• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM: BATILILAŞMA DÖNEMİNDE DIŞ POLİTİKANIN İLKE VE

2.2. Emperyal Düzenin Sorunları

2.3.2. Batılılaşma Döneminde Dış Politika Araçlarında Değişim

2.3.2.1. Ordu

Osmanlı savaş mekanizmasının Batılı güçler karşısında eskiden elde ettiği rahat zaferler, Osmanlı emperyal alanının genişlemesine oranla daha da zorlaşmıştır. Bu durum bütün imparatorluklar için geçerlidir. Egemenlik alanı genişledikçe bu alanın korunması zorlaşır. Osmanlıların ellerinde bulundurdukları oldukça geniş bir coğrafyayı mümkün olursa genişletmek, eğer genişleme mümkün olmuyorsa korumak üzere dizayn edilen bir ordu yapısı vardı. Ancak zamanla gerek ordu içinde yaşanan sorunlar ve gerekse rakip güçlerin ordularında meydana gelen teknolojik ilerlemeler imparatorluğun klasik dönemdeki başarılarının sürdürülmesini imkânsız hale getirmeye başlamıştı. Nitekim Osmanlı sultanlarının ve komutanlarının üstün stratejik öngörülerine dayalı fetihler bir şekilde sona ermiş ve askerî ilişkiler Osmanlıların aleyhine hızla değişmeye başlamıştı. Bunu sonucunda Batılılaşma döneminde Osmanlı askerî mekanizmasında bir dönüşüme ihtiyaç duyulmaya başlanmış ve orduda bir dizi ıslahat çalışmaları yapılmaya başlanmıştı.

Batılılaşmanın ilk evresi olarak nitelendirilebilecek 1606-1793 arası dönemde Osmanlılarda yaşanan zihniyet değişimi ile birlikte, devletin içinde bulunduğu sıkıntılı durumlara son vermek üzere bir değişim ihtiyacının olduğu kabul edilmiştir. Ancak ilk evrede değişime duyulan bu ihtiyacın ilk sonucu, “Osmanlıların sistem

dışında hal çaresi bulunabilecek meselelere, sistem içinde çözüm aramak”178 olmuştur.

Osmanlıların sahip oldukları emperyal güç unsurlarının Avrupalı güçlerinkiyle karşılaştırılmasına dayanan bir mantıkla, Batı’nın üstün olduğu alanlar tespit edilmiş ve gerçek bir dönüşümden çok, sistem içindeki unsurların Batılı örneklere paralel şekilde -ama unsurların özünü değiştirmeden- yapılan ıslah çalışmalarına başlanmıştır. Asıl ıslah edilmesi gereken alanın askerî alan olması gerektiğine olan inanç ki henüz Batı’nın üstünlüğü sadece askerî bir üstünlük olarak algılanıyordu, Osmanlıları ilk olarak bu alanda bir ıslahata yönlendirmiştir. Dolayısıyla Batılılaşma’nın ilk evresi, İ. Ortaylı’nın da tespit ettiği gibi, “Osmanlıların Batı hayranlığının bir sonucu değil”179, daha önce belirttiğimiz, emperyal prestijin sona ermesi, emperyal sistemin tıkanması ve emperyal sınırların netleşmesinin ortaya çıkardığı zorunluluğun bir sonucudur.

Bu noktada, Osmanlıların özellikle askerî yapıyı ıslah etmeye yönelik çabalarını, yüzyıllardır Avrupa’yı karşı klasik emperyal düzeni ile dize getirmiş bir imparatorluğun kendi öz kurumlarından kolaylıkla vazgeçemeyişinin bir sonucu olarak görmek gerekmektedir. Zira bu evrede, yaşanan zihniyet değişiminin boyutu çok ileri düzeylerde olsa da henüz kurumsal anlamda gerçekten dönüşüm olarak adlandırılabilecek adımlar için imparatorluğun hazır olmadığı görülmektedir.

Bu çerçevede, bütün bir 18. yüzyıl boyunca Osmanlı askerî sisteminin Avrupa tarzında ıslah edilmesine yönelik eserler yazıp tavsiyelerde bulunan birçok ilim adamı180 olmuştur. Bu tavsiyeler sonucunda Osmanlı sultanları yabancı ülkelerden getirilen uzmanların gözetiminde mevcut askerî düzeni ıslah etme çalışmalarına başlamışlardır. Bu ıslahatlar ya mevcut bir ocağın iyileştirilmesi ya da bu ocaklarda görevli askerlerin eğitimlerini yapacak çeşitli askerî okulların açılması şeklinde

178

Edhem Eldem; “18. Yüzyıl ve Değişim”, Cogito: Üç Aylık Düşünce Dergisi, Yapı Kredi Yayınları, Osmanlılar Özel Sayısı, Sayı. 19, İstanbul, 1999, s. 192.

179

İ. Ortaylı, İmparatorluğun En…, s. 19.

180

Bunlardan birisi de İbrahim Müteferrika’dır. Yazmış olduğu Usulü’-l Hikem fî Nizamü’l-Ümem adlı eserinde Batı’yı tanıtmış ve onları örnek alarak ıslahatlar yapılmasını tavsiye etmiştir. Eserin bir incelemesi için bkz: Muhammet Şahin; “Osmanlı Yöneticilerinde Zihniyet Değişimi ve Batılılaşmanın Başlangıcı”, G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt. 26, Sayı. 3, Ankara, 2006, ss. 229-231.

ortaya çıkmıştır. Bu ıslahat çalışmaları içerisinde en dikkat çekenler şunlardır: Daha sonraları Humbaracı Ahmet Paşa adını alacak olan Fransız Comte de Bonneval’ın öncülüğünde humbaracı ocağının ıslah edilmesi (1731), aynı ocağa asker yetiştirecek bir hendesehanenin Üsküdar’da açılması (1734); yine bir Fransız olan topçu subay Baron de Tott’un mühendishane (1773) ve sürat topçuları teşkilatını kurması; deniz gücünü ıslah etmek üzere Mühendishane-i Bahri Hümayûn’un kurulması (1776).181

Bütün bu gelişmelere rağmen yapılan ıslahatların işe yaramadığı açıkça görülmüştür. Bu nedenle askerî yapıda ciddi bir dönüşüme duyulan ihtiyaç, III. Selim döneminde yapılmaya başlanan reformlarla giderilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun ordu yapılanması, Nizam-ı Cedid denilen bir dizi düzenleme ve değişiklik sonucunda yeni bir yapıya kavuşturulmuştur. Emperyal sistemin merkezinde bulunan ve bu sistemin devamının garantörü olarak düşünülmüş ve bu zamana kadar bu fonksiyonu yerine getirmiş olan kapıkulu sistemi II. Mahmut döneminde tamamen kaldırılmıştır.

2.3.2.2. Ekonomi

Sanayi Devrimi’nin büyük güçler için oluşturduğu avantajlar, Osmanlı ekonomik araçlarının dış politikadaki etkin niteliğini yitirmesine neden olmuştur. Bunun en önemli nedeni ise Osmanlıların ekonomi alanındaki prensiplerindeki değişimlerdi. Ancak dış politikayla ilgisi bakımından Batılılaşma döneminde Osmanlı topraklarının büyük güçlerin kapitalist ekonomileri için bir pazar haline geldiği görülmüştür. “Avrupa devletlerinin kendi sanayilerini, özellikle İngiliz mamullerinin rekabetinden koruyabilmek için bazı koruyucu tedbirler almışlardı. Böylece Avrupa’da sıkışan İngiltere kendisine en uygun pazar olarak Osmanlı

181

Bu ıslahatlarla ilgili, İ. Ortaylı’nın aktardığı bir konu, Batılılaşmanın ilk evresinde başlayan ve günümüzde bile var olan bir durumu açıklanması açısından önemli bir örnektir. III. Ahmet devrinde (1703-1730), topun içinde dolan barut artıklarını temizlemek için bir fırçaya ihtiyaç duyulmuş, ancak sadece domuz kılından yapılan fırçanın bunu temizleyebileceği anlaşılmıştır. İslâm ordusunun topları domuz kılıyla mı temizlenir tartışması başlayınca, camilerin de bu fırçalarla boyandığı anlaşılıyor. Burada mesele domuz kılı meselesi değil, başka bir rahatsızlık var. Bkz: İ. Ortaylı; Avrupa ve Biz, s. 31.

Devleti’ni görmüştü.”182 Kapitülasyonların içeriğinin genişletilmesi ve özellikle 1838 Balta Limanı Antlaşmaları ile gümrük vergilerinin düşürülmesi183, bu süreci hızlandırmıştır. Önce İngiltere ve daha sonra diğer Batılı ülkelere uygulanan bu antlaşmalar her ne kadar Osmanlı tebaasının ekonomik rekabetteki daha avantajlı durumuna son vermiş olsa da, Kavalalı sorununun Osmanlılar için bir var olma sorununa dönüşmesinin önündeki en önemli engel olan İngiliz ittifakının bu antlaşmayla sağlandığı göz önüne alınmalıdır. Bu nedenle, yerli sanayinin gözden çıkarılması olarak değerlendirilebilecek bu durumun, Osmanlı İmparatorluğu’nun ömrünü uzatmak için ödenen bir bedel olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.

Doğu politikaları bağlamında ise Osmanlıların bu bölgedeki Müslümanlardan gelen ekonomik yardım taleplerine elinden geldiğince karşılık vermeye çalıştığını belirtmek gerekir. Ancak Kırım Savaşı bu anlamda bir dönüm noktası sayılmaktadır. Zira son bölümde açıklanacağı üzere, Kırım Savaşı’nda Osmanlıların dış borçlanmaya gitmesi, Doğu’dan (özellikle Hindistan Müslümanlarından) bu borçların ödenmesine yönelik yardım kampanyalarının başlamasına neden olmuş ve böylece Osmanlılar ekonomik olarak yardım etme niteliğini yitirerek para yardımları almaya başlayan bir ülke haline gelmiştir.

1870’ler boyunca yaşanan ekonomik kriz, Osmanlıların açık kapı politikasının yanında Avrupalılara verilen ticarî ve siyasî imtiyazlarının beklenmeyen bir malî krize neden olmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu kriz Osmanlıları iflasa sürüklemiş ve imparatorluğu dış müdahalelere açık hale getirmiştir.184

Osmanlıların ekonomik anlamda yıpranmasının en önemli nedenlerinden birisi de 1869’da Suveyş Kanalı’nın açılmasıdır. Doğu-Batı ticaretinin kullandığı eski ticaret yollarına önemli bir alternatif olarak ulaşım maliyetini hem zamansal hem de

182

İsmail Yıldırım; “19. Yüzyıl Osmanlı Ekonomisi Üzerine Bir Değerlendirme”, Fırat Üniversitesi

Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt. 11, Sayı. 2, Elazığ, 2001, s. 317.

183

Bu antlaşmalarda ithal gümrükleri düşük (%5), ihraç gümrükleri yüksek (%12) tutulmuştu. 1860’lı yılların sonunda ihracat gümrükleri %1’e kadar düşürülecektir. 19. yüzyıl Osmanlı ekonomi politikaları konusunda bkz: Mehmet Genç; “19. Yüzyılda Osmanlı İktisadî Dünya Görüşünün Klasik Prensiplerindeki Değişmeler”, Dîvân Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, Sayı. 6, İstanbul, 1999, ss. 1-8.

184

maddî olarak azaltan bu gelişmeyle birlikte Doğu-Batı ticaretinin ana koridorlarından birine sahip olan Osmanlıların bu avantajlı konumunu kaybettiği görülmektedir.

2.3.2.3. Diplomasi

Batılılaşmanın ikinci evresinin en önemli gelişmelerinden birisi, bir dış politika aracı olan diplomasi alanında yaşanmıştır. Küçük Kaynarca Antlaşması ile sonuçlanan savaşın ortaya çıkardığı önemli sonuçlardan biri artık klasik gazâ anlayışının imparatorluk için oldukça tehlikeli bir yöntem halinde geldiğiydi. Bu durumu tespit edenlerden biri de Ahmet Resmî Efendi (1700-1783) idi. Hazırladığı "Hülâsâtü’l-İtibâr adlı yazısında bu savaşın sorumlularının eski gazâ kafasıyla dünya koşullarına karşı gelineceği inancında olan kişiler olduğunu belirtmekteydi.185 Burada asıl önemli olan çağdaş Avrupa devletleriyle barış ilişkileri kurulması idi. Yalnız eski savaş geleneğinin değil, eski devlet düzeni geleneğinin de değişmesi gerekirdi. 1699’dan beri Avrupa devletler hukuku sistemine uyum sağlama sürecine girmiş olsa da Osmanlılar o zamana kadar Avrupalı güçlerle tek taraflı bir diplomasi yürütüyorlardı. “Venedik 1454, Lehistan 1475, Rusya 1497, Fransa 1525, Avusturya 1528 ve İngilizler 1583’ten beri Osmanlı başkentinde sürekli olarak görev yapan temsilciler bulundurmaktaydı.” 186 Avrupalı tüccarlar ve seyyahlar gibi resmi olmayan unsurlar vasıtasıyla ve uzun süredir İstanbul’da sürekli olarak görev yapan bu diplomatik temsilciler kanalıyla187 imparatorluğun zaten bu güçlerle savaş dışı ilişki kurma alanı mevcuttu. Ancak bu durum Osmanlıların Hıristiyan devletlerle din üzerinden yürütülen savaş ilişkileri yerine, yeni biçimlerde ilişki kurma zorunluluğunu hafifletmiyordu. Çünkü “Osmanlı seçkinleri, Avrupa ittifakının diplomasisi çerçevesinde gelişen bir Avrupalı uluslararası toplumun ortaya çıkışının farkına vardıklarında, bu toplumun Osmanlı’ya karşı herhangi bir dışlayıcı tavır göstermeksizin normatif ilkeler ve kurallara göre iş göreceğini ummuşlardı. Medeniyetin sadece bir Avrupa ideali değil, insanlığın ortak mirasına inanan 185 N. Berkes; a. g. e., s. 86. 186 F. R. Unat; a. g. e., s. 14. 187

Sürekli diplomasiye geçilmeden önce Osmanlılarla Avrupalılar arasındaki bilgi alışverişini yapan bu unsurlar için bkz: G. R. Berridge; “Diplomatic Integration with Europe before Selim III”, A. Nuri Yurdusev (Ed.), Ottoman Diplomacy: Conventional or Unconventional?, Palgrave Macmillan, New York, 2004, pp. 114-130.

Osmanlılar Hıristiyan dayanışmasına değil, medenî ilkelere dayanan bir diplomasinin tarafını tutuyorlardı.”188

Aslında Avrupa diplomasi geleneğinde sürekli diplomasi, İtalyan şehir devletlerinin birbirlerine karşı duydukları güvensizliğin bir sonucu olarak 14. yüzyılda bu devletlerin başlatmış olduğu bir uygulamadır.189 İlk evrede yapılan ıslahat çalışmaları ile birlikte orduya bir düzen getirmenin Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceği için çok fazla işe yaramayacağı anlaşılınca, imparatorluğun Avrupa’daki güç dengeleri içerisinde kendisine bir yer bulmanın gerekli olduğu anlaşılmıştı. Ö. Kürkçüoğlu, “güçlü bir devletin güçlü bir diplomasisi olur” şeklindeki genel kabule ters bir şekilde, imparatorluğun güçlü olduğu ilk üç yüz yılda Osmanlı diplomasisinin zayıf olduğunu ve zayıflamaya başladığı dönemle birlikte de diplomasinin güçlendiğine işaret etmektedir.190 Dolayısıyla sürekli diplomasiye geçiş, ilk evredeki Batılılaşma tarzının yeterli olmadığının görülmesi ve kurumsal bir dönüşüme ihtiyaç duyulmasının bir sonucudur.

III. Selim reformcu fikirleriyle bilinen birisiydi ve ilgili kurumsal dönüşüm için önemli adımlar atan Osmanlı sultanıydı. İlk önce askerî mekanizma konusunda harekete geçerek eski düzenin terk edildiğinin ve yeni bir döneme girildiğinin simgesi olacak şekilde Nizam-ı Cedit olarak adlandırılan reformlara başladı. 1790 yılında Osmanlı tarihinde ilk defa Müslüman olmayan bir ülke (Prusya) ile ittifak antlaşması imzaladı. Bu durum, diplomasinin öneminin anlaşılması bakımından oldukça önemli sonuçlara yol açtı. Zira uzun zamandır Osmanlı yöneticilerinin emperyal düzenin dönüşümü için aradıkları yöntemlerden birisi olarak yurt dışında sürekli elçiler bulundurulmasının önü açılmış oldu.

1793 yılına gelindiğinde III. Selim, imparatorluğun yurt dışında temsilciliklerini açtı. Bu reform, sadece iki tarafın birbiriyle resmi düzeyde karşılıklı ilişkiler kurması anlamına gelmiyordu. Daha önce sınırlı kaynaklarla başlayan

188

C. Aydın; “Emperyalizme Karşı…”, s. 47.

189

Sürekli diplomasinin Avrupa’da ortaya çıkış süreciyle ilgili bkz: Hüner Tuncer; Eski ve Yeni

Diplomasi, Dış Politika Enstitüsü, Ankara, 1991.

190

Ömer Kürkçüoğlu; “The Adoption and Use of Permanent Diplomacy”, A. Nuri Yurdusev (Ed.),

Ottoman Diplomacy: Conventional or Unconventional?, Palgrave Macmillan, New York, 2004, p.

Avrupa’yı tanıma süreci hızlandı ve kolaylaştı. Bu nedenle bu önemli dönüşümün öncelikli sonuçlarından biri, Batlılaşmanın dış politik anlamı dışındaki diğer anlamlarda da hız kazanmasıydı. Çünkü ilk kez imparatorluğu temsil eden bu kişilerin, kısa süre içinde de olsa, en önemli Avrupa başkentlerinde oturarak oralardaki hayatı görme fırsatları olmuştu. Bu insanların oralardaki idarî, askerî, ekonomik ve sosyal hayatı tanımaya karşı olan ilgileri önlenemezdi. Ancak bu temsilcilerin Batı dillerini bilmemeleri nedeniyle yine de bu dönemdeki etkileşimin sınırlı kaldığı bilinmektedir.

“Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa devletler sistemine giren ilk gayr-i Hıristiyan devletti. Osmanlıların Avrupa’nın diplomatik uygulamalarına katılmasının bir diğer önemli vasfı da Avrupa devletler sisteminin bir dünya sistemine dönüşmesinde oldukça önemli bir adım olmasıdır.191

İlk evredeki ıslahatlarda Fransa’dan önemli oranda faydalanan Osmanlılar192 ilk sürekli elçisini, henüz devrimin oluşturduğu karmaşa dönemini yaşayan bu ülkeye değil de İngiltere’ye göndermişlerdir. Ö. Kürkçüoğlu, “Osmanlıların yeni Fransa’yı ancak başka Avrupalı bir güç (bu Prusya olacaktır) tanıdıktan sonra tanıyacağını bildirerek Osmanlıların daha bu ilk hamlede diplomasi sanatını hayata geçirmeye başladığını düşünmektedir.”193

“Yusuf Agâh Efendi’nin Londra’ya gönderilmesine 1792 yılında karar verilmiştir. İstanbul’daki İngiliz büyükelçisine durum bildirilmiş ve hükümetin muvafakatı istenmiş, onlardan gelen olumlu tepki üzerine Yusuf Agâh Efendi maiyetiyle birlikte 1793 yılında Londra’ya ulaşmıştır. Resmî olarak göreve başlaması ise hediye sandıklarının deniz yoluyla gönderilmesinden kaynaklanan gecikme nedeniyle name-i hümayunun Kral III. George’a ancak 1795 yılının Ocak ayında sunulmasıyla mümkün olmuştur.”194

191

J. C. Hurewitz; “Ottoman Diplomacy and the European States System”, Middle East Journal, 1961, p. 141. 192 B. Lewis; a. g. e., p. 39. 193 Ö. Kürkçüoğlu; a. g. m., p. 133. 194

Kemal Girgin; a. g. e., s. 85. Yusuf Agâh Efendi’nin yanında Birinci Sekreter olarak (İngiliz) Mahmud Raif Efendi, ataşe olarak Derviş Ağa ve muhtemelen ticarî temsilci vasfı taşıyan bir de

1793’te Londra’ya gönderilen Yusuf Agâh Efendi ile başlayan bu süreci Berlin (Ali Aziz Efendi), Viyana (İbrahim Afif Efendi) ve Paris’e (Moralı Seyyid Ali Efendi) gönderilenler izlemiş, böylece Osmanlıların sürekli diplomasi geleneği başlamıştır.

Bu süreçte Osmanlıların en yakın temasta bulunduğu Rusya’nın başkentine sürekli elçilik açmamış olması ilginçtir. Rusya’da bir temsilcilik 1857 yılına kadar da açılmayacaktır. Bu durum, başka bir diplomatik tavır olacak şekilde, Osmanlıların Rusya’yı büyük Avrupa devletlerinden saymadığı, Rusya’yla ilişkilerin hâlâ eski klasik yöntemlerle (gazâ) yürütülmeye devam edileceği anlamına gelmiştir.

Sürekli diplomasiye geçiş, bir yöntem olarak yeni olsa da aslında Osmanlıların uzun zamandan beri zaten başlamış olan bir değişim sürecinde atılmış önemli adımlardan birisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle sürekli diplomasiye geçişin Osmanlılar için çağ açan bir yönü bulunmamaktadır. Ancak bu dönemde bu yeni uygulamanın kendisinden beklenen işlevi tam olarak yerine getirmemesinin arkasında başka nedenler de bulunmaktadır.

Öncelikle; ihtişamlı günlerini geride bırakmış zayıf bir imparatorluğu temsil etmenin yol açtığı zorluklar bu nedenlerin başında gelmektedir. Bu yerleşik elçiler, Osmanlıların daha önceki dönemde Avrupalı devletlere gönderdikleri geçici elçilerin Avrupa devlet adamlarının ve daha da önemlisi Avrupalı toplumların göstermiş olduğu ilgiyi ve heyecanı göstermemişlerdir. Çünkü önceki dönemlerde Osmanlı güçlü bir imparatorluktur ve Avrupa’nın bu güçlü imparatorluğun ve onun elçilerinin “neye benzediği”ne yönelik merakları artık söz konusu değildir. Özellikle Avrupa devlet adamlarının gözünde, görkemini yitirmeye başlamış bir devlet pozisyonunda olan imparatorluğun elçilerinin, belirli politik hesaplara dayalı bir amaçla gönderildiği bilinmekte ve kendilerine de diğer devletlerin elçilerine yapılan “normal” muamele yapılmaktadır.

Osmanlı uyruklu bir Hıristiyan görevlendirilmişti. Bkz: Thomas Naff; “Reform and the Conduct of Ottoman Diplomacy in the Reign of Selim III: 1789-1807”, Journal of the American Oriental

Diğer önemli bir neden, imparatorluğun idarî bünyesinde bu elçiler arasında koordinasyon sağlayacak dışişleri bakanlığına ya da benzer bir yapılanmaya sahip olmamasıdır. Klasik dönemdeki ad hoc diplomasi ile ilgili daha önce belirtilen bağlamda Osmanlıların dış dünyaya ilişkin politik bir yapıya ihtiyaç duymaması çerçevesinde merkezde de böyle idarî bir yapılanmaya ihtiyaç duymadığını söylemek mümkündür. Reisü’l-küttaplık195 makamının dışişleri bakanlığı fonksiyonuna benzer bir fonksiyon yerine getirdiği söylenebilse de esasen uzmanlık alanı bu elçiler arasındaki koordinasyonu sağlamak, onlardan gelen raporları bütüncül bir çerçevede değerlendirmek gibi bir görevi hiçbir zaman olmamıştır. Dolayısıyla sadece sürekli diplomasi uygulamasına geçmiş olmak, bu dönüşümün önemli sonuçlar doğurmasını sağlayamamıştır.

Başka bir başarısızlık nedeni, elçilerin gittikleri ülkelerde tam olarak ne yapacaklarının belli olmamasıdır. Henüz telgraf gibi hızlı iletişim araçlarının bulunmaması elçiler ile merkez arasındaki bağlantının da zayıf olmasına neden olmuş, bu ise elçilerin merkezden yeterince destek görmemesine yol açmıştır.

Elçilerin imparatorluğun iç meselelerine ilişkin konularda eğitilmiş memurlar olmaları ve beynelmilel ilişkilere yönelik bilimsel donanımdan mahrum olmaları başka bir başarısızlık nedeni olarak sayılabilir. Teorik olarak elçilerin ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştıkları kabul edilebilir ancak burada neyi nasıl yapacağını teorik olarak dahi bilmeyen bir görevli kitlesinden söz ediyoruz.

Bununla bağlantılı bir başka neden de ilk sürekli elçilerin yabancı dil konusunda iyi olmamaları ve bu nedenle iletişim konusunda gayr-i Müslim tercümanlara (özellikle Rumlara) bağlı kalmalarıdır. Osmanlılar uzun zamandan beri merkezde bu tür tercümanlar bulundurmuşlar ve onlardan oldukça istifade etmişlerdir.

195

Divândaki katiplerin reisi. Asıl görevi divân toplantılarının muayyen bir düzen içerisinde yapılması, toplantılardan önce gereken evrâkın hazırlanması ve alınan kararların uygulanması için gereken işlerin yapılmasıdır. 17. yüzyılın ortalarında divânın işlevi paşa kapısına geçince reisin yetkileri artmış ve siyasî meselelerde, muharraslıklarda ve yabancı elçilerle müzakerelerde bulunmak onun aslî görevi olmuştur. Bkz: M. A. Ünal; a. g. e., s. 57. Ayrıca bkz: Recep Ahıshalı; Osmanlı Devlet Teşkilatında

Osmanlıların uzun süre baş tercümanlığını yapmış olan Nicolas Mavrokordatos196 bunlardan en fazla öne çıkan isim olmuştur. Bununla birlikte sürekli elçilere hizmet veren bu tercümanların dünyanın değişen şartlarına bağlı olarak güvenilirliğinin azaldığı görülmüştür. Bu tercümanlardan, elçinin içinde görevlendirildiği devletin ajanı olanlar çıkmıştır. Bu örneklerden biri Godrika’dır.197

Bunların dışında; devletin ekonomisindeki zayıflamaya paralel olarak elçilerin masraflarını giderebilecekleri düzeyde maaşlar alamamaları, çoğunlukla duygusal nedenlerle görev süreleri dolmadan ülkeye geri çağrılmaları ve son olarak gittikleri ülkelerde kendilerini destekleyecek konsolosluk birimlerinin oluşturulmaması gibi nedenlerle ilk sürekli elçilerin başarılı olamadıkları görülmüştür.198

Bu tür sıkıntılara rağmen bazı elçilerin Avrupa ile ilgili yazmış oldukları sefaretnâmeler ve bu çalışmaların Osmanlı merkezinde bulduğu yankılar oldukça önemlidir. Bunlardan en önemlisi Ebubekir Ratip Efendi’nin yazmış olduğu 1793 tarihli sefaretnâmedir. Avusturya’nın askerî ve sivil idaresi hakkında yazdığı sefaretnâmede bu devletin en önemli yanları olarak; eğitimli ve disiplinli ordu, düzenli maliye, namuslu, dürüst ve okumuş memurlar, halk arasında ekonomik güvenlik ve refah konularını belirtmiştir. O zamanın modern devlet özellikleri üzerinde vurgu yaparak Tanzimat Fermanı’nda yer alacak fikirleri 45 yıl önce bu şekilde rapor etmiştir. Bu raporu çok beğenen III. Selim bir komisyon kurulmasını ve bu komisyonun raporun içeriğinin yerli koşullara göre uygulanmasını kararlaştırmasını istemiştir.199

Yine de elçiliklerin genel olarak başarısız olduğunu gören III. Selim elçilikleri 1802’de geri çekmiş ve yerlerine (temsil derecesini indirerek) tercümanları görevlendirmiştir. Ancak 1821’e kadar genelde maslahatgüzar sıfatlı kimselerle idare