• Sonuç bulunamadı

Yabancı Sermaye Kanunu İle İlgili Tartışmalar

BÖLÜM 2: 2 MAYIS 1954 GENEL SEÇİM PROPGANDALARI

2.2.9. Yabancı Sermaye Kanunu İle İlgili Tartışmalar

Yabancı Sermaye Kanunu bilindiği üzere ilk olarak CHP zamanında çıkarılmıştır. Amaç, ulusal sermayenin yeterli olmadığı yerlerde yabancı sermayeden destek alarak yatırımlara hız vermekti. Bu kanun, DP tarafından 18 Ocak 1954’te yeniden ele alınmış ve daha geniş çaplı düzenlemeler yapılmıştı. Ancak CHP, kanundaki bazı maddelerin “kapitülasyon” manasını taşıdığını belirterek, DP’lileri “vatanı satıyorlar!” şeklinde itham etmiş kanunu ise “vatana ihanet” olarak değerlendirmiştir.

CHP’liler ekonomik hayatla ilgili ilginç iddialar ortaya atıyor, yabancılara verilen “imtiyazlar”ın ülkenin başına bela olacağını söylüyorlardı. Bunlardan birisi de Manisa İl Başkanı ve milletvekili adayı Faruk çelebi’nin Paşa köyündeki konuşmasında ifade ettiği sözlerdi. Çelebi konuşmasında: “Demokratlar, Marshall planından Amerika’ya o kadar borçlandılar ki bu borçları ödeyebilmek için İzmir’i Yunanistan’a vermeyi taahhüt ettiler.” diyecektir. Böyle bir kara propagandanın bu kadar mübalağalı ve kampanya stratejilerine uymaması devrin gazeteleri arasında da eleştiriye sebep olmuştur. Hatta haberin çıktığı gazete bu sözleri “infial” olarak tanımlamış, Çelebi’nin sözlerinin CHP taraftarları arasında bile kınandığını ve ilgililer hakkında adli makamlara müracaatlar yapıldığını bildirmiştir (Milliyet, 21 Nisan 1954).

İnönü, memleketin 1947’ye kadar kendi mütevazi kaynaklarıyla idare edildiğini şimdi ise memleketin iflasa geldiğini ve iflastan kurtulmak için yabancı sermayeden medet umulmaya başlandığını şu sözlerle belirtmiştir

“…Ama bunlar her zaman devam etmez. Siz memleketin idaresini taşıma su ile değil, daimi su ile döndürmenin yolunu bulun… Bu kanunlar varlık kanunlarıdır.

144

İflas politikasının sonucundan kurtulmak için çıkarılmıştır. Bizim iddiamız şu: Bu memleket ziraatına yabancı sermaye girdi mi yanmıştır.” (Milliyet, 26 Nisan 1954).

İnönü’ye göre İkinci Cihan Harbi’nden bu yana müttefik devletlerden destek alınmasına rağmen hükümetin kötü politikaları sayesinde hayat pahalılığı artmış, dış borçlar ödenemeyecek duruma gelmiş, dış ticaret daralmış, köylüler takatinin üstünde borçlandırılmıştı. Buna rağmen hükümetin bulduğu çare, bu yanlışların basın veya başka yollarla anlatılmasını önlemek için kanuni tedbirler almak olmuştur. Geçmişte padişahların vermiş olduğu kapitülasyonlarla yerli üretici ve tüccarların bittiğini belirten

İnönü, bu kanunu da kapitülasyonlara benzetmiştir:

“Tarihte yabancılar kapitülasyonlar himayesiyle Türkiye’yi istismar ettiler. Yeni devirlerde yerli vatandaş hakikat dışı ve emniyetsiz usullerle ıstırab çekecek ve yabancı sermayeye hususi kanunların himayesinde yaşayacaksa, kendi elimizle yerli sermayeyi yabancı olmağa zorlamış oluruz. Asırlarca tecrübe edilmiş mahzurlu usullerin marifet gibi yeniden getirilmesine teşebbüs edileceğini tahmin edemezdik (Cumhuriyet, 10 Nisan 1954).

“…Bugün Afrika kabileleri kendi topraklarını işleten yabancılara karşı ayaklanmışlardır. İktidar gül gibi toprağımıza Afrika kabilelerinin kovduğu yabancı sermayeyi getirmek istiyor.” (Cumhuriyet, 24 Nisan 1954) diyen CHP lideri, memleketin yabancılara peşkeş çekildiğini düşünüyordu. İnönü’nün yabancı sermaye konusuyla ilgili dikkat çektiği bir diğer konu tarıma da yabancıların el atması meselesiydi. Yabancı sermayenin fakir fukaranın elindeki küçük arazileri alıp işleteceğini söyleyen CHP lideri, yerli üreticinin makineyi ve yedek parçayı kolay ve ucuza temin eden yabancı sermayeyle rekabet edemeyeceğini ifade etmiştir. Zira çiftçinin 50 liraya aldığı altını yabancılar 25 liraya temin edecek ve yabancılar zenginleşirken yerli üretici bitecekti (Cumhuriyet, 14 Nisan 1954).

Menderes, ekonomik alanda yaptıkları icraatlara dayanarak İnönü’nün “Afrika” benzetmesine sert tepki göstermiş ve şöyle karşılık vermiştir:

“...Yine diyor ki bizim iktidar, gül gibi topraklarımıza Afrika kabilelerinin kovduğu yabancı sermayeyi getirmek istiyor. Yani bizi Mau Mau’lara benzetiyor. Biz Mau Mau muyuz? Oradaki yabancı sermaye bizdeki gibi değildir. Eğer beğenirsek, milli

145

menfaatlerimize ve iktisadi kalkınmamıza uygun olduğunu görürsek o zaman alırız.” Bundan sonra Menderes, İnönü’ye cevabını şöyle belirtmiştir: “nihayet onun iddiasına göre biz bu kanunları gider ayak çıkarmışız. Acaba gideceğimizi nereden biliyor? Gece karanlıkta kalan çocukların korkularını gizlemek için şarkı söylemeleri gibi konuşuyor. Bizim iktidardan gidip gitmeyeceğimizi, önümüzdeki seçimlerin neticesi, Türk milletinin takdirine kalmıştır. Onu, Türk milletinden başka kimse bilemez… Cenabı Hak bu memleketi, Mau Mau zihniyetine sahip olan insanların şerrinden korusun.” (Cumhuriyet, 26 Nisan 1954).

İnönü’nün bu sözlerine günümüz yazarlarından bazılarının da katıldığı görülür. Buna göre yabancı sermaye kanunları “Türkiye’yi Avrupa’nın Manavı haline getirmek” amacını taşıyan ABD menşeli raporlar sonucunda alınmış kararlardır. Yabancıların Türkiye’de üretime dönük bir sanayi tesisi kurmadığını savunan görüşe göre tarıma ve tüketime dönük yatırımlar bunun en büyük göstergesidir. Üstelik DP hükümetinin IMF’den aldığı krediler Osmanlı’nın ilk kapitülasyonuyla benzerlik göstermektedir. Zira “IMF Reçetesi” adıyla meşhur olan ve günümüzde de etkisi hala devam eden ekonominin düzelmesi için ortaya konan şartlar kapitülasyonları andırmaktadır. Bu iddianın temeli IMF’nin ekonominin düzelmesi için hükümetten sürekli para (kaime) basılmasının yasaklanması, devlet harcamalarının kısıtlanması, memur sayısının azaltılması, yolsuzluk yapılmasının önüne geçmek için yargısal düzenlemeler yapılması gibi o dönemle benzer şartlar içermesidir (Oran, 2009: 490).

Menderes, yabancı sermayenin çiftçiliğe de el atacağı eleştirilerine ise şöyle karşılık vermiştir: “Yine deniyor ki çiftçi için yeni bir tehlike belirmiştir. Yabancı sermaye gelip sizlerin tarlalarınızı satın alacak, buğday, fındık, pamuk ve tütün ekecektir. Bu sözlerin hepsi bayağı tezvir ve adi jurnalcilikten başka bir şey değildir.” Oysa 100 kadar müracaat aldıklarını fakat birçoğuna müsaade etmediklerini birçoğunun da sanayi alanında faaliyet gösterdiğini belirtir. “Kim neyi kime bağışlıyor? Bunu benim bu sözlerime ve izahatıma cevap olarak bildirmesini Türk umumi efkârı muvacehesinde talep ediyorum. Aksi takdirde kendisine her yerde jurnalcidir demekte devam edeceğim” (Milliyet, 22 Nisan 1954).

Kanunla ilgili muhalif basının önemli kalemleri de makaleler yazmıştır. Örneğin Atay, Petrol yasasıyla ilgili Türkiye’nin yabancı desteğine ihtiyacı olduğunu; fakat bunun yönteminin mevcut şekildeki gibi olmaması gerektiğini iddia etmiştir. İran, Irak ve

146

Suudi Arabistan gibi ülkelerin petrollerini kendilerinin çıkarmadığına ancak bugün petrol zengini olduklarına işaret eden yazar, Hükümetin Amerikalı mütehassıs Max Ball’ın tasarısını bir dikta gibi bastırdığını iddia etmiştir. Oysa bu kanunun İsrail’in yaptığı gibi milli geleneklere uydurularak geçilmesinin daha doğru olacağını belirtmiştir. (Atay, Dünya, 16 Şubat 1954).

Menderes Erzurum’da muhalefetin kendileri için “Köylü ve halk borç içindedir pahalılık almış başını gitmiştir... Kapitülasyonları iade ettiler. Memleketi sattılar…” gibi eleştirilerini ele almış ve konuyla ilgili uzun bir cevabi konuşma yapmıştır:

“Memlekette kapitülasyonları getirmek memleket topraklarını dönüm dönüm ecnebiye satmak gibi vatana ihanet iftiralarının bir siyasi tenkit çerçevesinde mütalaa edilmesine imkân yoktur... Kendi partisinden olmayanları vatan haini, mevcut olmadığı halde nazari muhalefetin dahi vatana ihanet telakki eden siyasi rakiplerini yok etmek için türlü tertipler icap eden sanki kendisi değil başkasıdır. 1946 seçimlerinin hesabının sorulmasını isteyenler pek çoktur. Zamanında işin adalete tevdi edilmemiş olmasından milli hayatımızda büyük bir gaflet ve tehlike teşkil ettiğine bu gün hala inananlar da pek çoktur... Bu gün memleketimizde mevcut olan iç emniyeti bizzat kendi vicdanınızda bulacaksınız. Hükümetten, karakoldan ve zulümden korkunuz yoktur. Asayişsizlik mevcut değildir. İktisadi ve mali meselelerde ise bir kere daha müşahede ediyoruz ki, Allah’ın bu zata bu meseleleri anlayabilecek bir kabiliyeti vermemiş bulunması, bu memleketin ikbalini

22 milyonluk Türk milletinin kaderini uzun yıllar karartan başlıca amil olmuştur. Bu zat iktisadi politikada bu istidatsızlığına rağmen memleketin başına bir de iktisadi ve mali diktatör kesilmiş ve bu memleketin iktisadiyatını ve maliyesini seneler boyunca gaflet ve cehaletin baskısı altında bırakmıştır... Memlekete traktörü sokmayan, ziraatı makineleşmekten alıkoyan, ziraatı bir batakçılar işi telakki edip hakikaten o hale sokan, ziraatın muhtaç olduğu krediyi 100–150 milyon gibi gülünç bir seviyede tutan bu zatın ta kendisi idi.” (Milliyet, 20 Nisan 1954) .

Bayar da Yabancı sermaye konusunda muhalefetin eleştirilerini kınamış ve bu kanunla ülkenin zarar değil kar elde edeceğini belirtmiştir. Zaten birçok malın dışarıdan geldiğini belirten Bayar, bu ürünlerin “ülkemizde yabancı sermaye ile ortak üretilmesinde nasıl bir zararı var?” şeklinde bir soru sormuştur. Örneğin gübreyi dışarıdan aldıklarını oysa şimdi İskenderun’da süper fosfat fabrikası kurulduğunu

147

belirterek bunun kimseye zararı olmayacağını ifade etmiştir. Petrolle ilgili de “memleketimizin 13 mıntıkasında yapılan jeolojik tetkikat neticesinde petrolün mevcudiyeti tespit edilmiştir. Şimdi biz bunların üzerine kulağımızı dayayıp uyuyacak mıyız? Elbette hayır.” demiştir. Cumhurbaşkanı, Ülkenin makineleştiğini ve ordunun motorize hale geldiğini, bu sebeple araştırmaların mecburi olduğunu vurgulamıştır. 1950’de petrol için 50 milyon liralık döviz harcanırken bunun 4 yıl içinde 1 milyarı aştığını söyleyen Bayar, bu işin ülkeye büyük katkı sağlayacağını iddia etmiştir (Zafer, 26 Nisan 1954).

Sıtkı Yırcalı ise kanunun, memleket şartlarına uygun olarak uluslar arası standartlarda ve bu konuda tecrübe sahibi yerli ve yabancı yatırımcı ve konun uzmanlarının görüşlerine bağlı kalarak ülke koşulları da göz önünde bulundurularak çıkarıldığını belirtmiştir. Yırcalı, özel teşebbüsün petrol arama işlerinde 100 milyonlarca lirayı heba edebileceği bu sebeple bu işin yabancılara tevcihinde faydalar olduğunu ve ecnebi sermayeyi ülkeye çekmenin bazı şartları olduğunu ifade etmiştir. Yırcalı, bu kanunla ruhsat verme yetkisinin hükümete ait olduğunu şirketlerin petrolü zayi ettiği, veya kurallara uymadığının tespiti durumunda iptal hakkının saklı olduğunu memleket ihtiyacının öncelikli koşul olduğunu hatırlatmıştır. Ayrıca kuyu başlarında petrol çıkar çıkmaz şirketin kar ve zarar durumu hesaplanmadan çıkan petrolün % 12,5’inin Türk hükümetine ait olduğunu çıkan petrolün yarısının devlete ait yarısının da şirkete ait olacağını söylemiştir. Yine petrolden alınan vergilerin % 50’yi bulan bir vergi artırımına giderek ülkeye kar sağlayacağını ve mevcut tesislerin devlete ait olacağını da belirtilmiştir. Yırcalı kanunla ilgili eleştirilerin “Amerikan aleyhtarlığı”ndan kaynaklandığını iddia etmiştir (Dünya, 12 Şubat 1954).

Yabancı sermayeyle ilgili CHP’nin gerçekçi bir tavır içinde olmadığı görülür. Nitekim 1947 yılında Türkiye’nin talebiyle Amerika’dan yardım alınmasıyla ilgili dönemin hükümetinin bu yardımların “demokrasiye olan inancı pekiştireceği”ni belirtmiştir. Amerikan yardımlarının Türkiye’ye verilmesiyle ilgili bu dönemde Amerikan kongresinde sert tartışmalar yaşanmış, Ohio Temsilcisi George H. Bender “kendisini beğenmiş Türk askeri diktatoryası”nın kongrenin koyduğu şartlardan hiçbirini yerine getirmemesine rağmen kendilerinden para istediklerini belirtmişti. Buna rağmen Haziran 1947’de Amerikan Kongre Heyeti, Türkiye’de incelemelerde bulunarak bir

148

toplantı yapmış, İnönü, Peker ve Bayar’ın katıldığı bu toplantıda Peker, yardımlarla ilgili şartları kabul etmemişti. Ancak İnönü elinden geleni yapacağı sözünü vermiştir.

İnönü bu yardımların Amerika’nın demokrasiye olan inancından kaynaklandığını ve Türkiye’nin de demokrasi yolunda hızla ilerleyeceğini belirtmiştir (Karpat, 2010: 276).Daha sonraki dönemde ise Demokrat Parti’nin Marshall yardımlarının seçim propagandalarında kullanılacağı iddialarına karşın devlet bakanı, alınan yardım paralarının son santimine kadar memleket işlerine harcandığını belirtmiştir (Ulus, 14 -15 Nisan 1950).

2.2.10. Din ve Laiklik Tartışmaları

Din konusunda DP’nin yaptığı en büyük hamle şüphesiz ezanın Arapça okunmasına izin vermesi olmuştur. Bunun yanında dini eğitimin serbestlik kazanması bunun için İmam hatiplerin ve ilahiyat fakültelerinin yeniden açılması, Milli Selamet Kanunun çıkarılması gibi önemli adımlar da atılmıştır. Diğer yandan radyoda Kur’an okunmasının serbest olması, hacca gideceklere döviz sağlanması gibi icraatlar hükümetin din konusunda yaptığı önemli reformlardı (Nal, 2005:159).

Propagandaların asıl hedefi elbette rakip parti değildir. Esas hedef halk, yani seçmendir. Bu sebeple halkın dini hassasiyetlerine vurgu yapıldığı bir dönem olması da anlaşılır bir

şeydir. Hatta uzun seneler milletin asla kabullenemediği Arapça ezanın, hatta Kur’an ve diğer dini kitapların yasaklandığı bir dönemde DP’nin bu tavrını, kişilerin inanç hürriyetleri üzerindeki devlet kısıtlaması ve hatta baskısının kaldırılması olarak yorumlamak ve bunun da halk nezdinde karşılık bulacağını söylemek iddialı bir söz olmasa gerek . Nitekim 25 Kasım 1944 tarihinde başbakan 13 bakan ve Cumhurbaşkanı

İsmet İnönü’nün de imzasının olduğu bir belgede Mevlid-i Şerif ve Namazla ilgili farzların anlatıldığı Abidin Karaarslan’a ait “54 Farzlı Büyük ve Tam Namaz Hocası” adlı kitabın yasaklanması ve mevcutlarının toplatılmasıyla ilgili bir karar alınmıştır (Belge için Bkz. Bugün, 3 Şubat 2012 :12-13).

DP’nin iktidara gelir gelmez Arapça ezan sorununu halletmesi, başta olmak üzere yukarıda sayılan birçok icraatı, muhalif çevrelerce dini siyasete alet etmek olarak yorumlanmıştır. Öyleki bazı dergiler bu kanunun diğer yeniliklerinde öncüsü olacağını belirterek kanunla alay eden dizeler yazmışlardır (Bkz. Mizah- 14 Tem 1950: 6 /1191).

149

CHP, DP’nin dini siyasete alet ettiğini sıklıkla ifade etmiştir (Örneğin bkz. BCA.030.01/ 43.254.17:5). Bu dönemde CHP’liler “türbeleri biz açtık” derken, DP’liler de Arapça ezan ve radyoda Kur’an okunmasının kendi eserleri olduğu propagandasını yapmışlardır. Ancak Eraslan’a göre, CHP “dini siyasete alet etme konusunda DP ile yarışamayacağını anlayınca yeniden Atatürkçülüğe dönmüştür” (Eraslan, 2007: 557; Olgun, 2008: 3505).

CHP’lilerin iddialarına göre Demokrat Parti, seçimleri kazanmak için yörenin dini önderlerinin desteğini almaya çalışıyordu. Sırf bu sebeple Diyarbakır’da seçimleri kazanmak için 18 şeyhle anlaşmış, bunları köy köy dolaştırarak Demokrat Parti’nin gerek dini gerekse sosyal alanda yaptıklarını anlatması istenmişti (Cumhuriyet, 4 Nisan 1954). Bu konunun gerçek olup olmadığını bilmemekle beraber bu dönemde konuyla ilgili yazılanlara bakıldığında DP’nin gerçekten şeyhleri propaganda aracı olarak kullandığı ihtimali güçlenmektedir. Nitekim bu dönemde birçok muhalif gazetede bu tür haberler çıktığı görülmektedir. Örneğin Cumhuriyetteki bir habere göre Bayar, şeyhler ve ağaların köyler üzerindeki etkisini bildiğinden buradaki halka propaganda yapmak yerine ağa veya şeyhi ikna etmeyi oyları kazanmak için yeterli görmüştür. Gazetedeki başka bir habere göre bu konunun ispatı niteliğinde bir röportaja yer verilmektedir. Buna göre Van’ın Ercis Köyü’nde bir grup Halk Partili, “iyi propaganda yaptınız mı ?” sorusuna “ Ne propagandası bey. On köyün ağasını elde ettik. Reyini bize verecek bu sene de” diyecektir. Gazetede “bu sebeple partililer ağa ve şeyh avında” şeklinde bir yorum yapılmıştır. Şeyhlerle ilgili dikkat çekici asıl ilginç haber ise röportaj için gittiği Doğu Anadolu’da bir şeyhin Yaşar Kemal’e gelerek propaganda yapmasıyla başlar.

Şeyh, Yaşar Kemal’e şöyle der:

“Genç adamsın elini vicdanına koy. Ben dün gece Hazreti Peygamberi rüyamda gördüm. Cennet bahçesinde bir nur ortasında duruyordu. O, kayboldu yerinde Şeyh Ahmed belirdi. Şeyh Ahmed Birinci Dünya Savaşı’na kadar yaşamış Doğu’nun en büyük şeyhlerinden biridir. Şeyh Ahmed’in sağ elinde Kur’an nur içinde kalkıyordu. Sol elinde de Demokrat Parti bayrağı. O da nur içindeydi. Yanına yaklaştım bayrağı elime verdi kayboldu. Sabahleyin uyandım, rüyamı köylüye söyledim.”(Cumhuriyet, 25 Nisan 1954).

DP ile ilgili tartışma yaratan ve CHP’yi doğrudan hedef alması sebebiyle etkisi daha fazla olabilecek bir propaganda konusu Kasım Gülek’le ilgili ortaya atılan iddialardı.

150

CHP’ye göre DP’lilerin fotomontaj ile çoğaltarak yayınladığı bir resimde, Gülek’in mezuniyet resmi alınmış yanına çıplak bir kadın resmi eklenerek halka dağıtılmıştır. Bu olayla, “Halk Partililerin ne kadar ahlaksız oldukları” propagandası yapılması karşısında Halk Partililer, resimdeki kadının, Demokrat Partili bir adayın karısı olduğunu ileri sürünce işler daha da karışmıştır. Fotoğraflar halk arasında dolaşmaya başlayınca ve demokrat karısının CHP’li Gülek’in kollarında olduğuna dair söylentiler yayılınca Demokratlar, çaresiz bu fotoğrafları toplattırmak durumunda kalır (Cumhuriyet, 26 Mart 1954; Cumhuriyet, 2 Nisan 1954). Gülek’le ilgili basında yer alan iddialar bununla sınırlı değildi. Gülek’in sünnetsiz olduğu, abdestsiz namaz kıldığı hatta papaz olduğu (Nadi, Cumhuriyet: 6 Mart 1954) yönünde birçok haber çıkıyordu (Sükan, 1991:103).

Kendisiyle ilgili eleştirilere cevap veren genel sekreter, DP’nin CHP’yi “dinsiz bir parti” kendisini de “dinsiz bir partili” hatta “sünnetsiz papaz” olarak göstermeye çalıştığını belirterek kendileriyle ilgili bu ithamlarda bulunanların “sahte Müslüman” olduklarını ve “hayatları boyunca alınları secdeye varmayan insanlar” olduğunu belirtmiştir (Yeni Ulus,17 Nisan 1954). Gülek’e göre DP, siyasete alet etmek için her yola başvurabilirdi. Bu sebeple kendisiyle ilgili eleştiri yapmaları normaldi. Öyleki DP’liler hoca ve imam kılığına girip köy köy dolaşarak halkın inançlarını sömürüp onları istismar etmeye çalışıyordu. Gülek, DP’lilerin her fırsatta CHP’lilerin camileri ahır yaptıklarından, eğer tekrar iktidara gelirlerse Arapça ezanı tekrar kaldıracaklarından, İmam hatipleri kapatacaklarından bahsetmesini eleştirmiştir. Ona göre bunun nedeni halkı korkutmaya çalışmak ve milletin dini değerleriyle oynamaktı (Cumhuriyet, 24 Nisan 1954).

CHP, yanlısı basında da Demokratların dini siyasete alet ettiği belirtiliyordu. Bu haberlerden birinde DP’nin “papaz sakalı okşayarak”, Hıristiyanların; “haham sırtı sıvazlayarak” Musevilerin; duygularını sömürdüğü ve oy avcılığı yaptığı iddia ediliyordu(Yeni Ulus, 19 Nisan 1954).

Din konusunda propaganda yapanlar sadece DP’liler değildi. CHP’liler de siyasette dini konulara başvurabiliyordu. Örneğin CHP’lilerin din konusunu kullanarak siyaset yapmalarına bir örnek olarak Bayar’la ilgili eleştiriler verilebilir. Bayar’ın İttihatçı olması sebebiyle CHP’liler onun “mason” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bayar ise bu

151

eleştiriler karşısında kendisine masonluk teklifi yapıldığını doğrulamış; fakat “dindar” bir insan olduğu gerekçesiyle masonluğu kabul etmediğini ifade etmiştir. Yassıada mahkemelerinde idama mahkûm olan eski Demokrat Parti milletvekili Baha Akşit, bu konunun sık sık muhalefet tarafından gündeme getirildiğini bu sebeple kendisinin konuyu Bayar’a açtığını, söylemiştir. Bayar’ın cevaben “evet, İttihatçılar genelde masondur. Bana da böyle bir teklif geldi. Fakat Masonlar, milliyetçi olmadıklarını söylüyorlar hâlbuki ben milliyetperver bir insanım, ayrıca masonlar dindar değildir. Ben dindarım” diyerek teklifi reddettiğini kendisine söylediğini ifade etmiştir (Röportaj için bkz. Gerger, 1991:197). Bayar’la ilgili eleştiriler sadece bununla sınırlı değildir. CHP, parti teşkilatlarına gönderdiği bir belgede hatiplerden DP liderlerinin şahsına yönelik kara propaganda yapılmasını istemiştir. Örneğin “Reisicumhurun bir Hıristiyan muhibbi olduğunu ve ailesinden onlara kız verdiğini”, Devlet reisi dahil DP mebuslarının mason olduğu” şeklinde propaganda yapılması istenmiştir. Ayrıca “bir Türk vekilinin İzmir’de Yunan bayrağını direğe çektiğini ve Türk askerine de resmi geçit yaptırdığı, İzmir’e gelen ecnebi gemilerini ziyaret eden Türk kadınlarının ırzlarına geçildiği” şeklinde propaganda yapılması da istenmiştir (BCA.030.01/43.254.17: 3) CHP ile ilgili iddialar bununla sınırlı değildi. İddiaya göre CHP’ye ait “Altıok Mecmuası” kapak kısmında Başbakan Adnan Menderes’in Athenagoras ve Patrikhane yetkilileri ile çektirdiği resmi vererek dini hassasiyeti olan seçmenlere kinayeli bir mesaj iletilmiş oluyordu. CHP’liler mecmuanın bu kapağını yırtıp her tarafa yaymışlar ve dükkânlara asarak herkesin görmesini sağlamışlardı. Bu sayede etkili bir propaganda yapmayı düşünüyorlardı (Cumhuriyet, 1 Nisan 1954). İleriki bölümlerde görüleceği üzere bu propagandanın amacı, Menderes’in Rum olduğunu iddia etmek onun ve partisinin muhafazakâr halk nezdindeki itibarını düşürmekti.

DP ise din konusunda CHP’nin kendine yönelik tavrını MP’yle irticayı eşleştirmek suretiyle göstermiştir (Yeni Politika, 15 Ocak 1954). Kendi tabanına hitap etmesinden olsa gerek DP, sürekli MP’ye yüklenmiştir. DP’nin bu eleştirilerine Osman Bölükbaşı’dan sert bir cevap gelmiştir. Bölükbaşı, Millet Partisinin dini siyasete alet ettiği yolundaki iddialarının neye istinat ettiği hususunun Başvekilden istizah olunmasına dair bir soru önergesi vermiştir. Önergede, iktidarın “iftira et izi kalır”