• Sonuç bulunamadı

Osmanlılar ve Hilafet (İmam-ı Kübrâ)

1. BÖLÜM: KAVRAMSAL ve TEORİK ÇERÇEVE

1.3. Osmanlılar ve Hilafet (İmam-ı Kübrâ)

“Halife kelimesi, biri siyasette diğeri tasavvufta olmak üzere başlıca iki alanda kullanılmaktadır.”120 “Hilafet; birinin arkasından onun yerine geçmek, bir kimseden geriye ve sonraya kalmak, halef olmak ve vekil olmak mânalarına gelir. İslâm ilimlerinde mutlak ve genel mânada halife, Peygamber Efendimize İslâm’ın uygulanmasında ve Müslümanların din ve dünya işlerinin idare edilmesinde halef yani vekil olmak manasında kullanılmıştır.”121

Osmanlı İmparatorluğu’nun dış dünya ile ilişkilerini etkileyen İslâmî mekanizmalardan birisi de hilafettir. Çünkü hilafet unvanının evrensel niteliği emperyal düzenin evrensel niteliği ile çakışır. Bu çakışma sonucunda iki evrensellik birbirini besleyici bir ilişki içerisinde varlıklarını devam ettirirler. Birincisi dinî iktidarı, ikincisi ise dünyevî iktidarı temsil eder. Böylece imparatorlukların bir özelliği daha Osmanlı özelinde tecelli etmiş olur: İki iktidar (halifelik ve sultanlık) bir kişi üzerinde birleşir ve böylece imparator hem siyasal hem de dinî lider olur.

Ancak Osmanlı özelinde bu durum, diğer imparatorluk örneklerinden farklı bir şekilde ortaya çıkmıştır. Diğer imparatorluklarda dinî iktidarı dünyevî iktidarla birleştiren hükümdarlar, tek başına siyasal iktidarın sağladığı hâkimiyeti genişletme fırsatı yakalarlar. Ancak Osmanlılarda hilafet, tebaası üzerinde sınırsız bir otorite sahibi olan Roma diktatörlerinin tersine, Osmanlı sultanlarının tek başına sultanlığın sağladığı hâkimiyet ve hareket serbestliğini sınırlandırıcı bir fonksiyon gerçekleştirmiştir. Çünkü “İslâm hukukuna göre sultan kendi tebaasını oluşturan insanlar gibi İslâm şeriatına boyun eğmekle yükümlüdür.”122 Bu anlamda hilafet mekanizmasının bir taraftan emperyal düzenin meşruluğunu sağlayan bir araç olduğu ancak diğer taraftan da sultanların hareket alanını daralttığı görülmektedir. Zira “ İslâm hukukuna göre halifenin dinî gelenekten sapması durumunda ulema halifeyi ihtar etmek ve hatta görevinden azletmek yetkisini haizdir. Çünkü İslâm, efendi

120

TDV; İslam Ansiklopedisi, Cilt: 15, İSAM, Ankara, 2003, s. 509.

121

Hasan Gümüşoğlu; Osmanlı Hilâfeti ve Kaldırılması, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2000, s. 15.

122

Gotthard Jäschke; “The Moral Decline of the Ottoman Dynasty”, Die Welt des Islams, New Series, Vol. 4, Issue 1, 1955, p. 10.

(master) tanımaz; mü’minlerin emiri ancak onların seçilmiş hizmetçisidir. Halifeye itaat sınırlıdır (ve bu itaat) onun hukuk adına karar vereceğine dayanır.”123

İslam hukuku açısından hilafet meselesini ele almak bu çalışmanın kapsamını aşacağından kısaca değerlendirmek gerekmektedir. “Vâkıa şer’-i şerifin hazreti halife için tayin eylediği hak ol kadar büyüktür ki cenabı halifenin adeta insanlık fevkinde bir mevki-i ‘âlü’l-âli olduğunu teslim etmek herkes için zaruri ve mecburidir. Etî’û... ilâ âhirihi âyet-i kerimesinde Allah ve Rasûlü’ne itaat edildiği gibi hazreti halifeye dahi itaat emr olunmuştur. Bu emre her kim muhalefet eder ise Allah’ın emrine muhalefet etmiş ve binaenaleyh Cenabı Kibriya’ya isyan eylemiş olur.”124

“Marufu emr ve münkeri nehyeden asıl Allah ve Rasûlullah olup âyât-ı Kur’an ve ehâdîs-i Peygamber-i âhir zaman ile kıyas-ı fukaha üzerine mebni bulunan şer’-i şerif bu emr ü nehyin müfredâtını da tayin irâe eylemiştir. Hazreti halife (bazı şeyleri) emr ü nehy ediyor ise bunları kendi keyfinden olarak emr ü nehy etmeyip Cenabı Hakk’ın –Nahl (16/90) ayet-i kerimesinde böyle emr ve böyle nehy buyurduğu için hazreti halife dahi bu emr ü neyhde bulunur.”125 “Rasûlullah’ın buyurduğu bir hadîs-i şerifin meali şöyledir: İslâm padişahı hazretleri yeryüzünde Cenabı Hakk’ın gölgesidir ve İslâm’ın halifesidir. Her kim ona itâat ederse, Hakk Teâlâ ona rahmet ve her kim ona ihanet ederse Hakk Celle ve Âlâ ona gazab eder demektir.”126

123

Ahmed Rıza; “Halife ve Vazifeleri”, 1896; Çev: Gülçin T. Koç, İsmail Kara (Ed.), Hilafet

Risaleleri, Klasik Yayınevi, İstanbul, 2002, s. 392. Halife unvanının etimolojik kökenleri konusunda

yapılan çalışmaları ayrıntılı bir şekilde inceleyenlerden birisi S. Oliver-Dee’dir., “Allah’ın Peygamberi’nin Vekili” anlamında kullanılan bu kavramın esasen hem ruhanî hem de dünyevî bir boyuta sahip olduğunu, ancak Sünnî halifelerin zamanla bu ruhanî gücü ulemaya devrettiğini belirtmektedir. Ancak hilafet yine de sultanın şahsında bulunan bir unvan olarak kalmıştır. Bkz: Sean Oliver-Dee; The Caliphate Question: The British Government and Islamic Governance, Lexington Books, The UK, 2009, p. 18. Dolayısıyla hilafet teokratik olmaktan öte dünyevîdir. Ayrıca saltanat dahi olsa halifeler ümmetin biatını almak zorundadırlar.

* Ey iman edenler! Allah’a itâat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itâat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz-Allah’a ve ahrete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasûl’e götürün; bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha iyidir. Nisâ (4/59).

124

Ahmet Mithat Efendi, Tavzih-i Kelâm ve Tasrih-i Meram (1296 Rm.), (Hazırlayan: Cengiz Şeker), İsmail Kara (Ed.), Hilafet Risaleleri, Klasik Yayınevi, İstanbul, 2002, s.116.

125

Ahmet Mithat Efendi; a. g. e., s. 117.

126

Nazif Sururi; Hilâfet-i Muazzama-i İslâmiye, Kostantiniye, 1315 Rm., s. 4. İslâm’da hilafet konusunda ayrıca bkz: Mustafa Zihnî; İslâmda Hilafet; Kostantiniye, 1327 Rm. Ayrıca bkz: Ahmed El-Hafzî B. Abdulhâlık; Hilafet ve Cihada Dair Kırk Hadis (1307 Rm.), Çev. İhsan Süreyya Sırma, İsmail Kara (Ed.), Hilafet Risaleleri, Klasik Yayınevi, İstanbul, 2002, ss. 283-295.

Dolayısıyla hilafet, sultanın kendi keyfine göre davranamayacağı bir mekanizma kurmaktadır. Bununla birlikte, hilafetin emperyal düzenin evrensellik söylemine yaptığı katkı çok önemlidir. G. E. Fuller’in “devletin nihai amacı dini benimseyip ele geçirerek onu ‘devletin dini’ haline getirmektir” 127 şeklinde özetlediği bu katkıyı 1877 yılında dile getiren J. W. Redhouse’a göre “bu unvan genel olarak Sünnî Müslüman dünya, yani evrensel Sünnî cemaat tarafından bilinmekte ve benimsenmektedir; her ne kadar bazı istisnaları olsa da. Onların bu genel kabulü kısmen Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü dikkate almaktan, kısmen de onun kutsal mekânları ve emanetleriyle beraber Sultan’ın kendisini hizmetkârı olarak tavsif ettiği –ki en değerli unvanlarından birisi de Hâdimü’l-Haremeyni’ş- Şerifeyn’dir- iki kutsal şehir olan Mekke ve Medine’ye sahip olmasından kaynaklanmaktadır.”128 Hac yollarının güvenliğinden de sorumlu olması sebebiyle Sünnî olmayan Müslümanlar tarafından da bu hizmetkâra duyulan itibarın altını çizen yazar, bizim burada kurmaya çalıştığımız halife ve imparator kavramları arasındaki evrensellik bağlantısını destekleyici örnekler vermektedir. “Bombay Müslümanlarından (İngiliz) Kraliçe hazretlerine gelen bir arîzada (Kayzer-i Hind olan Kraliçeye bağlı olduğu söylenen) Müslüman tebaanın ekseriyeti tarafından, Türk hükümdarının, Peygamber’in halifesi ve Kraliçe’nin reayasının kırk milyonunun saygın dinî reisi olarak görüldüğü ifade edilmiştir. İngilizler, Hindistan’da ikâmet ettikleri hiçbir zaman diliminde kendi cemaatlerinin herhangi bir dinî reisine böylesi büyük bir imâ işitmemişlerdir.”129

Bu bağlamda hilafet130, Osmanlıların Doğu politikalarını etkileyen önemli bir unsur olmuştur. Başta İngilizler olmak üzere Avrupalı imparatorluklar,

127

G. E. Fuller; a.g.e., s. 45. Ancak yazar, 81. sayfada “Yine de İslâm asla Roma’nın sahip olduğu türden aşırı merkezi bir kontrol modeli benimsememişti. Roma’da Papa, İslâm’da ise Halife vardı, ama ikincisi asla Papa gibi merkezden çevreyi kontrol altında tutabilecek dinî bir güce sahip olmamıştı” demektedir. 121. sayfada ise, “Papa aslında Avrupalı prenslerin siyasî ve askerî eylemlerine yön vermiş ve onlara komuta etmişti. İslâm’da Müslüman ordularının eylemlerini yönlendiren tamamen dinî otorite örneği bulmamız oldukça zordur.” diyerek hilafet kurumunun kendine has yapısını ortaya koymaktadır.

128

J. W. Redhouse; “Osmanlı Sultanının Halife Unvanının Müdafaası” (1877), Çev: Sami Erdem, İsmail Kara (Ed.), Hilafet Risaleleri, Klasik Yayınevi, İstanbul, 2002, s. 100.

129

Ibid, s. 99.

130

İslâm tarihi açısından hilafet olgusu ve devlet mekanizması arasındaki ilişkilerin erken dönemleri ile ilgili bkz: Ira M. Lapidus; İslam Toplumları Tarihi, Cilt. 1, Çev: Yasin Aktay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, ss. 100-116.

sömürgeleştirdikleri topraklarda yaşayan Müslümanların Osmanlı ile bağlantısının hilafet olgusu üzerinden devam ettiğini görmüşlerdir. Askerî alandaki üstünlüklerine rağmen bu bağlantının kesilmediğini gören bu güçler, özellikle çalışmamızın kapsadığı dönem içerisinde, hilafet unvanının Osmanlı sultanları tarafından sahiplenemeyeceğine ilişkin muhalif çıkışlarda131 bulunmuşlardır. Ancak bu itirazlar, halifelik unvanının Osmanlı sultanlarının hareket tarzlarını ve dış dünyaya yönelik politikalarını etkileyici vasfını hafifletmemiştir. Aksine, Osmanlıların, toplumu Müslüman olan bir bölge olan Kırım’ın imparatorluktan ayrılmasına yol açan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nı takip eden dönemde Osmanlı sultanlarının hilafet unvanına vurgu artmaya başlamıştır. “Bu antlaşmanın 3. maddesindeki vurgunun amacı, dinsel bir itibarı gözetmekten çok gelecekte Kırım’ı tekrar ele geçirebilmek için Kırımlı Müslümanlarla bağlantının devam ettirilmesiydi.”132

Bununla birlikte hilafet konusuna yönelik tespitler zamanla bu konunun farklı bir boyutuna değinmişlerdir. Hilafet konusunun aslında Yavuz zamanına kadar uzatılan tarihinden çok bu unvanın göreceli olarak daha geç dönemlerde kullanıldığı görülmüştür. Örneğin, İ. Ortaylı’ya göre “Osmanlıların hilafeti Mısır’ın fethinden sonra kutsal emanetlerle birlikte aldıkları konusu bir efsanedir. Bu uydurulmuştur. Küçük Kaynarca Antlaşması sıralarında bütün dünyada papalığın muadili bir halife yaratmak Osmanlıların işine geliyordu. Böyle bir Avrupalı inancı vardı, onu beslemek yolunu seçtiler. Çünkü Kafkasya’nın belirli kısımlarını kaybetmiştik, buralar Rusların eline geçmişti. Oradaki Müslümanlar üzerinde ruhânî otorite ile bir nevi protektorayı devam ettirebilmek için Osmanlı bürokrasisi bu çareyi

131

Halifenin soy olarak Kureyş kabilesinden olması gerektiği hususunda yükselen itirazların, o dönemde yaklaşık 360 yıldır taşınan bir unvana yönelik geç kalmış itirazlar olduğu konusunda bkz: J. W. Redhouse; a. g. m., s. 98. Bu gecikmenin daha uzun olduğunu gösterebilecek başka bir konu daha bulunmaktadır. Genelde Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesi ve halife el-Mütevekkil’in İstanbul’a gitmek üzere Mısır’ı terk etmesi ile hilafetin Osmanlılara geçtiği kabul edilir. Ancak I. Murat’ın Edirne’yi fethi üzerine Karamanoğulları tarafından kendisine gönderilen tebrik mektuplarında şeref-i hilafet tabiri kullanılmış, başka mektuplarda da Edirne’nin başkent yapılması buranın makarr-ı hilafet olması şeklinde anlaşılmış ve hazret-i hilafet tabiri tekrarlanmıştır. Bu nedenle Osmanlı sultanlarının I. Murat’tan itibaren kendilerini halife olarak gördüklerini kabul edenler vardır. Bkz: H. Gümüşoğlu; a. g. e., s. 36.

132

S. Tufan Buzpinar; “The Question of Caliphate under the Last Ottoman Sultans”, I. Weissmann and F. Zachs (Eds.); Ottoman Reform and Muslim Regeneration, I. B. Tauris Publishers, New York, 2005, p. 18.

bulmuştu.”133 Bu açıdan çalışmanın kapsadığı dönem, Osmanlıların doğusundaki Müslüman halklarla ya da devletlerle ilişkilerinde hilafet mekanizmasının uluslararası alanda aktif hale getirildiği bir döneme denk gelmektedir. Dolayısıyla hilafet, bu ilişkilerin önemli bir kanalını oluşturmuştur ki olayların tarihi ve karşılıklı yazışmalar dikkate alındığında bu kanalın nasıl kullanıldığı daha açık bir şekilde görülebilmektedir.

Buraya kadar kurmaya çalıştığımız kavramsal ve teorik çerçeve açısından bence Osmanlı Devleti’nin imparatorluk şablonuna uygun bir devlet olduğu görülmektedir. Bu bölümde incelediğimiz ve imparatorluk olmanın teorik olarak gerektirdiği emperyal unsurların Osmanlı örneğinde de net bir şekilde var olduğunu söylemek mümkündür. Her ne kadar emperyalist kuramların açıklayamadığı birçok özelliği olsa da Osmanlı Devleti, emperyal söylemler, emperyal zihniyet ve bunları gerçekleştirebilecek enstrümanlara ya devletin kuruluşundan itibaren sahip olmuştur ya da zamanla bu enstrümanları üretmiştir.

Bu çerçevede ikinci bölümde Batılılaşma döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun dış politika ilke ve araçlarında klasik döneme nazaran yaşadığı dönüşüm ortaya konulacaktır. Bu yapılırken de öncelikle ilkesel dönüşümlerden bahsedilecek ve Osmanlıların bu ilkelerde yaşanan değişimleri dış politika araçlarıyla nasıl pratiğe geçirmeye çalıştıkları açıklanacaktır.

133

2. BÖLÜM: BATILILAŞMA DÖNEMİNDE DIŞ POLİTİKANIN İLKE