• Sonuç bulunamadı

XIX Yüzyılın İkinci Yarısında Doğu-Batı Söylemi ve Osmanlılar

4. BÖLÜM: 1839-1890 DÖNEMİNDE OSMANLI DEVLETİ’NİN DOĞU

4.1. Doğu-Batı İkilemi ve Osmanlılar

4.1.1. XIX Yüzyılın İkinci Yarısında Doğu-Batı Söylemi ve Osmanlılar

Bu dönemdeki söylem ağırlıklı olarak Avrupa’nın temsil ettiği Batı ile Osmanlıların temsil ettiği Doğu arasındaki karşılıklı pozisyonlar üzerine odaklanmıştır. Her ne kadar E. Said, “açık olarak belirtmemekle beraber, Osmanlıları

280

C. Hill; a. g. m., p. 1.

281

aynı Fransız ve İngiliz devletleri gibi, klasik sömürgeci bir devlet olarak değerlendirse ve bu yaklaşımın bir türevi olarak Türkleri oryantalizmin nesnesi olmaktan çok öznesi, bir başka deyişle oryantalizmi ortaya çıkaran bir güç olarak”282 görse de, Avrupa ve Osmanlı ilişkileri, kökleri Ortaçağ’a uzanan bir ötekileştirme kurgusundan yoğun biçimde etkilenmiştir.

Avrupa felsefesinde Doğu despotizmi, Doğu yazgıcılığı, Muhammedanizm (ısrarla İslâm kelimesini kullanmaktan çekinirler) ve Avrupalı akıl üstündür sözleriyle özetlenebilecek ve sömürgeciliğin meşrulaştırma girişiminin bir türevi olan oryantalist anlayış söz konusudur. Bu kavramsallaştırmalara hasta adam ile bir de ekonomik anlamda kullanılan Asya tipi üretim tarzı283, üçüncü dünya ve az

gelişmişlik de eklenince ve bütün kavramlar bir bütün olarak düşünülünce ilginç bir

durum ortaya çıkar. Bu kavramların hepsi Avrupa merkezli tarih anlayışının tam da çöküş dönemini yaşadığını söylediği bir imparatorluk için oldukça uygun (!) yakıştırmalar olduğu görülmektedir. 284 Böylece Batı, Doğu’nun nasıl olması

gerektiğini belirleme ve Doğu’yu temsil etme hakkını kendinde görmeye başlamış,

bütün üstün meziyetleri aydınlanan coğrafyasında (!) görmüştür.

Bu bağlamda, Avrupalı düşünürlerden “Marx ve Engels’in Kantçı gelenek doğrultusunda Osmanlı topraklarını Avrupa Türkiye’si, Asya Türkiye’si ve Afrika Türkiye’si olarak üçe bölen yaklaşımları ve bu çerçevede Osmanlı askerî gücünün kaynağını Asya Türkiye’si olarak görmeleri”285, 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan Osmanlıların Asya’ya sıkıştırılması sürecinin anlamını ortaya koyan düşüncelerdir. Zira bu süreçte yaşanan bütün gelişmeler göstermiştir ki, Osmanlılar Avrupa ve

282

O. Bilge Kula; Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2010, s. XXVI.

283

M. Özel, biri (Weber) meşruiyeti diğeri (Marks) ise çatışmayı temel alan sosyolojik analizler yapan düşünürlerin, Batı-dışı dünyanın kaderi söz konusu olduğunda, Batı dünyasının çoğu karşıt aydınları gibi bunların da ‘düşman kardeşler’ safına koymak gerçeğe daha yakındır diyerek, Asya tipi üretim tarzı kavramının bu iki uzlaşmaz düşünürü uzlaştıran bir fonksiyona sahip olabildiğini belirtmektedir. Bkz: M. Özel; “İktisadî Oryantalizmin…”, s. 3.

284

Batı-merkezli tarih anlayışının Osmanlı tarihi hakkında yaptığı kuruluş-yükseliş-duraklama- gerileme-çöküş şeklindeki dönemlendirme konusuna yönelik itirazlar için bkz: Erol Özvar; “Osmanlı Tarihini Dönemlendirme Meselesi ve Osmanlı Nasihat Literatürü”, Dîvân Disiplinlerarası

Çalışmalar Dergisi, Sayı. 7, İstanbul, 1999, s. 137.

285

Afrika’daki topraklarını hızla Batılı güçlere ya da onların nüfuz alanlarına bırakarak Anadolu’ya çekilmek zorunda kalmışlardır.

“Avrupalı liderlerin Viyana Kongresi’nin kararları uyarınca herhangi bir milliyetçi isyanı desteklememeleri gerekmekle birlikte, Osmanlı Devleti’nin gayr-i medenî tabiatı hakkında Avrupa kamuoyu imajı siyasî olarak hayli önemli hale gelmiş”286, bu yaklaşımın sonucunda Yunanistan’ın bağımsızlaşması sürecinde Osmanlılar Avrupalı devletlerin baskısına maruz kalmışlardır. Osmanlıların bu imajı ortadan kaldırmaya dönük çabaları -bu anlamda Tanzimat reformları- Avrupa’dan gelebilecek benzer müdahalelerin önüne geçmeyi de amaçlamaktaydı.

Oryantalist bakış açısının, bu dönemde yaşanan gelişmelere ışık tutan bir başka yönünü de, “Osmanlıların Tanzimat Fermanı ile başlayan –ki bu Islahat Fermanı’nın aksine, büyük oranda imparatorluğun kendi hür iradesiyle yapmış olduğu bir reformdu- ilerleme, reform ve uygarlığa yönelik girişimleri Osmanlı padişahları başta olmak üzere fanatik Müslüman olan Türklerin engelledikleri” söylemidir. Özellikle Balkanlarda yaşanan sorunlar çerçevesinde Osmanlıların yapmaya çalıştıkları reformların ve bu anlamda attıkları adımların Batılı güçler tarafından dikkate alınmaması, başta 1876 anayasası olmak üzere imparatorluğun, bütün bir Osmanlı toplumunu birbirine eşit yurttaşlar haline getirme girişimlerinin, Batı için hiçbir anlam ifade etmemesi bu oryantalist yaklaşımın bir sonucudur.

Nihayet, Osmanlılar dış baskılar altında giriştikleri reform süreçlerini hiçbir zaman Avrupalılara beğendirememiş, başta Balkanlar olmak üzere büyük miktardaki topraklarını Batılı güçler lehine kaybetmekten kurtulamamıştır. Dolayısıyla buradaki oryantalist yaklaşımın, Avrupalı güçlerin Osmanlılar aleyhine emperyalist genişlemelerinin fikirsel bir dayanağı rolünü oynadığı açıktır. Bunu Rusya’nın Paris Büyükelçisinin 1853 yılında, Tuna prensliklerinin işgalinin hemen ardından Rus Dışişleri Bakanı Sergev Nesselrode’ye yazdığı bir mektuptan anlamak mümkündür. “Osmanlı sultanı daha kararlı ve daha iyi örgütlenmiş bir direniş gösterecek

286

Yazara göre “Tanzimat Fermanı aynı zamanda bir Avrupa merkezli emperyal uluslararası toplum ve onun medeniyet hakkındaki evrensel iddialı meşrulaştırıcı söyleminin Osmanlı elitleri tarafından farkına varıldığı ve kısmen kabul edildiği anlamına geliyordu.” C. Aydın; “Emperyalizme Karşı…”, s. 46.

durumdaysa –ki o henüz reform planlarının ve iyileştirmelerinin temellerini tam olarak yaratamamıştır- her şeyi daha da sağlamlaştırmaya zaman bulmuş olsaydı,

bizim için ne denli korkunç olurdu. Tehlike bizim açımızdan daha fazla büyümeden

saldırıya geçtiğimiz için kendimizi mutlu sayabiliriz...” 287 Bu mektuptan da anlaşıldığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun her türlü yenileşme ve çağdaşlaşma girişimi, daha başarıya ulaşmadan, hatta daha başlamadan engellenmek istenmiştir. Çağdaşlaşma ve ilerleme atılımlarının imparatorluğun gücünü artıracağı bilindiğinden, bu tür girişimler henüz yeşermeden önlenmek istenmiş; bu reformları önlemenin yolu olarak da askerî saldırılar yapılmıştır.

Bilindiği üzere Şark Meselesi’nin en önemli ayağını Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan toplumların koruyuculuğu konusu oluşturmuştur. Burada Wilhelm Leibniz (1646-1716) ile başlayan ve onu takip eden bütün oryantalist düşünürlerin (özellikle Voltaire, Kant, J. G. Herder, Hegel, Marx ve Engels gibi Alman filozoflar) vurguladığı bir husus etkili olmuştur. W. Leibniz, “Teodise adlı eserinde ‘sahte dinlerde olmayan özellik Hıristiyanlıkta vardır’ diyerek dine karşı aklı temel almasının yanı sıra Hıristiyanlığın dışındaki dinleri, dolayısıyla İslâm’ı ‘sahte’ olarak nitelendirir. Böylece başta sergilediği nesnel tutumdan uzaklaşmakta, İslâm’ı öteki ve sahte diyerek damgalamakta, İslâm’ın savunucusu ve yayıcısı olarak görülen Türklere karşı düşmanlığı artırmaya ve cepheyi genişletmeye yönelik baskın anlayışı benimser.”288 Kendinden sonra gelecek bütün oryantalistler bu fikri takip etmişlerdir. Bunun en açık örneklerinden birisi, Mısır’ın İngilizlere ait olması gerektiğine ilişkin Leibniz’in düşüncelerinin kendisinden çok uzun bir süre sonra Engels tarafından aynen benimsenmesidir. Ona göre “Türkiye bölüşüldüğünde Mısır, kaçınılmaz olarak İngilizlerin payına düşecektir.” 289 Yine ortak oryantalist görüşlerden bir tanesi de, “G. Agricola, G. Herder ve Engels’in, Avrupa’nın en güzel yöreleri olarak adlandırdıkları toprakların, yani Balkanların Türk egemenliğinden kurtulacağı savıdır.”290 287 O. B. Kula, a. g. e., s. 185. 288 Ibid; s. 11. 289 Ibid, s. 153. 290 Ibid, s. 157.

Şark Meselesi’nin din üzerine konumlandırılmasının291 arkasında yatan temel neden de Avrupa fikir dünyasının içinde bulunduğu bu durumdur. Dolayısıyla Westphalia’dan itibaren temelleri atılan ve kendi aralarında gözetmeye özen gösterdikleri ahde vefa gibi önemli ilkelerin Osmanlılarla olan ilişkilerinde göz ardı edilmesinin arkasında da bu tür anlayışlar bulunmaktadır. Esasen bu durum yeni bir bakış açısının ürünü değillerdir. Çünkü Batı’nın İslâm algısındaki iki temel tutumdan “ilk ve en yaygın görüş uyuşmazlık ve çatışmadır. Bunun kökenlerini İslâm’ın tarih sahnesine çıktığı ve Batı tarafından çok kısa bir süre içinde, Hıristiyanlığa karşı teolojik ve politik bir tehlike olarak algılandığı 8. yüzyıla kadar götürmek mümkündür.”292 Bazı istisnalar hariç olmak üzere birlikte yaşama ve uzlaşma görüşü Osmanlıların tarih sahnesinden çekilmesinden çok daha sonra bir alternatif olabilmiştir.

Özellikle 1856 Paris Antlaşması sonrasında Osmanlıların Batılı güçlere sürekli olarak toprak bütünlüğünün bu devletler tarafından tanındığının hatırlatılması karşısında özellikle İngilizlerin bu durumu ustalıkla geçiştirdiklerinin birçok örneği görülmüştür. Dolayısıyla Avrupa devletler sistemine girmek için oldukça geç bir dönemde harekete geçen Osmanlılar aslında Ortaçağ’dan beri kendisini dışlayan ve bunun felsefi kökenlerini net bir şekilde kurgulayarak kendi toplumlarına yayan bir bütüne dâhil olmaya çalışmış, ancak yüzyıllardır oluşan bir imgeyi tersine çevirmekte oldukça zorlanmışlardır. Bu imgenin günümüzde bile tamamen ortadan kalkmadığına hatta sıcaklığını korumaya devam ettiğine ilişkin birçok örnek vermek mümkündür. Söz gelimi, II. Viyana Kuşatması sırasında Osmanlıları yenilgiye uğratan Avusturya ordusunun komutanı olan “Prens Eugen, 1838 yılında Ferdinand Freiligrath’ın yazdığı şiirde soylu şövalye diye yüceltilirken, Joseph Strauss Prens Eugen Marşı’nı bestelemiştir. Bu askerin ismi Hitler döneminde Nazi ordularının

291

Doğu-Batı ilişkilerinin din üzerine konumlandırılmasına en önemli eleştirilerden birisi, Graham E. Fuller tarafından yapılmıştır. O’na göre; “Çok eskilere dayanan Doğu-Batı ilişkilerinin evrimini sıkı biçimde etkilemiş olan çok sayıda farklı etken vardır: Ekonomik çıkarlar, jeopolitik çıkarlar, bölgedeki imparatorluklar arasında yaşanan güç savaşları, etnik çekişmeler, milliyetçi dalgalar, hatta Hıristiyanlığın içerisinde yaşanan ciddi çatışmalar –tüm bunlar, aslında İslâm ile uzaktan yakından alakası olmayan Doğu-Batı rekabetlerine ve çatışmalarına bol miktarda zemin hazırlamaktadır.” G. E. Fuller; a. g. e., s. 10.

292

İbrahim Kalın; “Batı’daki İslâm Algısının Tarihine Giriş”, Dîvân Disiplinlerarası Çalışmalar

bazı birimlerine ve savaş gemilerine verdiği bir isimdir ve heykeli halen Viyana’nın Kahramanlar Meydanı’nda (Heldenplatz) bulunmaktadır.”293 Yine Türkler için kullanılan Sarasen kavramı, Hıristiyan Avrupa’yı özellikle Türklere karşı bir cephede toplamak amacıyla sıkça kullanılır.

Bu bağlamda Osmanlıların 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı ile olan ilişkilerinin tarihi salt askerî ve ekonomik etkenlerle açıklanamaz. Batılıların gözündeki Osmanlı imgesinin sahip olduğu ve genel olarak farklılık üzerine kurulmuş olan niteliği, bu dönemdeki gelişmeleri açıklayabilmek için oldukça önemlidir. Ancak bu yöntemle, kendi aralarında önemli çıkar çatışmaları yaşayan devletlerin yeri geldiğinde Osmanlılar karşısında bir bütün olarak hareket edebilmelerini sağlayan siyasal ve sosyo-psikolojik nedenler açıklığa kavuşur.

Bununla yanında, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmeye yazgılı olduğu tezinin Ortaçağ’dan beri devam ettiği görülmektedir. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun göreceli olarak daha yeni bir sıfatı olan “hasta adam” konusu ortaya çıkmadan önce, oryantalist düşünürlerin bu durumu farklı şekillerde dillendirdikleri görülmektedir. Yine Engels’ten örnek verecek olursak, 1851 yılında, Osmanlı’yı Avrupa’dan ayrı tutucu bir yaklaşımla şöyle demektedir: “Türkiye (Osmanlı), Avrupa meşruiyetçiliğinin kanayan yarasıdır. Türkiye’nin var olan durumunu koruyalım demek, ölü bir atın leşinin tümüyle çürümeden önce içinde bulunduğu çürüme sürecinin belli bir aşamasında durdurulmasına benzer. “Şimdiki Avrupa güçler dengesi sistemi ve statüko korunduğu sürece Türkiye çürümektedir ve giderek daha fazla çürüyecektir. Ayrıca Türkiye kokuşmakta olan her maddenin çevresine hidrokarbon ve güzel kokulu gazlar salması gibi, bütün kongrelere, tutanaklara ve ültimatomlara karşın, her yıl diplomatik güçlükler ve uluslararası kargaşalar konusunda payına düşeni yapacaktır. Bu nedenle Türkler (Balkanlardaki varlığı) ortadan kaldırılmalıdır. Gerçek çözümü bir dünya savaşına yol açabilecek bu soruyu sormaktan kaçınılmamalıdır.”294

293

O. B. Kula, a. g. e., s. 27.

294

Buraya kadar bahsedilen Oryantalist söylemler, oluşturulan yanılsamalar bağlamında İslam dünyasının ve özellikle Osmanlıların insanlık tarihinin genel akışından koparılmasına, Osmanlıların çevre coğrafyalardan ayrıştırılmasına ve insanlığın genel serüveninin dışına itilmesine hizmet edecek şekilde kurgulanmıştır.295 Bu çalışmada kullandığımız “Osmanlıların Doğusuzlaştırılması” kavramı tam da bu tür bir ayrıştırmanın ulaşmaya çalıştığı sonuca işaret etmektedir.

“1876-1886 arasındaki on yıllık dönemde Avrupa’daki imparatorluklar kendilerini daha fazla beyaz ırk ve Hıristiyanlık ile tanımlar hale gelmiş, sömürgecilik daha saldırgan ve mütekebbir bir hüviyet kazanmıştır. Bu dönüşüm Afrika’daki sömürgeci rekabet kadar, Avrupa’nın Osmanlı imajı ve politikaları ile de yakından ilintiliydi. Özellikle 93 Harbi’nde Osmanlıların Rusya’ya karşı yenilgisi sonrasında ortaya çıkan, Doğu-Batı ve İslâm-Hıristiyanlık meselesi hem dâhilî hem de hâricî politikalarda revizyonu gerekli kılmaktaydı.”296

Bu dönemde Osmanlıların Batı algısı da dikkate değer biçimde değişime uğramıştır. Bu değişimin en somut örneğini Osmanlı fikir adamlarının Avrupa’ya ilişkin düşünceleri oluşturmaktadır. “17. yüzyılda Evliya Çelebi’nin Viyana ve 18. yüzyılın başlarında Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris üzerine yazdıklarında temsil edildiği şekliyle daha erken dönemdeki Avrupa tasavvurlarından bir kopuş”297 söz konusuydu. Bu eserler Avrupa medeniyetini Osmanlıların ulaşacağı ideal bir derece olarak görmemekteydiler. Ancak Mustafa Sami Efendi’nin Avrupa Risalesi ve Sadık Rıfat Paşa’nın Avrupa Ahvâline Dair Bir Risale adlı eserleri 1840’lı yıllarda Avrupa’yı ideal bir noktaya yerleştiriyor ve Avrupa’nın üstünlüğü açıkça kabul ediliyordu. Örneğin Sadık Rıfat Paşa, “Fransızca civilization kelimesini, tercüme etmeksizin Avrupa güç ve üstünlüğünün arkasındaki siyasî, ekonomik ve sosyal sırrı açıklamak için kullanmıştır.”298 “Osmanlı Müslüman elitler 1830’larla birlikte bütüncül bir Avrupa imajını kavramsallaştırmaya başladılar. Bu bütüncül Avrupa

295

20. yüzyılın son çeyreğinde yeni-oryantalizm İslâm dünyasına yönelik kavramsallaştırmaları ile 19. yüzyılda Osmanlılara yönelik olarak yapılan oryantalist kavramsallaştırmalar arasında paralellik bulunmaktadır. Bkz: Ahmet Davutoğlu; “İslam Dünyasının Siyasî Dönüşümü: Dönemlendirme ve Projeksiyon”, Dîvân Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, Sayı. 12, İstanbul, 2002, s. 1.

296

C. Aydın; “Emperyalizme Karşı…”, s. 61.

297

Ibid, s. 48.

298

fikri Osmanlıların siyaset, ekonomi, kültür ve toplumsal alanların hepsinde temel konu haline geldi. Bu durum basitçe, Osmanlıların (Çin ve Japonlarda da böyleydi) Avrupa karşısındaki askerî zayıflığının bir ürünü değildi. Bu seçkinler evrensellik ve modern bir medeniyet anlayışına sahiptiler.”299