• Sonuç bulunamadı

Bir Teselli İmgesi Olarak ‘Geçmiş’: Bu Şehir Ardından Gelecek

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 124-129)

1.5. ESERLERİ

2.1.3. Bir Teselli İmgesi Olarak ‘Geçmiş’: Bu Şehir Ardından Gelecek

Demir Özlü anlatılarında, sürgünün yarattığı ruhsal kırılma ve bunalımları aşmak için öznenin sığınak noktalarından bir diğeri geçmiş imgesidir. Onun karakterleri sürekli olarak geçmişte yaşarlar. Geçmiş, şimdide öznenin ardını bırakmayan her an onunla birlikte beliren bir öğe olarak yer edinir. Özlü, yazılarında geçmiş imgesinin çokça yer edinmesini yurduna duyduğu özleme bağlar: “İnsan kendi yurdunda, kendi mahallesinde otururken de kuşkusuz içinde birikimlerin olduğunu, bir şeylerle dolduğunu duyduğu dönemler olur. Ama yurdundan uzakta, bu birikim ve özlemin de açtığı yeni bazı gözeneklere de doluyor. İnsan geçmişte kalan yaşamını, hayal etme gücüyle yeniden canlandırmak istiyor” (Özlü, 1990:121). Yazılarında İstanbul’a, Beyoğlu’na, çocukluğunun geçtiği Simav, Ödemiş gibi Anadolu ilçelerine ait imgelere sıkça yer veren yazar, bu sayede sürgünde yurdunu yaşatır. Özlü’nün İthaka’ya Yolculuk romanında İstanbul manzaraları öznenin ardını bırakmaz:

“Ne kadar da güzel gözleri var İstanbul kadınlarının! Fatih Camii’nin Karadeniz’e bakan

kapısında Ramazan topu atıldı. Medreseden yana olan avluda, büyükannesiyle eve doğru giden küçük bir çocuk düştü yere.(…) Camları geniş, tahra bir vapur, bütün pencerelerini titreterek kalabalık iskeleye yanaşıyor. Annenle, iskele yanındaki kahvede oturup, gemiyi bekliyorsunuz. Ama, ne de kalabalık iskele!” (Özlü, 1996:33).

Demir Özlü için İstanbul, “yitirilmiş cennet” imgesidir. O sürgünde kaldığı süre boyunca, doğup büyüdüğü ve çok sevdiği İstanbul’dan ayrı kalmanın hüznünü yaşar. Eserlerinde İstanbul’a ait manzaralar, yurt özlemiyle birlikte verilir. İthaka’ya Yolculuk’ta güzel gözlü İstanbul kadınlarından, Fatih Camii’nden, Ramazan ayı geleneklerinden, vapur seferlerinden, kentteki kalabalık insan manzaralarından bahseden anlatıcı, kenti gündelik yaşam içerisindeki görüntüleriyle hatırlar. Büyükannesiyle eve giden çocuğun masumiyet ile çizilen görüntüsü, öznenin yurdunu hep güzellik ve huzur imgesiyle hatırlamak istediğinin ifadesidir. Geçmişe yönelik yoğun bir özlem duyan başkişi, sonrasında gittiği hiçbir kentte İstanbul’da yaşamanın hazzını bulamaz:

“Sonraları kıyılarında gezindiğim denizlerde yoktu o koku: Lodosun ve İstanbul’un kokusu. Eski İstanbul!... Neredesin, neredesin şimdi, hangi düşün içinde? Sonsuz bir yolculukta, denizler üzerinde çalkalanıyorum. Senin eski çocuklarından biri, sonsuz bir yolculuğa çıktı, uzak denizlerde. Belki bir daha dönmeyecek. Yenikapı’daki o rüzgârlı kıyına… Sonra sinemalara giderdik, Şehzadebaşı’nın eski sinemalarına” (Özlü, 1996:30).

Yurdundan ayrı düşen başkişi için İstanbul’un deniz kokusu, ayırıcı bir değer olarak beliren kendilik imgesidir. Başka kentlerde, denizlerde bulamadığı o kokuyu kendi yurdunun hatırlatıcısı olarak gören özne, koku- hafıza ilişkisinin günlük hayattaki

tecrübesini yaşar. Öyle ki insan duyusunun önemli bir parçası ve dış dünyayı algılama yollarından biri olan koku, aynı zamanda kişi ya da değerlerle bütünleşen bir yapıda belirerek insan belleğinde hatırlatıcı bir unsur olarak belirir. Bireyin hafızasında yer edinen koku, özdeşleştirilen değerle anlamlılık zemini üzerine oturur. Romanda ülkesinden uzakta olan başkişi, özlem duyduğu kentin kokusunu hiçbir yerde bulamaz. Onun yaşadığı kent, artık düşlerin içinde kalmıştır. Dünyanın her yerine giden öznenin kendi yurduna gidememesi; doğup büyüdüğü kenti, düşlerin içerisinde yer edinen uzak ve hayali bir coğrafyaya dönüştürür. Öznenin “Neredesin şimdi, hangi düşün içinde?” sorgulamalarıyla gelen arayışı, yurdundan uzak düşen bireyin varlığını hiçbir yere konumlandıramamasının sonucudur. Ülkesinden ayrı düşmüş birey, fiziksel boyutta yaşadığı uzaklığı, düşünsel boyutta geçmişin canlı tutulması suretiyle aşmak ister. Nitekim sürgünün yurduyla uzaklığı, “nicel değil, nitel bir mesafedir, fenomenolojiktir. Bu fenomenolojik mesafenin deneyimi ise yerinden olma veya sürgündeki tarihsel yol ile bağlantılı değil, birbirinden ayrılan veya daha çok birini yaşamla bağlayan mesafe ile bağlantılıdır” (Rojas vd. 2015:3). Bu yüzden sürgünü, yurduyla olan uzaklığını, anılarını/ yaşanmışlıklarını ve ait olduğu coğrafyayı sürekli canlı tutmaya çalışarak aşma çabasındadır. Bu tutum ise varlığın içinde bulunduğu psikoza karşı savunma biçimidir. Ne zaman biteceği ya da bitip bitmeyeceği belli olmayan öznenin “Sonsuz bir yolculukta, denizler üzerinde çalkalanan” görüntüsü, varlığını hiçbir yere konumlandıramayan ruhun yurtsuzluk sancısıdır. Kendini İstanbul’un eski bir çocuğu olarak nitelendiren sürgün; evini/yurdunu kaybeden, özlem ile isyan arasındaki çizgide hapsolan bir görüntüde belirir. Nitekim onun için “geçmişte kalan ev, büyük bir imgeye, yitirilmiş içtenliklerin büyük imgesine dönüşür” (Bachelard, 2008:82). Kendilik mekânından çok uzakta olan başkişi, yurtsuzluğunun ve hiçbiryerdeliğin verdiği varoluşsal parçalanma ile sürgünün bunaltısını yaşar.

Özlü anlatılarında kurtarıcı bir değer olarak beliren geçmiş, kimi zaman ise kurtulmak istenen bir öğe olarak belirir. Tatlı Bir Eylül romanında geçmiş, öznenin ardını bırakmayan bir hayalet olarak nitelendirilir:

“Kuşkusuz, orada o odaya kapanıp çalışırken, kendi içinde büyümüş olan o nostaljik hayaleti

tutup çıkarmak istiyordu bulunduğu yerden. Anlatısını bitirdiğinde bu koskoca hayaleti içinden çıkarıp attığını sandı. Hayır, başarılması olanaksız bir şeydi bu. O kentle orada yaşanan yıllar çıkıp gitmeyeceklerdi içinden. Zamanın uzadığı dönemlerde yeniden, hep yeniden geri gelecekti. Bir bumerang gibi çarpacaktı ona yeniden. O, içine girmişti bir defa. Kendi yok oluşu içinde yitene kadar orada kalacaktı” (Özlü, 2011:14).

Şimdi’de sürgün halini yaşayan öznenin duyduğu azap, geçmişin artık ulaşılmaz bir imge olması ile ortaya çıkar. Yitik bir cennet imgesine dönüşen nostalji, sürgünün içerisinde daha da büyür ve varlığını kemiren içsel bir acıya dönüşür. Bu bağlamda bir gölge gibi sürekli ardında dolaşan ve acı veren geçmiş, öznenin an’da var olmasını engelleyen bir niteliğe sahiptir; bu yüzden de kurtulmak istenendir.

Öte yandan öznenin, yazılarını kaleme aldığı mekânı “orada” olarak nitelendirmesi, mekânın yabancılaşması düzleminde verilir. Bachelard’a göre “burada ile orada diyalektiği”, içeri ile dışarının “biçimsel karşıtlığı” ile ortaya çıkar ve ikisi arasındaki yabancılaşmayı ifade eder (Bachelard, 2008:304). Varlığı “orada olmak”, dışarıda olmak ile eşdeğerdir. Sürgün olarak gittiği yabancı bir mekânda ülkesini ve geçmişini yazarak içindeki özlemi gidermeye çalışan öznenin buradalığı, ait olmadığı orada’nın içerisine konumlanmasıyla kesintiye uğrar ve o, söz konusu çatışma içerisinde geriye dönüşün olanaksızlığını duyumsayarak geçmişin imgesinden kurtulmak ister. Ne var ki başarılı olamaz, anılarıyla beliren “nostaljik hayalet” ardını bırakmaz.

Zamanın sonsuzlaştığı sürgünde geçmiş, sürekli olarak şimdi’de yaşayandır. Sürgün için zaman; geçmiş, şimdi ve geleceğin biraradalığıyla şekillenir. Geçmişin ardını bırakmayan gölgesi, ruhsal bunalımlara ev sahipliği yapan şimdi ve belirsiz gelecek imgesinin arasında özne, parçalanmış görüntüsüyle belirir. Tüm yaşanmışlıklarının ve anılarının barınağı olan geçmişten kurtulmanın olanaksızlığı, onu özlem ve çatışmalarla geçen bir yaşamın öznesi yapar. Sürgünde sonsuzlaşan zaman içerisinde geçmişin hatıraları zihnine hücum eder. Öznenin tüm çabalarına rağmen anılarından/geçmişin acıtan yönünden kurtulamaması “bumerang” benzetmesiyle ifade edilirken içine girdiği anılar girdabında sonsuza dek kalacak olmanın çaresizliği, kabullenişle belirir. Öyle ki onun yurt özlemiyle beliren İstanbul sevgisi, “kendi yok oluşu içinde yitene kadar orada kalacaktı.” Başkişinin zihnini ve ruhunu saran İstanbul, varlığını terk etmeyen bir kendilik imgesi olarak belirir:

“Galata kulesinin etrafında kız çocukları tebeşirle çizdikleri daireler üzerinde seksek

oynuyorlar. (…) Sonra öteki görüntüler… Hiçbiri, hiçbiri ardını bırakmayacak senin.’ Vurgun yemiş bir deniz dibi canavarı gibi izleneceksin bu hırçın görüntülerce. (…) Yağmurlu günlerde, İstiklal Caddesi’nde kaldırım boyunca yürüyen gençliğinin solgun imgesi… O imge izleyecek seni” (Özlü, 1996:54).

Öznenin her an geçmişini diri tutması, uzamsal boyutta beliren “dışarıdaki içeridelik” (Bachelard, 2008:311) halinin başka bir görüngüsüdür. Nitekim sürgün, yurdunu içinde taşır. O, gittiği tüm coğrafyalarda belleğine kazınan ve bilinçaltının derinliklerinde saklı

olan İstanbul manzaralarını da birlikte gezdirir. Anlatıdaki seksek oynayan çocuklar, geçmişin imgesini huzur atmosferiyle birleştirirken, sürgündeki özne “vurgun yemiş bir deniz canavarı” görünümünde belirir. Sürgünün yarattığı travmatik etkiyle uzamın sonsuzluğuna hapsolan birey, heryerdeliğin içerisinde yurtsuzluğun bunaltısını yaşar. Öznenin ardını bırakmayan İstanbul manzaralarının “hırçın” olarak tanımlanması ise sevgilinin kendini bırakıp gidenden intikam alması misali; kentin, yarattığı özlem duygusuyla uzaklara giden özneden intikam alması/ sürgünün ruhunda yara açması olarak yorumlanabilir. “Galata Kulesi, İstiklal Caddesi” ile beliren kentin hayali, sürgünün ardını bırakmaz. Öte taraftan anlatıda geçen “hiçbiri ardını bırakmayacak senin” ifadesi metinlerarasılık bağlamında Yunanlı şair Kavafis’in “Şehir” (1993:22) şiirine gönderme yapar:

“…

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, Aynı mahallede kocayacaksın;

…”

Kendisi de sürgün bir şair olan Kavafis’in şiirinde de ifade ettiği ‘sürgünün nereye giderse gitsin her an yurduyla birlikte yaşaması’, Özlü’nün Bir Beyoğlu Düşü adlı anlatısında da belirir: O çılgın kent – kendisinden uzakta olduğum dönemlerde- hiçbir süre bırakmadı ardımı. (…) Besbelli, nerede olsam izleyecek beni o soluk kent. (…) içime girmiş o kent bir kez benim. Bırakamayacak ardımı!” (Özlü, 2011a:31-32) söylemleri bilincin ve belleğin ıstıraba dönüştüğü an’a vurgu yapar.

Başkişinin ayrıldığı kente duyduğu sevgi ve özlem, sürgündeyken her an onunla birlikte yaşamasıyla verilir. Şehrin hayali, bir gölge gibi onu takip eder. O, bu hayalin içerisinde sürgünün acısını daha da derinden hisseder. Doğup büyüdüğü, her karesine âşık olduğu kente gidememe ile kente duyduğu sevgi ve özlem arasında çatışma yaşar. Üç imparatorluğa başkentlik yapan iki kıtayı birbirine bağlayan İstanbul; köklülüğü, tarihi zenginliği, coğrafi güzelliği ve kültürel dokusuyla edebiyattan müziğe pek çok sanat dalının da başlıca teması olmuştur. Öte yandan İstanbul, Özlü’nün kısa süreli seyahatleri dışında tüm yaşanmışlığını ve anılarını taşıyan şehirdir. Onun metinlerinde kültürel zenginliğin, çoğulculuğun, aşkın ve tutkunun şehri olarak yer edinen İstanbul, pek çok unsuru bir arada barındıran bir simge değerdir. Bu yüzden İstanbul’dan ayrılmak,

Özlü’nün yaşamında aldığı en büyük darbelerden biridir. Fiziksel düzlemde ayrıldığı kente, manevi bir içtenlik bağı ile bağlı olan yazar; ‘ardından gelen bu kentin’ kokusunu üzerinde taşır.

Sürgünün yurt özleminin başka bir yansıması Özlü’nün Tatlı Bir Eylül romanında yer bulur. Romanda başkişinin İstanbul’a duyduğu özlem, yurdundan getirilen ağaçlar ile somutlaştırılır:

“Geçen yüzyıldan başlayarak dünyanın her yöresinden getirilmiş olan seçme ağaçlar

arasında, daha önceki bir ziyaretinde gördüğün, İstanbul’dan getirilmiş iki büyük ağacı arıyorsun. O ağaçları bulursan uzaklardaki belirsiz bir yerde, bir hayalet görünmezliğine bürünmüş olan, sular üzerine yüzen yitik kent İstanbul’un ele geçmez varlığına dokunacaksın sanki” (Özlü, 2011:117).

Romanda dünyanın çeşitli yerlerinden getirilmiş ağaçlardan oluşan bir nevi açık hava müzesi görünümündeki bahçede gezinen başkişinin tek amacı yurduna ait bir şeyler bulmaktır. Sürgün için yurdundan gelen ya da ona yurdunu hatırlatacak herhangi bir nesnenin hayati önemi vardır. Kendilik nesnesi olarak beliren ağaçlar; ona kim olduğunu, varlığını, ait olduğu yeri ve köklerini hatırlatan varoluş imgesidir. Yıllardır yurdundan uzakta olan özne, gittikçe silinen geçmiş yaşamına/uzaktaki bir hayale dönüşen yurduna, oradan gelen bir nesne ile tutunur. Dünyanın tüm ağaçları arasından İstanbul’dan getirilen iki ağacı arayan özne, kendi varlığını/kökenini nesneler dünyasının bu iki koruyucu öğesiyle onaylar. Bu ağaçlara dokunma; onu yersiz yurtsuzluk hissinden varolma/ait olmaya, yokluğun/hiçliğin girdabından varlığın otantik alanına götürür.

Sürgünün yurdunda duyduğu özlemin başka bir görüngüsü Özlü’nün Berlin’de Sanrı adlı anlatısında yer edinir:

“Yıllar geçti, yıllar geçti; şimdi artık kuzeydeki kentin soğuk görüntülerini taşıyorum. Ama

öteki, büyük, eski kent de bırakmıyor ardımı. İki de bir sabah güneşinin vurduğu, ıslak, eski sokaklarında buluyorum kendimi. Adalarında bağırıp duran bembeyaz martı kuşlarının kanat çırpışlarını duyuyorum. Yüksek kiliseleriyle, büyük camilerinin gölgelerinde dinleniyorum” (Özlü, 2011a:70).

Yüksek kiliseler ve büyük camilerin biraradalığıyla şekillenen İstanbul, tüm dinlere ve insanlara açık görüntüsüyle huzur ve hoşgörü mekânıdır. Kuzeydeki kentin soğuk görüntüsüne karşın belleğindeki kentin sabah güneşiyle ısınan havası, özneyi çatışmaya iten bir niteliğe sahiptir. Kuzey kentinde yaşama zorunluluğu ile kendi kentine dönme olanaksızlığı arasında kalan özne, arzulanan mekân ile yaşadığı mekân arasında çatışmaya girer. O, sürgün olduğu kentte geçirdiği uzun yılların ardından kuzeyin soğuk görüntüsünü üzerinde taşısa da kendi kenti olan İstanbul’un hayaliyle yaşar. Kendini ait

olduğu kentin “iki de bir sabah güneşinin vurduğu, ıslak, eski sokaklarında bulan” özne, belleğinin ona oynadığı oyunlarla, ardını bırakmayan bu kentin ezbere bildiği sokaklarında saatlerce gezindiğini hisseder. Anlatıda “sabah güneşi, beyaz martılar, eski sokaklar, cami ve kiliseler”, öznenin yurdunu simgeleyen kendilik değerleridir. Kuzeyin soğuk ve ıssız görüntüsünü aşmak isteyen özne, kendi iç dünyasında özlem duyduğu yurdunun görüntüleri arasında yaşar. “Sürgün kimliğinin bir özelliği de sanki, geçmiş imgelerle yaşamak ve o geçmiş imgeler üzerine sorunsallarını ortaya koymak gibi durmaktadır” (Akay, 1996:73). Geçmişin imgelerine sığınma, sürgündeki öznenin direnmesini ve yaşama tutunmasını sağlayan temel güçtür. O, bu sayede bir taraftan kimliğini/kendiliğini korurken, diğer yandan sürgün acısını aşmaya çalışır. Solanes’e göre, sürgündeki insanların zamanı nasıl yaşadıklarını anlamamıza yardımcı olan iki duygusal hareket vardır: Nostalji/geçmiş ve umut. Nostalji benliğin devamlılığını sağlar, öz’ün kaybolmasına karşı mücadele eder. Umut ise sonlu zaman olarak düşünülen sürgünün sonsuzluğunu aşmak için en güçlü araçtır ve en önemli işlevi ise geri dönüş için yaşatmaktır. Bu durum, sürgün hayatının eve dönmekten başka bir amacı olmadığı anlamına gelmez, aksine daha radikal bir şeyi ifade eder: Yaşam ancak dönüş gerçekleştikten sonra anlamsızdır (Rojas vd. 2015:4). Nostalji ve umut ekseninde kendiliğini korumaya çalışan özne, bir taraftan kökleriyle/kendiyle olan bağını korumaya çalışırken diğer yandan sürgünün biteceği umudunu saklı tutarak anlamlı varoluşun sınırları içerisinde kalmaya çalışır.

Belgede Demir Özlü İnsan ve Eser (sayfa 124-129)