• Sonuç bulunamadı

Demokrat Partinin Kuruluşu (7 Ocak 1946)

BÖLÜM 1: 14 MAYIS 1950 GENEL SEÇİM PROPAGANDALARI

1.2. Türkiye’de Seçimlerin Kısa Tarihçesi

1.3.2. Demokrat Partinin Kuruluşu (7 Ocak 1946)

7 Haziran 1945’te Bayar, Menderes, Köprülü ve Koraltan “Dörtlü Takrir” adıyla bilinen bir teklif sunmuşlardır. Takrirde savaşın bittiğini bu sebeple ülkenin demokrasiye hazır olduğunu belirterek anayasada belirtilen kişi hak ve hürriyetleriyle ilgili tüm sınırlamaların kaldırılmasını istiyorlardı. Çünkü bu dönemde İstanbul’da hala sıkıyönetim devam ediyor, basın üzerindeki baskılar ise bitmek bilmiyordu. Örneğin Vatan ve Tan gazeteleri muhalif yayınlar yaptıkları için liberalist ve komünist olmakla suçlanmış büroları basılmıştır. Karpat’a göre, hükümet, özellikle “sol görüşlü” gazete ve matbaaların basılmasına “göz yummuştur” (Karpat, 2010: 239). Menderes ve Köprülü’nün Vatan’da çıkan beyanatları partiden ihraç edilmelerine sebep olmuştu. Koraltan kararı eleştirince o da partiden uzaklaştırıldı. Bunun üzerine Bayar da istifa etti.

22

Muhaliflerin üzerinde önemle durduğu konular “basın hürriyeti, Cemiyetler Kanunu, Ceza Kanunu, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu (PVSK), jandarma baskısı, Üniversite özerkliği, tek dereceli seçim, cumhurreisinin parti başkanlığından ayrılması gibi bir dizi konuları kapsıyordu (Karpat, 2010: 235-236). Muhalefet kazanının kaynaması nedeniyle İnönü, 1 Kasım 1945’te TBMM açılışında, ülkenin emniyet ve serbestlik içinde demokrasiye doğru yol aldığını belirtmiş ve tek eksiklerinin bir muhalefet partisi olduğunu ifadeyle muhalefetin başka bir parti altında muhalefetine yeşil ışık yakmıştır (Karpat, 2010: 231-235). İktidarın bu çağrısı muhalifleri harekete geçirdi ve 7 Ocak 1946 tarihinde ABD’de 1825 yılında kurulan liberal görüşlü Demokrat Parti”den esinlenerek “Demokrat Parti” (DP) adında yeni bir muhalefet partisi kurulmuş oldu (Turan,Ş., 1999/IV-I: 220).1949 tarihli parti programının umumi esaslar başlıklı maddesinde partinin niçin kurulduğu şöyle açıklanmıştır: “Siyasi hayatımızın birbirine karşılıklı saygı gösteren partilerle idaresi lüzumuna inanan Demokrat Parti, Türkiye Cumhuriyeti’nde demokrasinin geniş ve ileri bir anlayışla gerçekleşmesine ve umumi siyasetin demokratik bir görüş ve zihniyetle yürütülmesine hizmet maksadıyla kurulmuştur.” Parti programının 19. maddesi ise mevcut hükümetin merkeziyetçi-devletçi tutumuna karşı kamuoyunu önplana alan bir tavır sergilenmiştir. Bu tutum programda şöyle ifade edilmiştir:

“İç işlerimizde, hükümeti ve teşkilatı, halkın dışında ve üstünde bir varlık değil, sadece halk tarafından amme vazife ve hizmetlerini görmek üzere kurulmuş bir idare cihazı olarak saymak, esaslı bir prensibimizdir.” (Kaya Özçelik, 2010: 171).

“Demokrasi süsü” olarak görülen bu “tecrübesiz bebekler”in iktidar olabileceğine ihtimal vermeyen hükümetle Demokrat Parti arasındaki ilişkiler başlangıçta oldukça iyiydi (Karpat, 2010:240). Nitekim yeni parti, laiklik ilkesi dâhil olmak üzere Atatürk ilkelerinin tümünü aynen kabul etmişti. Zaten kuruluş aşamasında Bayar’la İnönü’nün görüşmesi, her iki partinin de bu ilkeler üzerinde anlaştığına dair yorumlara neden olmuştur (Eraslan, 2007: 536). Böyle bir gizli anlaşmanın olup olmadığı bilinmese de yeni partinin iktidar partisinin hassasiyetlerine uygun hareket edeceği kesindir. Nitekim DP kurulduğu gün basın toplantısında CHP ile DP arasındaki farkı soran gazetecilere Menderes, DP için "Belki iki parmak daha sol'dur" yanıtını vermiştir (Yıldız, 1997: 482).

23

Gerek iç gerekse uluslar arası dengeleri gözetmek durumunda kalan iktidar, zamanla sertlik yanlısı politikadan taviz vererek nihayet 12 Temmuz Beyannamesi ile muhalefetle uzlaşma yoluna gidecektir.

Karpat’a göre CHP’nin halkı aşağı gören, seçkinci bakış” açısına karşı DP, halkı önplana koyan bir propaganda benimsemiştir. Ona göre gerçek “demokrasi” tanımını ilk defa, muhalefet yıllarında gerçek demokrasinin Türkiye’de kurulması uğrunda samimiyetle çalışan Demokrat Parti yapmıştır. Yazar, Halk Partisi’nin, “milletin” devlet sayesinde var olduğunu ve devlete metafizik bir karakter yüklediğini belirtmiştir. Bu anlayışta devlete mutlak bir üstünlük tanınıyor; fert, mutlak olarak devlete tabi kılınıyordu. Bu yüzden inkılâpların devlet tarafından millete zorla kabul ettirilmesinde bir gariplik görülmemiştir. Oysa yeni parti bu düşüncelere karşı yeni bir felsefe geliştirmiştir. Ona göre Demokrat Parti, Halk Partisi’nin aşırılıklarına ve oligarşik felsefesine karşı bir tepki olarak meydana çıkmıştır. Bu yönüyle insana daha yakındır. Devlet, birey ve toplumun menfaati için oluşturulmuş bir kurumdur. Birey devletten önce geliyordu. Bireyin ihtiyaçları, kanaatleri ve hakları devlet yetkileriyle kısıtlanamazdı. Bu sebeple DP, ilk yıllarda kuvvetini üniversite profesörlerinden basit köylülere kadar bütün toplumsal grupları barındıran halk kitlelerinden almıştır. Partiye gösterilen bu sempatinin nedeni geniş halk kitlelerinin Halk Partisi’ne muhalif olmaları kadar DP’nin bütün toplumsal grupları memnun edecek yeni bir siyasi örgütlenme yaratacağı ümididir. Yazar bu iddialarına birçok yerde merkez teşkilatının haberi olmadan Demokrat Parti şubesinin açılması ve bunların sonradan merkeze bildirilmesini örnek göstermiştir. Üstelik birçok köyde ise halk parti ilçe veya köy örgütlerinin kendiliğinden Demokratlara katılması da buna örnekti. Bu sebeple birçok yerde duvarın veya kapının üzerindeki CHP levhasının “Demokrat Parti” olarak değiştirilmesi yeni örgütün kurulması için yeterli olmuştur (Karpat, 2010: 488-494).

Menderes’in aşağıdaki sözleri de DP’nin halka bakış açısını göstermesi bakımından mühimdir:

“...Biz hak ve hürriyet davasını, sadece güzel vaatlerin, büyük prensiplerin münakaşa ve kabul edilivermesi ile gerçekleşebilir saymıyoruz. İstiyoruz ki bu dava, konuşmalarımızdan yüksek siyasetin arkasında her günkü hayatımıza kadar, köyümüzdeki kurban derisinin teberruundan, milli külfetlerin müşterek tevziinden

24

onun nimetlerinden kanuni müsavat içerisinde istifadeye kadar kökleşsin. Çünkü biz, buralarda yaşayan vatandaşlar, basit insanlarız. Sadece prensipler üzerinde anlaşmalar, yüksek siyaset için belki kafi gelebilir. Fakat gündelik hayatın iktisadi

şartları, mali ve içtimai yokluklar içinde bir bütün oluvermiş olan insanların yaşayışlarında bir şeker işi, teberru işi, bir cezanın partiler arasında farklar gözetilerek tarhı, köyümüzdeki ve mahallemizdeki bir muhtarın hor muamelesi ve nihayet vergimizi ellerine teslim ettiğiniz insanların kötüye kullandıkları haklarımıza mukabil affa uğramaları, vergilerimizin keyfi sarfı bizim için mühim davalardır…” (Karpat, 2010: 402).

Menderes, “bunların münakaşa yeri Meclistir” diyerek bu tür söylemlerin parti mitinglerinde dile getirilmesini eleştiren CHP’ye seslenerek, meclisin kanunu düzenleyen yer olduğunu ancak “ona bu fikri veren, onu şekillendiren sokaktaki, dükkandaki, evdeki ve nihayet meydandaki halkın maşeri (ortak) vicdan ve isteği” olduğunu belirtmiştir. Ona göre partiler muayyen meselelerde hadiseleri millet önünde münakaşa ederek çoğunluğu sağlarlar. “Bunun adına sokak demokrasisi değil, demokrasinin kendisi denilir”. Aksi halde siyasilerin söylemleri sadece “kulis politikası” ve “koridor taktiği” olarak kalır (Karpat, 2010: 402).

1.3.3. 10 Mayıs 1946 Halk Partisi Olağanüstü Kurultayı ve Basın Kanunu (13 Haziran 1946)

Bu kurultayda, ilk defa sınıf çıkarlarını esas tutan siyasi parti ve derneklerin kurulmasına izin verilmesi kararlaştırılmıştır. Nihayet 5 Haziran 1946’da 4919 sayılı Cemiyetler Kanunu çıkarılarak siyasi parti ve dernek kurmanın önündeki yasaklar kalkmış oldu. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile ortaya çıkan bu sınıf farklılıklarına dayalı parti kurma fikri artık CHP tarafından icraata dökülmüş oluyordu. O zamana kadar bu tür istekler komünist talepler olarak telakki edildiği için şiddetle reddediliyordu. 1946 seçimlerinden sonra ise partiler sadece bir sınıfa dayanan partilerin ayakta duramayacağını anlamış olacaklar ki toplumun tümünü kapsayan bir parti görünümü çizmeye çalıştılar. CHP de toplumun tüm kesimlerine hitap etmenin önemini anladı. Özellikle köylü ve işçi sınıfın haklarını savunmaya başladı. Ekonomi politikaları bile sosyal problemler olarak ele alınmaya başlandı. Bunun sonucunda Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun 17.maddesi değiştirildi. Böylece sosyal sınıfların çıkarlarını koruduğunu göstermiş oldu. Kurultayın 6. maddesinde doğrudan “sınıf”

25

kelimesinden bahsetmese de çeşitli sosyal grupların milletin bütününü teşkil ettiği ifade edilmiştir. DP ise sınıf ayrılıklarını kabul etmekle birlikte partilerinin sınıf üzerine kurulmuş bir parti olmadığını ve tüm sınıfları temsil eden “ milli bir parti” olduğunu belirtmiştir. Partinin nispi temsile karşı çıkmasının sebebi de bu sistemin sınıfların temsiline yol açacağı endişesi olarak ifade edilmiştir (Karpat, 2010: 387-391).

Kurultayda alınan diğer önemli kararlar ise, tek dereceli seçim sisteminin uygulanması, “Değişmez genel başkan”, “Milli Şef” gibi ünvanlar, yerine “parti başkanı” unvanının benimsenmesi ve “Müstakil Grup” un kaldırılmasıdır (Eraslan, 2007: 538).

Partideki bu liberal hava basınla ilgili tutuma da yansımıştır. 1939 da başlayan ve Kasım 1947’ye kadar süren sıkıyönetimin hükümete tanıdığı olağanüstü yetkiler, bu zamana kadar hükümetin genellikle basına karşı sert bir tavır almasına neden olmuştur (Yıldız, 1997: 482). 1946 yılında hükümet liberalleşmenin örneği olarak basın üzerindeki kısıtlamaları az da olsa kaldırma gereği hissetmiştir. 13 Haziran 1946’da çıkarılan kanunla, gazete ve dergilerin kapatma yetkisi hükümetten mahkemelere verilmiş oldu. Kapatma süresi bir aydan az olmamak kaydıyla iki yıla kadar verilebiliyordu. Hükümet, kanundan bir gün sonra af kanunu çıkarmış ve tüm basın suçlarını affetmiştir. Mahkemeler basın suçları hakkında karar vermeden önce suç olayını inceleyip usulüne uygun şekilde delillerin ibrazını isteyeceklerdi. Basın Birliği kaldırılarak isteyen basın organının meslek örgütü kurmasına ve üye olmasına imkân tanınmıştır. Ayrıca kanunla, gazete çıkarmak için zorunlu olan “İyi Ahlak Belgesi”, 5000 lira depozit, mülki amirin onayının alınması gibi uygulamalar da kaldırılmış oluyordu (Karpat, 2010: 245).

Hükümetin bu adımlarının sebebi muhalefet partisi DP’nin ve muhalif basının eleştirilerinin dozunu düşürmesi için atılan önemli bir adımdır. Ancak hükümetin attığı bu olumlu adımlara rağmen gazetelerin bu sefer mahkeme eliyle kapatıldığı ve sahiplerinin tutuklandığı görülür. Örneğin Sıkıyönetim Komutanlığı 16 Aralık’ta bazı partileri ve onları destekleyen gazeteleri kapatmıştı. Dolayısıyla kapatma yetkisinin mahkemelere verilse de uygulamada durumun farklı olduğu görülmektedir. Kapatılan basın organları şöyledir: Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ile Türkiye Sosyalist Partisi'nin Sendika, Ses, Nor Or, Gün, Yığın ve Dost gazete ve dergileri ve bunların matbaaları kapatılmıştı. Ayrıca siyasi, hukuki nizamı bozma yolunda

26

propaganda yapan Yarın gazetesi ve irticai yayınlar yaptığı gerekçesiyle Büyük Doğu Dergisi ve matbaası dört ay için kapatılmıştır [Bu gazeteciler Şevket Bilgin, Adnan Düvenci, Mithat Perin, Atıf Sakar, Salih Gürhan, Fuat Arna, Adnan Bilgin ve Samet Ağaoğlu'dur]. 19 Nisan 1947'de, Menderes’in İzmir'de yaptığı konuşma Kuvvet, Tasvir, Demokrasi, Yeni Asır, Demokrat İzmir gazetelerinde yayınlananınca bu gazetede çalışan 8 gazeteci mahkemeye verilmiştir. Bu gazetecilerden biri olan Ağaoğlu, Menderes'ten mahkemeye katılmasını istemiştir. Menderes mahkemeye katılınca savunma yapan Ağaoğlu (Menderes'i göstererek), “İşte, konuşan o, konuşmayı yayımlayan ben. Şayet ortada suç varsa, suçlu serbest, ama o suça sebep olan konuşmayı havadis diye veren gazeteci hapis. Konuşmayı yapan serbest ise, ortada suç yok demektir” şeklinde savunma yaparak ortadaki çelişkiye işaret etmiştir (Yıldız, 2007: 483-485).

CHP iktidarının basın konusundaki bu tavrı DP tarafından sürekli propaganda konusu yapılmıştır. Menderes ve diğer DP’liler “demokrasi mücadelesi”nde basın desteğini yanına çekmek için basını öven sözler sarf etmiştir. Örneğin Menderes, 1949 yılındaki bir konuşmasında basınla ilgili şunları nakletmiştir:

“Vatandaş hak ve hürriyetlerinin en büyük teminatı olan matbuat hürriyetine artık hiçbir suretle dil uzatılmamalıdır. Vatanperver Türk matbuatı ve DP şimdiye kadar olan mücadeleleriyle iktidarı bir daha nikabını atmak mecburiyetinde bırakarak büyük bir vatani vazife yapmıştır” (Kaya Özçelik, 2010: 172).

1946 seçimleri yaklaşınca hükümet basına karşı daha yumuşak bir tavır içine girmiştir. Nitekim seçimlerden hemen önce basına serbestlik tanınacağını bildirilmişti. Ancak seçimin hemen akabinde yine gazeteler kapatılmış, hükümet vaadinde durmamıştır. Celal Bayar'ın 1946 seçim sonuçlarıyla ilgili olarak “İşte ben iddia ediyorum, hatta itham ediyorum; seçim işlerine fesat karıştırılmıştır. Seçimler memleketin hakiki iradesini göstermekten uzaktır” şeklindeki sözlerini yayımlayan Yeni Sabah ve Gerçek gazeteleri kapatılmış; aynı demeci aktaran Tanin’e ise iktidar yanlısı olduğu için dokunulmamıştı. İzmir'de ise “Hayır! Biz bunları seçmedik” diye başlık atan İzmir ve

İleri Demokrasi gazeteleri “seçimi ihlal”, “halkı isyana teşvik” suçlarını işledikleri için mahkemeye verilmişlerdi (Yıldız, 2007: 483-485).

27 1.3.4. 21 Temmuz 1946 Genel Seçimleri

1946 seçimleri öncesinde CHP ve İçişleri Bakanlığı ayrı ayrı genelge yayınlayarak seçimlerin serbestçe yapılması, muhaliflere karşı tehditvari hareketlerden vazgeçilmesini istemişlerdi. Ancak Halk Partili bir adaya yardım etmesi için bir kaymakama gizli bir mektup gönderilmesi ve mektubun kaymakam tarafından ifşa edilmesi ortalığı karıştırmış ve hile ve baskı iddialarını kuvvetlendirmiştir. Karpat’a göre bu iddialar doğru olabilir. Zira sandık başlarında devlet memurları görevlendirilmekte olup oylar sayıldıktan hemen sonra imha ediliyordu (Karpat, 2010: 248-251).

21 Temmuz’da yapılan seçimlerde ilk anda gelen haberler DP için büyük heyecan yarattı. Şehirlerde büyük oranda DP kazanmıştı. Ancak köylerden gelen ezici oyla CHP’nin kazandığı anlaşıldı. Ancak DP’ye göre köylerde baskı ve hile ihtimali oyların CHP lehinde olmasını sağlamıştır (Akandere, 2010: 107). 1946 seçimlerinde CHP 390, DP 65, Bağımsızlar 7 milletvekili çıkarmıştır (Eraslan, 2007: 538).

İstanbul seçimleri ise başlı başına muammaydı. Seçimlerin üzerinden 3 gün geçmesine rağmen sonuçlar ilan edilmemişti. Bunun üzerine DP milletvekili adayı Fevzi Çakmak valiyi ziyaret etmiş ve seçimlere saygı gösterilmesini rica etmişti. Sonuçlar ancak bundan sonra açıklanmıştır. Ancak bu muhalefeti tatmin etmedi. Muhalefet oyların çalındığını iddia ediyordu. Örneğin Bayar, seçimlere fesat karıştığından bahisle 1946 seçimlerinin memleketin hakiki iradesini yansıtmadığını, şayet kanunlara riayet edilseydi partilerinin seçimleri kazanabileceğini iddia etmiştir (Karpat, 2010: 250). Karpat, 1946 seçimlerinin kesinlikle demokratik olmadığını, seçim sonuçlarının da kesinlikle gerçeği yansıtmadığını belirtir. Ancak seçimlere hile karışmasaydı DP’nin kazanacağı yönündeki iddiaları da abartı olarak görür. Çünkü DP o dönemde özellikle Doğu illerinde teşkilatlanmasını tamamlayamamıştır (Karpat, 2010: 488-489).

1946 seçimleri her dönemde tartışma konusu olmuştur. DP’nin bu seçimler konusunda propaganda yapması konunun sürekli gündemde kalmasını sağlamıştır. Bu nedenle sürekli gelecek seçimlere dair ders alınması gereken bir örnek olarak gösterilmiştir. Örneğin Toker, 1957 yılında meclisin 1946’dan beri düzgün bir murakabeye sahip olmadığını bunun sorumlusunun da bu dönemde güvenli bir seçim yapılmaması sebebiyle CHP olduğunu belirtmiştir. Toker, 1946 seçimlerinin serbestçe yapılmadığı

28

için DP’nin demokrasi söylemlerinin halkta bu kadar yankı bulduğunu ve mecliste adeta tek parti haline dönüştüğünü belirtecektir. Yazar, DP’yi iktidara taşıyan asıl unsurun 1946 seçimlerinin halkta yarattığı etki olduğu kanaatindedir (Toker, Akis, 12 Ekim 1957:5).