• Sonuç bulunamadı

Türkçe Ezan Yasağının Kaldırılması (16 Haziran 1950)

BÖLÜM 2: 2 MAYIS 1954 GENEL SEÇİM PROPGANDALARI

2.1.1. Türkçe Ezan Yasağının Kaldırılması (16 Haziran 1950)

1932 yılında hükümetin vilayetlere ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na gönderdiği bir emirle ezanın bundan böyle Türkçe okunması istenmiştir. Arapça ezan okumaya devam edenler, TCK’nın 526.Maddesi gereği tutuklanmıştır. Ancak temyiz mahkemeleri alınan kararların anayasaya uymadığı gerekçesiyle tutuklulukları bozmuştur. Bunun üzerine 1936’da 526.Maddeye ek yapılarak Arapça ezan okumak suç haline getirilmiştir (Bayar, 1969: 111).

Türkçe ezan meselesi 1950 seçimlerinde halkın en büyük beklentilerinden biri olmasına rağmen DP liderleri bu konuda -Terakki Perver Cumhuriyet ve Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimlerinden olacak- açık bir tutum sergileyememişlerdi (Nal, 2005: 148). Ancak, iktidara geldikten kısa bir süre sonra parti, konuyu gündemine aldı. Nitekim kendisini iktidara taşıyan halkın arzu ve istekleri arasında yıllardır süren bu yasağın kalkması da vardı. Bunun farkında olan, DP’liler “müezzin caminin içinde Allahuekber dediği zaman suç değil; fakat caminin bir parçası olan minarede Allahuekber dediği zaman suç olması anlaşılır şey değil” diyerek kanuna karşı ilk tepkilerini göstermişlerdi (Nal, 2005: 151).

DP’nin I.Hükümet Programı’nın ikinci bölümünde yer alan , programın en can alıcı ve akılda kalan cümlesi “millete mal olmuş inkılaplar mahfuz kalacaktır” sözü inkılapların korunacağı anlamına gelmekle birlikte inkılapların farklı yorumlanacağı ve yeni şeyler olacağının ilk işaretiydi (Birand vd., 1993: 78-79). Millete mal olmuş inkılâpların korunması bir bakıma “millete mal olmamış” inkılâplardan vazgeçileceği, böylelikle inkılâplar arasında bir faklılığa gidilerek ayrım yapılabileceği manasına da gelebilirdi. Nitekim DP, laiklik anlayışının ve dahi birçok inkılâbın bilinen halinden farklı yorumluyordu. Örneğin laiklik konusunda şunlar kaydedilmiştir:

“İrticacı tahrike asla müsaade etmemekle birlikte din ve vicdan hürriyetlerinin icaplarına riayet edeceğiz. Hakiki laikliğin manasını biz böyle anlamaktayız…hakiki laikliği dinin devlet siyaseti ile hiçbir ilgisi bulunmaması ve

87

hiçbir din düşüncesinin kanunların tanzim ve tatbikinde müessir olmaması şeklinde anlıyoruz.” (Nal, 2005: 147).

Menderes, Zafer’e verdiği röportajda ezan yasağının, zamanında gereklilik olduğunu; ancak şimdi kalmasının mantıksız olacağını, Atatürk’ün de zamanında taassupla mücadele ettiğini belirterek ileride bu yasağın kaldırılacağını söylemiştir (Zafer, 5 Haziran 1950) Menderes’in açıklamaları, Ulus’ta “Atatürk devrimlerini bir tarafta didiklemek” olarak yorumlanmıştır. Akşam ise kararın, Çakmak’ın cenazesinde provokasyon yapanları sevindireceğini belirterek bunun “ateşle oynamak” olduğunu iddia ediyordu. CHP ise böyle bir düzenlemenin inkılâba ihanet olacağını ve sonucunun kestirilemeyeceğini belirterek bunu devrim abidesinin altından bir tuğla çekilmesine benzetmiş, seçimleri kaybetme pahasına da olsa bununla mücadele edeceklerini belirtmiştir. Ancak CHP, söz verdiği gibi “seçimleri kaybetme pahasına” bu tasarıya karşı çıkmamış; bilakis kanunun çıkmasına destek vermiştir. Örneğin Cemal Reşit, CHP adına Türkçe ezan meselesinin bir kültür meselesi olduğunu ve ibadetler konusunda kendilerinin öz Türkçeye taraftar olduklarını; ancak bunun siyaset münakaşası yapılmaması gerektiğini belirtmiştir. Reşit, “Milli şuurun bu konuyu halledeceğine güvenerek, Arapça ezan meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına aleyhte olmayacağız” diyerek partisinin görüşlerini açıklamıştır. Nal, CHP’nin bu tavrını “seçim yatırımı” olarak değerlendirerek CHP’nin “devrimlerin parçalanmasına göz yumduğunu ve hatta destek verdiğini” belirtmiştir (Nal, 2005: 150-152). CHP’nin bu tavrında başından beri partideki ılımlılaşma ve kamuoyu baskısının etkili olduğu anlaşılmaktadır.

İnönü inkılâpların baskı ve zorlamayla yapıldığı eleştirilerine, bu kanunları yaparken devrin şartlarını düşünmek gerektiğini ve bunların asla bir “diktatörlük ürünü” şeklinde yorumlanamayacağını belirtmiştir. İnönü, devrimlerin baskı ve zorlamayla yapıldığı yönündeki eleştirilere şöyle karşılık vermiştir:

“İlk devirlerinde fesin yerine şapkanın giyilmesini ve devletin laik bir cumhuriyet olmasını ve Latin harflerini bütün bunları açık ve uzun tartışma ile kabul ettirmemizi hiç kimse bekleyemezdi.. bütün bunlar, yine bir diktatörlük eseri olarak meydana gelmemiş, hepsi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin denetimi ve hesap sormaları önünde gerçekleşmiştir” şeklinde cevap vermiştir (Esaslan, 2007: 519).

88

Cumhuriyet dönemindeki devrimlerin zorla yapıldığı konusunun yer yer tartışılması nedeniyle benzer bir açıklamayı da 1952 yılında Erim yapacaktır. Laikliğin din ve devlet işlerinin bir birinden ayrılması ve vicdan hürriyeti olduğunu söyleyen yazar, Atatürk’ün yobaz ve softa zihniyetini tamamen tesirsiz bırakmak için birtakım tedbirler aldığını, bu sebeple bazen laiklik sınırının ötesine geçildiğini; fakat devletin varlığı söz konusu olduğu için bu durumun anlaşılabilir ve kabul edilebilir olduğunu söylemiştir. Yazar, Atatürk devrimlerinin hepsinin “mutlaka aynen muhafaza edilmesi gereken naslar” olmadığını bunu iddia etmenin devrimciliğin en kuvvetli tarafı olan rasyonalizmi inkâr etmek olduğunu söylemiştir. Fransa’da kilise tüm eğitim faaliyetlerine hâkim olmasına rağmen devrimle birlikte kiliseye sadece din dersi verme mecburiyeti getirilmişti. Türkiye’de ise din dersi dâhil tüm dersler kaldırılmıştı. Sebep yeterli bilgiye sahip din adamının olmamasıydı. Devletin resmi öğretmeni şu veya bu dini mezhebe göre okutmamalı, tarafsızlığını muhafaza etmeliydi. Şimdi bu olayın laiklik değil “dinsizlik” olarak algılandığını komünizmde bile bu uygulamaların kalmadığını söyleyenlerin halkı kışkırtmak istediğini söyleyerek o zamanın şartlarında 17 bin okulda 17 bin din adamı bulunmasının zorluğundan, bulunsa bile bunların köşede bucakta “din hocası adı altında şurada burada dolaşanlara, köylerde kasabalarda gizli gizli Arap harflerini ve her türlü safsatayı masum yavrucakların kafalarına sokmaya çalışan insanlara, bir buçuk milyondan fazla çocuk teslim edilebilir miydi?” demiştir (Erim, Ulus, 4 Ekim 1952).

Hükümet Programının TBMM’de okunmasından 18 gün sonra tasarı, meclise getirildi. Tasarının gerekçesi “Müslüman Türklere sebepsiz yere manevi huzursuzluk veren böyle bir yasağın demokrasi ile idare olunan bir Devlet nizamı içinde yer alabilmesi de müstahildir. Fıkranın tayyi Müslüman Türklere muhakkak bir huzur ve vicdan rahatlığı verecektir.” (Nal, 2005: 150) şeklinde belirtilmiştir. 16 Haziran 1950’de 5666 sayılı yasa ile, 2 Haziran 1941’de çıkarılan 4505 sayılı Ezanın Türkiye’de Türkçe okunacağını düzenleyen yasa kaldırıldı. Ezan konusunda yapılan değişiklik, ezanın “Arapça” okunması şeklinde olmamıştır. Yapılan düzenleme ile “Arapça ezan okunacak yerine ezanın istenilen dilde okunması” serbestliği getirilmiş oluyordu (Gerger, 1991: 209). Buna rağmen tüm yurtta kısa sürede Türkçe ezan versiyonun kalktığı görülmektedir. Böyle bir uygulamanın tamamen terk edilmesi bu zorlamanın ne kadar “yapay” olduğunu göstermiştir. Nal’a göre CHP, 14 Mayıs seçimleri öncesi Temmuz

89

beyannamesi ile “militan laiklik” anlayışını bırakmıştır. DP ise özellikle Türkçe ezan zorunluluğunu kaldıran kanununu çıkarmakla “dini kurtaran parti” sanını almıştır. Nal, partinin ilk sunduğu tasarının ezan meselesi olmasını, DP’nin dini konulara öncelik vermesi olarak yorumlamış ve partinin “irtica”ya yatkın olduğunu ima etmiştir. Zira DP, “millete mal olmamış” ilk inkılâplardan laiklik üzerinde bir deformasyon yaratmış ayrıca bu hareketleriyle “dinci” kesimleri daha da cesaretlendirmiştir. Örneğin Türkçe ezan yasağının kalkmasıyla Ankara Tacettin Camii İmamı “CHP kanımızı emiyordu. Milyonları çalıp, dinsizliği yaydılar. Allah bizi onlardan kurtardığı için hep birlikte Allaha ve DP hükümetine dua edelim” Hacı Bayram Camii İmamı’nın da CHP’lilerin “Fransa’dan bile daha kâfir” demiştir (Nal, 2005: 148,168).

Birand, bu düzenlemenin başta Bayar olmak üzere Demokrat Parti içindeki “ilericileri” ve orduyu memnun etmediğini ifade etmektedir. Hatta Bayar, yasayı onaylamayı geciktirmişti. Fakat Menderes, beklenmedik bir şekilde istifa mektubu yazması işleri değiştirmiş sonunda iş tatlıya bağlanmıştır. Bu olay, Menderes’in ilk güç denemesi “artık ben de varım” demesiydi (Birand vd.,1993: 84-86). Toktamış Ateş, bu konuda daha da ilginç bir söz söyleyerek Türkçe ezan meselesinin aslında ne Menderes ne de Bayar’ın isteğiyle gerçekleştiğini, asıl etkenin parti tabanının talep ve baskıları olduğunu belirtmiştir (Gerger, 1991: 170). Bu durum propaganda açısından bir baskı unsuru olan parti tabanının etkisini ve seçmen parti ilişkilerinin ileriye dönük bir faaliyet olduğunu ortaya koymaktadır. Zira böylece siyasi parti seçimlerde oyunu aldığı seçmene karşı halkın taleplerini yerine getirerek borcunu ödemiş oluyordu.

2.1.2. 5680 Sayılı Basın Kanunu (15 Temmuz 1950)

21 Temmuz 1950’de hükümet, zaman kaybetmeden Cumhuriyet döneminin ilk basın yasası olan 1931 Matbuat Kanunu'nu ve değişikliklerini yürürlükten kaldırdı. 5680 Sayılı Basın Kanunu ile daha önceden 1931 Matbuat Kanunu'nda hükümete tanınan geniş yetkiler kaldırılmıştır. Hatırlanacağı üzere 1946’da çıkarılan basın kanunuyla 1931 kanununun bazı kısıtlamaları kaldırılmıştır. Bu kanunla ise daha ileri bir adım atılıyordu. Örneğin bu kanunla gazete çıkarmak için izin alma şartı kaldırılmış, bildirimde bulunmak yeterli sayılmıştır. Basın suçları Toplu Basın Mahkemeleri'nde yargılanacak ve bu, basın için bir güvence niteliği taşıyacaktı. Ancak yasa, gazetecilerin yazdığı yazılarla ilgili bazı sorumluluklar da getiriyordu. Gazete sahipleri, yayımlanan

90

yazılardan dolayı ceza sorumluluğu taşımayacaklardı. Ancak yazı işleri müdürleri, gazetedeki tüm yazarların yazdıklarından sorumlu olacak ve suç unsuru teşkil eden unsurlar bulunduğu takdirde yazarla birlikte bu durumdan sorumlu olarak ceza alabilecekti (Yıldız, 1997: 487).

Yasanın basın için en olumlu yanları, gazetecilere sendika hakkı, kıdem tazminatı, iş sözleşmesi gibi basın mensupları için son derece önemli haklar tanınmasıdır. Zafer’de, kanun ile basının siyasi özgürlüğünün sağlandığı ve gazetecilere ekonomik özgürlüklerinin verildiği ifade edilmiş ve o güne kadar basın mesleğinin güvencesi olmadığı için bir meslek olarak algılanmadığı ve daha yüksek mevkilere yükselmek için bir atlama taşı vazifesi gördüğü belirtilmiştir (Emre Kaya, 2010: 93-94).

Kanuna göre mesul müdür, basın kurumunun ismini, neşir mevzuunu, ne vakitte çıkarılacağını ve idare yerini sahibinin adını ve ikamet bilgilerini bildirmek zorundaydı. Kanunun dikkat çekici yönü mesul müdürün suç teşkil eden yazı veya resimlerle ilgili yazar-çizerler kadar sorumluluk taşımasıydı. Bunun yanı sıra savcılık istediği takdirde 24 saat içerisinde suç işlediği iddia edilen gazetecinin ismi verilmek zorunda olmasına karşın suç teşkil etmeyen yazılardan ötürü müstear adla yazı yazan veya karikatür çizen gazetecilerin isimlerini verme zorunluluğu yoktu. Mesul müdürün rızası hilafına çıkarılan yazı veya resimlerden suçu işleyen gazeteciler sorumlu olacaktı. Bu durum patronlar için de geçerlidir.

Kanuna 19.maddesi “Bir şahsın haysiyet ve şerefine dokunan veya menfaatini bozan yahut kendisi ile ilgili hakikata aykırı hareketler, düşünceler ve sözlerle açık veya kapalı

şekilde bir mevkutede yapılan yayından dolayı o şahsın imzasıyla gönderilecek cevap ve düzeltmeyi mevkutenin mesul müdürü metnine hiçbir mülahaza ve işaret katmaksızın aynen ve tamamen neşre mecburdur” şeklindedir. Buna göre cevap ve düzeltme suçun işlendiği aynı sayfada aynı punto ile yayınlanması zorunluluğunu getirmekteydi.Bu hüküm yerine getirilmediği takdirde 150 lira para cezası uygulanacaktır (http://www.bilgi-rehberi.com/kanunlar/kanun55680uc.html).

1950 yasa tasarısındaki önemli bir değişiklik teklifi ise 31. maddeydi. Özel hayatının gizliliği ilkesiyle ilgili olan bu madde şöyleydi: “Rızaları hilafına şahısların hususi veya aile hayatları hakkında ima tarikiyle dahi olsa yayında bulunanlar, suçtan zarar görenin

91

mahkûm edilirler.” şeklindeydi. Bu madde mecliste görüşüldüğü sırada Cezmi Türk, Nadir Nadi ve Sıtkı Yırcalı gibi isimler, tasarıya karşı çıkmışlardı. Yırcalı, kamu yaşamında görev alan kişilerin yaptıkları her şeyin milletin denetiminde olması gerektiğini savunarak basının, halk adına denetim yaptığını belirtmiştir. Yırcalı, “eğer bu şekilde, umumi de olsa, hususi de olsa bütün müesseselerimizin kontrolünü ele almazsak, basın hürriyetini buraya teşmil etmezsek başka türlü hâkimiyetlerin kurulmasına vesile hazırlamış oluruz” diyerek kanunun iptalini istemişti. Bahadır Dülger ise, basının serbest olması yanında kişilerin aileleri, özel hayatları, şeref ve haysiyetlerin korunması gerektiğini vurgulayarak “Bir adamın namusluluğunun veya namussuzluğunun kıstasını bir gazeteci eline verebilir miyiz?” diyerek kanuna destek vermişti. Bu madde Yırcalı'nın teklifiyle metinden çıkarılmıştır (Yıldız, 1997: 487). 30. Madde ise tahkikat konusu bir olayla ilgili evraka ait bilgi verilmesi, mahkemenin kanaati üzerinde tesir edebilecek her türlü yayında bulunulması gibi konular yasaklanmıştır. Bu madde hükümlerine aykırı hareket edenler 1 aydan 6 aya kadar hapis ve 500 liradan 5000 liraya kadar ağır para cezasıyla cezalandırılacaktır. Kanunda basın suçlarının acil işlerden sayıldığı ve adli tatil dönemlerinde dahi olunsa bu kişilerin acilen yargılanması kararlaştırılmıştır. 31. Madde ile yabancı yayınların Türkiye’de yayınlanması veya toplattırılması ise bakanlar kurulunun iznine bırakılmıştır. Bu kanun 9 Haziran 2004 tarihli 5187 nolu kanunla kaldırılmıştır (Bkz. Kanun hakkında geniş bilgi için bkz.http://www.bilgi-rehberi.com/kanunlar/kanun55680uc.html).

2.1.3. 5953 Sayılı Basın Kanunu (13 Haziran 1952)

“Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun” adını taşıyan yasa, adından da anlaşılacağı üzere basın çalışanlarının çalışma koşullarıyla ilgili düzenlemeleri kapsıyordu. Bu yasa o döneme göre basın çalışanları açısından görülmemiş değişiklikler içeriyordu. O güne kadar hiçbir yasa kapsamında tanımlanmamış gazeteci, ilk defa kanunen dolaylı da olsa tanımlıyordu. Yine o güne kadar sadece devlet memurlarına tanınan yıllık ücretli izin hakkı gazetecilere de tanınmış oldu. Yasa, gazetecilerin işverenle bir sözleşme yapmasını şart koyarak gazeteciyi işverene karşı korumuş oluyordu. Bu mukavelede, içinde işin türü, ücret miktarı, gazetecinin kıdemi gibi konular yer alıyor; sözleşmenin feshi halinde önceden bildirilmesi ve tazminat ödenmesi zorunluluğu getiriliyordu. Ayrıca haftalık

92

tatil hakkı, sendika kurma hakkı ve sosyal sigortalara tabi olma zorunluluğu getiriliyordu. Yasa gazetelerin dini bayramlarda yayımlanması konusunda ise bir yasak getirerek ortak tatil zamanı yaratmış oluyordu (Yıldız, 1997: 488).