi, toplumsal haberler filtrelerden geçirilerek, biçim değiştirilerek iletiliyor. Bize iletilen şeylerin büyük çoğunluğu, tüketimi arttırmaya yönelik reklamlardan başka bir şey değil” (Özlü, 2003b:55). İçi boşalan insanlara, panayıra dönüşen yaşamlar ve yalancı kahramanların düş dünyasını doldurduğu hayatlar sunulur. Markalar, mankenler, top modeller, sinema oyuncularıyla sunulan/özendirilen yaşam, bireyi tüketimin öznesi haline getirir.

Demir Özlü, Marksist bir dünya görüşüne sahiptir. Ona göre Marksist felsefe, sadece ekonomik çözümlemeleri içermemekte; aksine devinimsel bir çözümleyici gibi hareket ederek madde ve insan(düşünce) ilişkisi çevresinde, tarihsel bir boyutu da ortaya çıkaran derin bir ontolojidir (Özlü, 2003b:51). Marksizmin Batı felsefelerinin bir ürünü olduğunu, kaynaklarını oradan aldığını ifade eden Özlü, “Marksizmi genç Mark’a önem vermeksizin bağlantılarından koparmak, onu şöyle ya da böyle despotizm aracı yapmaya kalkışmak, bu felsefeyi anlamamaktır” der (Özlü, 2003b:54).

Marksizmin hümanist bir karaktere sahip olduğunu ve hümanizmden ayrılamayacağını ifade eden Özlü, Marksçılığı antihümanist bir felsefe olarak gören Althusser’e eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşır. Ona göre Marksçılığın kaynağı hümanizm ya da herhangi bir ahlaksal kaygı değildir (Özlü, 2003b:195), ancak antihümanist bir yapıya da sahip

değildir: “Hümanist kültür, Batı Avrupa’da Rönesans’tan başlayarak oluşan, XVIII. ve XIX. yüzyılın düşünsel ve sanatsal yaşantılarıyla zenginleşen, uzantıları XX. Yüzyıla da varan birikim. Marksizmi bu gelenekten kopardığınızda ortada hümanizm diye bir şey kal(maz)” (Özlü, 2003b:54).

Özlü’nün Althusser’i eleştirmesinin başka bir yönü de Althusser’in Marks’ı iki döneme ayırarak görüşlerinin birtakım farklılıklar arz ettiğini söylemesiyle belirir. Althusser, Marks’ın ilk dönemde Hegel ve Fearbach’ın etkisinde kaldığını; yabancılaşma gibi metafizik kavramlar üzerine yoğunlaştığını ifade eder. İkinci dönemde ise ‘üretim gücü, emek vb. gibi bilimsel kavramları kullanan ve tarihsel maddeciliğe yönelen bir Marks’ın olduğunu vurgular. Özlü ise Althusser’in bu görüşüne katılmaz. Ona göre Marks yabancılaşmayı hiçbir zaman metafiziksel bağlamda ele almamış, başlangıçtan itibaren yabancılaşmayı toplumsal ve tarihi yapısı içinde ele almıştır. Dolayısıyla Marksçı düşüncenin oluşumunda bir kopukluk, ikiye ayrılma değil, bir süreklilik vardır. Özlü; yabancılaşma felsefesinin Marks’ın kurmuş olduğu ekonomi, politik, diyalektik materyalist tarih anlayışı gibi bilimsel verilere aykırı düşmediğini ve onlarla zıtlaşmadığını ifade eder. Öte yandan Althusser; tarihi, öznesi olmayan bir süreç olarak tanımlar. Tarihin oluşumunda insanın katkısı olmadığını görüşünü savunan Althusser’e göre insan istemi, tarihin yapılanmasında rol oynamaz; tarih, kendi yasalarına göre yürür, tıpkı doğanın kendi yasalarına göre yürüdüğü gibi. Althusser’in kuru bir kitle kavramını kullandığını ifade eden Özlü, Engels’in dahi olgunluk dönemi yazdığı satırlarda tarihin yapılmasında insan istemine bir pay tanıdığını Althusser’in ise tarihi insansızlaştırdığını ifade eder (Özlü, 2003b:169).

Demir Özlü, ekonomiye dair düşüncelerini ise endüstriyel üretimle güç kazanan kapitalizm çerçevesinde verir. O, 1970'li yıllardan sonra başlayan ve 1989 yılında Berlin duvarının yıkılması ile devam eden ekonomik ve siyasal sistemi "yeni kapitalizm" olarak değerlendirir. Yeni kapitalizmin; İlk Çağ, Orta Çağ ve sanayi devrimi sonrası kapitalizmine bezemediğini savunan yazar, yeni sistemle ortaya çıkan zengin sınıfın kapitalist burjuva sınıfından farklı olduğunu belirtir. Daha önce üretime dayalı olan kapitalist sistem, özellikle Büyük Britanya'da Margaret Thatcher ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Ronalt Raegan döneminde, paranın para kazandığı/üretimden yoksun finansal araçların dünya çapında serbestçe dolaştığı bir sisteme dönüşür. Kapitalizm, karakteri gereği işsizliğe neden olan bir sistemken; yeni dönemin sosyal politikaları rafa

kaldırması, hem işsizliği kronik yapısal bir sorun haline getirir hem de 50'li yıllardan sonra amaçlanan çevre ülkeleri denilen üçüncü dünya ülkelerinin merkez ülkelerine yaklaşma hayallerini suya düşürür. Bu dönemde zengin ülkeler daha fazla zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri gittikçe geriler.

Gelişmiş ülkeler, finansal açıdan sıkıntı yaşayan az gelişmiş ülkelere destek olması açısından Uluslararası Para Fonu/IMF'yi gündeme getirir ve darboğaza düşen ülkeleri borçlandırarak daha kolay bir şekilde kontrol etme yolunu seçer. Türkiye ise bu gelişmelerden nasibini alır ve 70’li yıllarda CHP iktidarı döneminde bir IMF planını imzalar. Yeni serbest piyasa ekonomisi bu dönemde “dizginsiz bir şekilde geliştirilirken” (Özlü, 2003b:47) IMF politikaları ile borçlandırılan üçüncü dünya ülkeleri, daha fazla mal ve hizmet temininde bulunur ve kaynağında üretim olmayan bu para girişleri işsizliği arttırır. Yaşanan bu gelişmeler insanların zihninde başarısız görülen sistem yerine, her şeyin serbest olduğu rejimin gelmesinin avantajlı olacağı fikrini yerleştirir.

Bu noktada Demir Özlü, Karl Polanyi'nin görüşlerinden hareketle serbest piyasa ekonomisinin kendiliğinden oluşmadığını, aksine devlet müdahalesi ile gerçekleştiğini belirtir. Bu da gerek hukuksal gücün gerekse de militer güçlerin müdahalesi ile gerçekleşir. Türkiye'de 1960 darbesi sonrası sermaye birikimlerinin artması ve 12 Eylül darbesi ile Turgut Özal'ın "alaturka" serbest piyasa ekonomisini yaygınlaştırması bu duruma örnek teşkil eder. 12 Eylül darbesinin, kontrolsüz serbest piyasa ekonomisinin başka bir görüntüsü olan Özal Liberalizmini Türkiye'ye yerleştirmek için yapıldığını savunan Demir Özlü; bu dönemde gümrüklerin fiilen açıldığını, kaçakçılığın suç olmaktan çıkarıldığını ve Türk Parasını Koruma Kanununun kaldırıldığını belirtir. Günümüzde sermaye araçlarının serbestçe dolaştığı, paranın para kazandığı sistemi Demir Özlü, ‘‘spekülatif kapitalizm’’ olarak isimlendirir ve üretim ağırlıklı kapitalizmin yerini spekülatif kapitalizmin aldığını belirtir. Türkiye de bu sistemden nasibini alarak 1980 sonrasında banker olaylarını yaşar. İlk Çağdan itibaren kapitalizm, başta üretim olmak üzere insanlığa sunduğu birçok faydalı özelliğinden sıyrılır; insandan çok pazarın egemen olduğu bir sisteme dönüşür. Bu bağlamda Özlü, Hegel’in “tarihin sona erdiği” (1956:47) görüşünü, sınıfların ortadan kalkması bağlamında değil; üretici kapitalizmin yerini finansal kapitalizme bırakması, başka bir deyişle eski ilerici burjuva sınıfının yerini kolay yoldan zengin olan yeni bir yapıya bırakması şeklinde yorumlar. Özlü’ye göre

burjuvazi, 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar sürmüş olan Rönesans’ın doğuşuna büyük destek sağlamışken günümüz zengin sınıfının tek amacı daha fazla zengin olup sistemden nemalanmaktır. Bu bağlamda Demir Özlü, “Tarih sona erdi” ifadesiyle üretici ve ilerici burjuvazi tarihinin kapandığının anlaşılması gerektiğini söyler. Marksizmin ölmediğini ifade eden Demir Özlü, aksine Marksizme bütünsel olarak bakıldığında, bu düşünce sisteminin, insanın gerçeklikle ilişki kurmasını sağlayan bir sistem olduğunu söyler. Sartre'ın "Gerçekliğin kendisi marksisttir ve marksizm, çağımız için aşılmaz durumdadır" (Özlü, 2003b:53) sözüne vurgu yapar. Diğer taraftan Demir Özlü Marksist bir felsefeden gelmemesine rağmen ünlü filozof Derrida'nın, "Marks olmadan, onun anısı ve mirası olmadan gelecek olamaz, içinde yaşadığımız dünya bu mirasın damgasını taşıyor" dediğini belirtir.

Marksist düşüncenin öncesinde, insan düşüncesinin gerçeklikle ilişkisinin olduğunu ancak; bu ilişkinin dar bir çevreyi aydınlatan mekanik bir ilişki olduğunu belirten yazar; Marks'la birlikte değişkenlerin tümünü içine alan bir yöntemle, gerçeklikle bütünsel bir ilişki kurulduğunu ve bu düşüncenin kendisinden vazgeçilmez bir genel-geçerlilik halini aldığını belirtir. Demir Özlü, Marksizmin en önemli yanının felsefeyi pratiğe dönüştürmesi olduğunu; bu gerçeğin Sartre tarafından da Marksizmle köklü bir ilişkiye girmeden önce fark edildiğini belirtir.

Demir Özlü eleştirdiği yeni kapitalist sistemin yarattığı serbest pazarın, Özal döneminde Türkiye’ye yansıdığını ifade eder. 18 Nisan 1999 seçimlerinden sonra yönetime geçen koalisyon hükümeti, serbest piyasada özelleştirmeler, devletin küçülmesi gibi konulara hız vermiş ve yeni liberalizmi ülkeye yerleştirmeye çalışmıştır. Öte yandan serbest piyasanın kendi kendini düzenleyeceği fikrinin bir ütopya olduğunu belirten yazar; bu konuda, Karl Polanyi'nin piyasanın kendi kendini düzenleyeceği ütopyasının toplumun esas temeli haline getirilmesinin o toplumda kültürü de demokrasiyi de öldüreceği görüşünü paylaşır ve bunun Türkiye'ye yansımasının ise her alanda; özellikle kültür ve edebiyatta- bilhassa romanda- yaşandığını belirtir.

Afganistan’da "inançsız Ruslar"a karşı ABD, köktendincileri para ve silahla desteklerken; postmodernizmin teorisyenleri ise bu duruma kültürel haklılık kazandırmak için uğraşırlar. Özlü’ye göre Türkiye'de roman alanında birtakım kitaplarda toplanmış hurafelerin postmodernizm olarak değerlendirilmesinin bu döneme rastlaması tesadüf

değildir. Bugünkü Amerika'da dış politika için hümanist kültürün gerekli olmadığını belirten yazar; bu kültürün sadece bazı yazarlar ve üniversitelerde kaldığını ifade eder.

Yazar, yeni kapitalist sistemin vurguladığı kendi kendini düzenleyen piyasa ekonomisinin gerçekte olmadığını; bu sistemin ancak bazı ülkelerin istekleri doğrultusunda şekillendiğini belirtir. Polanyi' den alıntı yaparak bu sistemin sadece işsizlik, ahlaksal çöküntü değil faşizme de yol açtığını açıklar. Burada devletin ekonomiden elini çekmesi düşüncesi büyük bir aldatmacadır. Az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerinde pazar ekonomisinin yayılması, devlet güçlerinin yaygın olarak kullanılması sayesinde gerçekleşir. Batı ülkelerinde devlet, ulus adına ülke içindeki sanayiyi ve işçileri korurken üçüncü dünya ülkelerinde devlet, sadece çok uluslu şirketleri koruyan bir görünüm arz eder.

Türkiye'deki iktisadi durumun yanı sıra yönetim biçimlerini ve insan-yönetim ilişkisini değerlendiren Demir Özlü; bu konuda öykü yazarı Feyyaz Kayacan'ın görüşlerini paylaşarak Türkiye'deki insan tipinin "ortada dolaşan insanlar", "gibiciler" olduğunu belirtir. Ona göre gerçeklikten/hakikilikten uzak, sahtelik üzerine kurulu, kopya yoluyla edinilen kimlikler; temelsiz ve düşünsellikten uzak bir toplum yapısının göstergesidir: “Yani hakikisi değil de gibisi, Önce sosyal demokrat gibi, sonra liberal gibi… Ama temelsiz bir dönüşümdür bu. Yurt gerçekleriyle de çakışmamaktadır" (Özlü, 2003b:47). Özlü, toplumda ya da yönetimde edinilen politik görüşlerin bilinçli bir tercih olması, yurt gerçekleriyle uzlaşması ve bir karaktere sahip olması gerektiğini savunur. Aksi takdirde ne olduğunu idrak edemeden, özümsemeden benimsenen görüş, “mış gibi kimlikleri” beraberinde getireceği gibi felaketle de sonuçlanabilir.

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 43-51)