• Sonuç bulunamadı

Yükseköğretimin ve Üniversitelerin Tarihsel Gelişimi 23 

Üniversiteler, eğitim zincirinin son halkası olarak seçkinleri ve devlet yöneticilerini4 yetiştiren bir yüksek okul olarak tanımlanırsa her dönemde ve her uygarlıkta bu kurumların yer aldığı görülecektir (Timur, 2000, s.34). Bununla birlikte birçok konuda nitelikli eleman yetiştirilmesi, medreselerin de yükseköğretim kurumları olduğu görüşünü desteklemektedir (Cihan ve Doğan, 2007, ss.53-54). Alkan (1999), üniversitelerin medreselerindevamı olduğu görüşündedir (s.33).

24

Üniversiteler, çoğu plansız bir şekilde, ünlü hocaların etrafında toplanan öğrencilerin, kendi ortak çıkarlarını kilise yetkilerine ya da kentlerden gelen, örneğin kalacak yer için yüksek kira bedeli istemek türünden zorlamalara karşı korumak amacıyla örgütlenmeleri sonucunda kurulmuştu (Ağaoğulları ve Köker 1998, s.181). Kentliler öğrencileri vatandaşlık hakları olmayan yabancılar olarak gördüğünden böyle bir himaye birliğinin kurulması gerekliydi (Sivas, 2011, s.216). “İtalya ve İspanya’nın üniversitelerinde öğrenciler ilkin örgütlenirler ve öğretmenlerini daha sonra tutarlardı” (Artz, 1996, s.253). Kentleşmenin getirdiği yeni toplumsal çatışmalar karşısında meslekleri lonca halinde birleştirmeye iten harekete koşut olarak (Jeauneau, 1998, s.76) hocalar ve öğrenciler ortak çıkarlarını kollamak, güvenliklerini sağlamak için bir araya gelirler (Erol, 2005, s.83). Bu nedenle

“Universitas’ teriminin lonca anlamını taşıdığı söylenebilir (Timur, 2000, s.42;

Tekeli, 2003, s.29; Erol, 2005, s.83)

Ortaçağdaki kökleri sebebiyle Avrupa üniversiteleri ekonomik hayattan çok dini hayatın bir parçası idiler (Halsey, 1968, s.53). Aristoteles’in yapıtlarının 13. yüzyılın çeşitli dönemlerinde Paris üniversitesinde okutulmasının Kilise tarafından yasaklanması bunun göstergesi olabilir (Ağaoğulları ve Köker 1998, s.199).

Coğrafi keşiflerden sonra yaşanan Rönesans ve Reform hareketleri üniversiteleri de etkilemiştir. Bu dönemde hümanizma düşüncesi gelişmiş ve sanat akademileri kurulmaya başlamıştır. Ağaoğulları ve Köker’e (1997) göre bilimsel düşünce bu akademilerde gelişmeye başlamıştır. (ss.15-18).

15. yüzyıla gelindiğinde üniversiteler öğrencilerden sağlanan kaynaklarla yürütülemez hale gelmiş, prensliklerin ve kiliselerin kendilerine sağlamış olduğu mali imtiyazlar ve itibar nedeniyle iktidarlara bağımlı hale gelmişlerdir (Charle ve Verger, 2005, ss.13-15). Bilim adamı iktidara yakın bir konumda olma ve

25

araştırmalarını yürütebilmek için ihtiyaç duyduğu maddi araçlara sahip olma karşılığında özerkliğinden vazgeçmiştir. (Ferrarotti, 1999, s.59). Bu durum mütevelli heyetler kanalıyla topluma açılma olarak da anlamlandırılmaktadır.

Meslek eğitimi ihtiyacı çok eskilere dayanmakla birlikte, bu çalışma çerçevesinde taradığımız kaynaklar üniversitelerdeki uygulamanın modern çağda bugünkü şekliyle biçimlendiğini göstermektedir. Doğan Özlem (1999), yeniçağın sanayileşen ve teknoloji temelli toplumlar haline gelen modern toplumlarında ekonomiden, siyasal bilgilerden işletmeye, mühendisliğe ve mimarlığa vd.’ne kadar bilimci dayatmacılığın yanı sıra, ihtiyacın da etkisiyle değişik fakülteler üretildiğini, değişik bölümler icat edildiğini söyler (s.120).

1789 Fransız Devrimi’nden sonra iktidarı ele geçiren burjuvazi üniversiteleri

de kendi istekleri doğrultusunda şekillendirmiştir. Bunun sonucunda aydınlanmayla birlikte üniversitelerin asıl görevi burjuva devriminin ilkelerine ve ideolojisine katkı yapmak ve bu ideoloji doğrultusunda insan yetiştirmek olmuştur (Demirer, Duran ve Orhangazi, 2000, s.15). Onsekizinci yüzyılın sonlarında, modern toplumun özellikle sınaî ve ticari ihtiyaçlarının karşılanmasında doğrudan bir yararı olmayan felsefe, geri plana itildi; doğa bilimleri ve uygulamalı bilimler öne çıktılar ve üniversite içinde hegemonya kurdular (Özlem, 1999, ss.120-121).

Modern bilimin üniversitelere girmesiyle modern üniversite sistemi oluşmuştur Bu noktada en önemli gelişmenin 1809 yılında Wilhelm Von Humboldt’un, Prusya eğitim sistemini düzenlemek ve Berlin üniversitesi’ni kurmakla görevlendirilmesi olduğu kabul edilir (Gürüz vd., 1994, s.62). Modern bilim anlayışına uyumlu olarak üniversitelerin yapılandırılması süreci Osmanlı’da da karşılık bulmuştur. Zira 16. yüzyıldan itibaren medrese teşkilatında meydana gelen gerileme ve çöküşü durdurma (aktaran, Erdem, 2005) konusunda arayışlar hep olmuştur. Böylece 18. yüzyılda

26

klasik eğitim kurumlarının yanı sıra Batı tarzında eğitim veren kurumlar da kurulmaya başlanmıştır. Bu okullara Darülfünun adı verilmiştir. Ancak, bilimsel zihniyet açısından İslam dünyasındaki entelektüel düşünceye bir katkı sağlayamamışlardır. (Cihan ve Doğan, 2007, s.56).

1970’li yıllara kadar temelini Humboldt’un attığı modern çağın ulus devlet üniversitesi modeli geçerliliğini korumuştur. 1970’li yıllarda yaşanan ekonomik bunalımlar ve sosyalist sistemin çökmesi üniversiteler açısından da yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Yaşanan dönüşümler içerisinde üniversitelerden beklenenler de değişmiştir (Oktik, 2002, ss.115-116).

Yeni bir dönemde ve yeni bir yapıyla karşımıza yeni bir üniversite biçimi çıkmıştır. Bu yeni üniversite modeli “multiversite”, diğer ifade ile “girişimci üniversite” olarak da adlandırılmaktadır. Bu yeni üniversite modelinde araştırmanın ve eğitimin içeriği de değişmiştir. Öğretilen ve araştırılan artık bilim için bilim değildir. Günümüzde üniversiteler meslekler için eğitim okulları haline gelmiştir. Ekonomik süreçler bilimselleştikçe daha çok sayıda uzman gerekli olmuş, bunlar da çoğunlukla üniversitelerden sağlanmıştır (Russel, 2001, s.204). Böylece yükseköğretimde öğrenci sayıları hızla artmaya başlamıştır.

1900 yılında Amerika’da 18–21 yaşındakilerden üniversiteye devam edenlerin oranı %4 idi. Sonraki yirmi yılda bu oran iki kat arttı. 1940’da ise %15,6’ya yükseldi. 1956’da bu rakam yaklaşık 1/3 olmuştur (Halsey, 1968, s.56). Bu değişimi daha en baştan gören Weber (2004) meşhur konuşmasında şöyle der: “Son zamanlarda Alman üniversitelerinin ilmin birçok alanında Amerikan üniversite sistemi istikametinde değiştiğini bariz şekilde görüyoruz. Üniversitelerin toplum ve fen ilimleri enstitüleri ‘devlet kapitalizmine’ ait işletmeler haline gelmiştir” (s.130). Refah devleti ilkesinin uygulanmasına son verilerek uygulanmaya başlayan neo-

27

liberal politikaların yüksek öğrenimi kârlı bir yatırım alanı olarak görmesi üniversitelerin amaçlarının yeniden tanımlanmasını gerektirmiştir.

Bu sistemde üniversiteler, kapalı kapılar ardında sadece bilim yapmamış ve dış dünyanın taleplerinde, özellikle de piyasanın taleplerine uyum göstermeye başlamıştır. Ayşe Buğra (2002), üniversitelerde üretilen bilginin ekonomik süreçler içerisinde edindiği belirleyici konuma dikkat çekerek sanayi sonrası toplum kavramı yerine “bilgi toplumu” kavramının geçtiğini söylüyor (ss.85-86).

Bu yeni üniversite modelinde üniversiteler işletme, akademisyenler hizmet üreticisi, öğrenciler müşteri olarak değer görmektedir; kollektif yönetim anlayışı yerini üniversite yönetimine üniversite dışından kişi ve kurumların katılmasıyla “toplam kalite yönetimi” anlayışına bırakmıştır. Eğitim ve öğretim faaliyetlerinin bir üretim süreci olarak algılanması, işletmeler için kurgulanan TKY anlayışının yüksek öğretim kurumlarında da uygulanmasını beraberinde getirmiştir.

Üniversitelerde öğrencilerin müşteri olması, daha çok yetenekli öğrenci ve araştırmacıları ve öğretim üyeleri ile araştırma fonlarını çekme mücadelesi üniversiteler arasında rekabet ortamının oluşmasına neden olmuştur. Üniversiteler arasında yaşanan bu rekabet genellikle “akademik kapitalizm” olarak tanımlanmaktadır (Çetin, 2007, ss.223-227).

Dünyada yaşanan bütün bu gelişmeler Türkiye’deki üniversitelerin yapısını da derinden etkilemektedir. Öğrencilerin bir üniversite ve meslek tercihine etki eden faktörlerin anlaşılmasında yararlı olacağı düşüncesiyle şimdi de Türkiye’de yükseköğretim sisteminin günümüzdeki durumu üzerinde ana hatlarıyla durulacaktır.