• Sonuç bulunamadı

Emperyal Düzenin Gerekçeleri: Emperyal Misyon, Kutsallık ve Barış

1. BÖLÜM: KAVRAMSAL ve TEORİK ÇERÇEVE

1.1. Bir İmparatorluk Olarak Osmanlılar

1.1.3. Emperyal Düzenin Gerekçeleri: Emperyal Misyon, Kutsallık ve Barış

İmparatorlukların uzun ömürlü siyasal yapılar olmasını açıklamanın bir yolu olarak söz konusu emperyal düzenlere gerekçe olarak gösterilen çeşitli unsurları tartışmak faydalı olacaktır. İmparatorlukların kendi emperyal alanlarında yaşayan sivillerle doğrudan bağlantısının olmadığı, buralardaki egemenliğini yerli elitler eliyle hissettirdiğini hatırlayacak olursak aslında emperyal düzenin gerekçelerinin merkezdeki elitler ile merkeze bağlı yerel aracılara yönelik bir işleve sahip olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Dolayısıyla bir imparatorluk kendine biçtiği emperyal misyonunu, kendisini kutsallaştıracak birtakım mekanizmaları ve emperyal düzenin barış getireceği söylemini her şeyden önce bu kesimlere kabul ettirmek zorundadır. İmparatorluk, ancak bu yolla emperyal düzenin meşruiyetini sağlayacak ve düzenin devamı için hayati önem taşıyan merkezdeki ve yerel elitlerin ihtiyaç duyduğu inanç ve enerjiyi ortaya çıkarabilecektir.

Emperyal düzenin bu gerekçeleri, emperyal alan dışındaki diğer aktörler tarafından ya kabul görürler ya da inkâr edilirler. Ancak her iki durumda da bu gerekçeler emperyal düzenin dış dünyası ile ilişkilerinde belirleyici bir unsur haline

57

H. Münkler; a. g. e., s. 33.

58

gelir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu politikalarının bir unsuru olarak onun imparatorluk vasfı üzerinde durmamızın nedeni budur.

Bu çerçevede karşımıza çıkan ilk emperyal gerekçe, imparatorluğun kendisine biçmiş olduğu rol anlamına gelen emperyal misyondur. Bu bir şekilde imparatorluğun var oluş gerekçesini oluşturmaktır. İmparatorluklar misyonsuz yapamazlar.59 Burada bütün bir emperyal düzenin kendisi için belirlediği bir hedef söz konusudur. Emperyal misyon uzun vadelidir ve bu niteliği nedeniyle imparatorluğun da uzun ömürlü olmasını gerektirir. Zira “tarihin en ilginç ve önemli imparatorlukları bazı yüksek kültürleri ya da evrensel dinleri yayma göreviyle ilişkili olanlardır.”60

Emperyal misyonda iki boyut vardır: Birincisi bu misyonun neyi gerçekleştireceği ya da neye taraf olduğudur. İkincisi ise bu misyonun neye karşı olduğudur. Bir medeniyet projesini gerçekleştirmek, dünyaya nizam getirmek, bir dini yaymak, âdil bir dünya kurmak, belirli bir insan topluluğuna hâmîlik ya da liderlik etmek61 gibi misyonlar neye taraf olunduğunu belirtirken; kaosa ya da düzensizliğe karşı olmak, bir dinin yayılmasını engellemek gibi neye karşı olunduğunu gösteren misyonlar olabilir. Ancak emperyal misyonların bu iki boyutu birlikte yürürlüğe konulduğunda çok daha güçlü bir nitelik kazanmaktadır: Kaosa karşı olmak ve bir düzen getirmek, barbarlığa karşı olmak ve bunun yerine medenî bir dünya kurmak gibi.

“İmparatorluklar büyük devlet olmanın ötesindedir; onlar kendilerine özgü bir dünyada devinirler. Devletler, diğer devletlerle birlikte kurdukları ve tek başına belirleyemedikleri bir düzene bağlıdır. Buna karşın imparatorluklar, son kertede kendilerine tâbi olan, daimi bir tehdit olarak gördükleri kaosa karşı savunmak

59

Örnek olarak Britanya İmparatorluğu’nun ideolojik kökenleriyle ilgili bkz: Davit Armitage; The

Ideological Origins of the British Empire, Cambridge University Press, New York, 2004. Ayrıca

Roma İmparatorluğu’nun emperyal ideolojisi ve bu ideoloji ile eyaletlerin itaati arasındaki ilişki için bkz: Clifford Ando; Imperial Ideology and Provincial Loyalty in the Roman Empire, University of California Press, London, 2000.

60

Dominic Lieven; “Russia As Empire and Periphery”, Dominic Lieven (Ed.), Imperial Russia 1689-

1917; Cambridge University Press, New York, 2006, p. 9.

61

zorunda oldukları bir düzenin yaratıcısı ve garantörü olarak görürler kendilerini. İşte, imparatorluğun kendini kaos korkusunun zıt kutbu, düzensizliğe karşı düzenin, kötülüğe karşı iyiliğin koruyucusu olarak gördüğü bir role soyunup meşrulaştırması emperyal misyona tekabül eder.”62

Emperyal misyon asırlar sürecek bir görev olarak zamansal anlamda bir insan ömrünü defalarca aşacak niteliktedir. Bu nedenle imparatorlukların özellikle egemen unsurlarının gelip geçici faaliyetleri bu misyonu ortadan kaldırmaya yetmez. Başka bir ifadeyle, bir imparatorluğun emperyal misyonu (hâkim) bir kişi ya da grubun faaliyetleri ya da politikaları ile de açıklanamaz.

Osmanlılarda emperyal misyonun iki önemli ayağı bulunmaktadır: İslâm’ı yaymak ve imparatorluğun egemenlik alanını sürekli kontrol altında tutabilecek muhafazakâr bir idarî yapı kurmak. Osmanlılar bu misyonu devam ettirebilecekleri koşullar var olduğu müddetçe emperyal iddialarını devam ettirebilmişlerdir. “Emperyal misyon ile kendini koruma ya da geliştirme mecburiyeti arasındaki gerilimli ilişki imparatorlukların tarihinde yeni bir şey değildir, adeta laytmotiftir- özellikle de emperyal misyonun çıkarların vahşice dayatılmasından ibaret olmadığı dünya imparatorluklarında.”63 Osmanlılar bu gerilimi özellikle 19. yüzyıl boyunca açık biçimde yaşamışlardır.

İmparatorlukların gerekçelerinden biri de kendilerini kutsallaştırmalarıdır. Bu durum kutsal bir emperyal misyon üstlenmekten farklı bir durumdur. Yine bu kutsallık, dinî bazı söylem ve kurumların emperyal düzen içerisinde kullanılmasından da farklıdır. Burada kutsallık Dante’nin belirttiği, “insanlığın tek bir hükümdara tâbi olması, Tanrı’ya tâbi olmak gibidir. Ona boyun eğmenin Tanrı’nın isteğine de tümüyle uygun olduğu buradan anlaşılır. Bu esenlik ve selamet demektir.”64 Avrupa siyasî düşünce tarihinde emperyal düzen ile Tanrı arasında bu şekilde doğrudan bağlantı kuranlar çok az olmasına rağmen, egemenliğin imparatorlara Tanrı tarafından bahşedilen bir hediye olduğu düşüncesi onların en 62 H. Münkler; a. g. e., s. 10. 63 Ibid, s. 150. 64 Ibid, s. 151.

önemli meşruiyet kaynaklarından biri olmuştur. Dolayısıyla emperyal düzenin devamı birçok imparatorluk açısından Tanrısal düzenin devamı anlamına gelecek şekilde kullanılmış, geniş kitlelerin emperyal merkezin düzenlemelerine bu şekilde boyun eğmesi sağlanmıştır.

Osmanlı imparatorluk tecrübesinde durum farklıdır. Emperyal misyonlarını dinî unsurlarla donatmışlar, sultanlar kendilerini Allah’ın iki arzdaki gölgesi65 olarak nitelemişlerdir. Hilafet merkezi İstanbul’a taşındıktan sonra padişahın şahsında söz konusu kurumun kutsallığından kaynaklanan meşruiyet zemini daha da sağlamlaşmıştır. Ancak burada belirtilmesi gereken önemli bir durum vardır: Osmanlılarda emperyal düzenin kutsallaştırılması söz konusu değildir. Dinî unsurlar düzenin devamı için oldukça önemli bir rol üstlenmiştir. Ancak kutsal devletin kendisine ya da yöneticilerine tapınma derecesinde bir itaat söz konusu değildir. Çünkü kendilerini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak gören sultanlar aynı zamanda kendilerini iki şehrin (Mekke ve Medine) hizmetkârı olarak adlandırmışlardır. Dolayısıyla Osmanlı emperyal düzeninin sorgulanamaz olduğu ya da bir tür Asyalı despotizm olarak adlandırılması, onlara karşı bir haksızlık olacaktır.

Son emperyal gerekçe ise imparatorlukların barış, düzen ve refah vaadidir. “Emperyal düzene gerekçe olarak gösterilen şey hep barış oldu: Küçük ölçekli düzenlerde sınırların kaydırılması ya da belirlenmesi için mütemadiyen sürdürülen o kaçınılmaz savaşların ancak büyük ölçekli, merkezî yönetime sahip siyasî düzenler tarafından engellenebileceği ileri sürüldü. Küçük ölçekli siyasî düzenlerin varsayılan doğallığına karşılık emperyal ideoloji onların barışı bir türlü sağlayamadığına işaret eder.”66 Bu şekilde emperyal düzen meşrulaştırılmış olur.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Yavuz Sultan Selim’in “bu cihan bir sultana geniş iki sultana dardır” ifadesi ile Fatih Sultan Mehmet’in çıkardığı Kanunname’nin şehzadeler arasındaki çatışmaları bir şekilde sona erdirme ve barışçı bir ortamın sağlanması amacında olması dikkate alındığında barışın onlar için de önemli bir

65

“Zillullahi fi’l-arzeyn”. Bu ifadenin Hobbes’un devlet tanımıyla (Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi) benzerliği kayda değer bir durumdur.

66

emperyal gerekçe olduğu sonucu çıkmaktadır. Barışın ne pahasına olursa olsun sağlanması gerektiği fikrine karşı çıkan Kant ve Montesquieu gibi düşünürler Avrupa imparatorluklarının barış söylemine karşı çıkarlarken Osmanlılarda ve onların periferisinde barış söyleminin kabul edilir bir niteliğe sahip olduğu görülmektedir. Buradaki barış ya da düzen durumuna dikkat çekenlerden biri K. Barkey’dir: “Osmanlılar kimliklerini Doğu ile Batı’nın buluştuğu yerde oluşturdular ve modern dünyanın titizlikle aradığı dengeyi bu çeşitlilik içinde tutarlı bir şekilde geliştirdiler.”67 “Osmanlılar, toprakları fetheden ve sonra yozlaştırıcı sert Asyalı despotizmini uygulayan vahşi barbarlar imgesine zıt olarak muazzam bir uyum göstermişlerdir. Dahası onlar, sıklıkla merhametsiz savaşçılar olsalar da savaş onların başarısının sadece bir parçasını oluşturmuştur. Osmanlılarda alışılmadık olan şey, bütün başarılı imparatorlukların bir özelliği olan çeşitli halkları kapsama ve yeni kurumlarla yeni elitler oluşturma konusunda erken dönemde başarı sağlamalarıdır.”

68

“Osmanlılar, devletin diğer metropol toplumlarının karakteristiklerinden etkilenmesini engellediler. Böylece Roma’nın tecrübe ettiği cumhuriyetçi emperyalizm krizini yaşamamış oldular. Metropolitan eşikten August eşiğine

atlayarak Atina ve Roma’yı mahveden krizlerden kurtuldular.” 69

Sonuç olarak imparatorluklar refah vaadini yerine getirdiği, emperyal misyonu inandırıcı kıldığı ve nihayet hâkimiyet alanında başarı sağladığı takdirde istikrarlı ve uzun ömürlü olmuşlardır. Osmanlılar özelinde imparatorluğun varlığını oldukça uzun bir süre -hem de aynı hanedanın egemen olarak kaldığı- bir örnek olması, saydığımız bu alanlardaki başarının derecesini tayinde oldukça önemlidir.