• Sonuç bulunamadı

Ulûhiyet ve Rubûbiyet

8. MÜMKİNÂTIN İKİ BOYUTU: MÜLK VE MELEKÛT

2.1. Ulûhiyet ve Rubûbiyet

Kâinatı büyük ve mücessem ilâhî bir kitaba benzeten Bedîüzzamân’a göre bu kitabın her bir sayfası bir kitap kadar ve her satırı bir sayfa kadar manaları ifade eder. Kâinat maddî bir Kur’ân gibidir. Yaratmayla ilgili her bir âyeti, kelimesi, harfi hatta her noktası bir mucize hükmündedir. Kâinat, içi sayısız âyetlerle, ince manalı nakışlarla süslenmiş, Rahmânî bir mescit misâlidir. Her bir köşesinde bir grup, bir tür, bir çeşit fıtrî ibadetle meşgul bir şekilde yaratılmıştır. Bedîüzzamân kâinat ve içindeki her bir şeyin böyle mucizevî bir şekilde, mana ile yüklü olarak ve yaradılışına uygun bir ibadetle meşgul olmak tarzındaki yaratılmasını ulûhiyet ve

641 Mustafa Tahralı, Vahdet-i Vücûd ve Gölge Varlık -A. A. Konuk’un Fusûsu’l-Hikem Tercüme

168

mabudiyetin tezâhürlerine bağlar.642 Ona göre bu hâletler kâinatta mutlak bir ulûhiyetin hükümferma olduğunun göstergesi ve delilidir.643

Diğer bir ifadeyle ona göre gözümüzle gördüğümüz üzere, kâinatta semâvî olsun arzî olsun bütün varlıkları çeviren, değiştiren ve yenileyen, bütün bir kâinatı kaplayan, sürekli ve düzenli olan ve hikmet çerçevesinde gerçekleşen bir faaliyet ve icraat (faaliyet-i müstevliye) hakikati söz konusudur. İşte o faaliyet hakikati içinde rubûbiyet hakikati tezâhür ettiği gibi, rubûbiyet hakikati içinde de ulûhiyet hakikati tebârüz etmektedir. Yani kâinattaki bu dâimî faaliyet perdesinin ardından Rabbânî fiiller, bu fiiller perdesinin arkasından ilâhî isimler, isimler perdesinin arkasından da kudsî sıfatların varlıkları ve tahakkukları apaçık göründüğü gibi bu sıfatların tecellîleri ile de Vâcibü’l-Vücûd’un varlığı görünmektedir.644

Bedîüzzamân şöyle der: “İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat bütün

mevcudatıyla beraber kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış manidar hadsiz kitablar, mektublar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde - herbiri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile- Rabbanî ve Rahmanî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menşe'leri olan binbir esma-i İlahiyeyi hadsiz cilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfat-ı Sübhaniyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsî sıfatların madeni ve mevsûfu olan ezelî ve ebedî bir Zât-ı Zülcelâl'in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kıymetler, kemaller dahi, ef’âl-i Rabbaniyenin ve esma-i İlahiyenin ve sıfat-ı Samedaniyenin ve şuunat-ı Sübhaniyenin kendilerine lâyık ve muvafık kudsî cemallerine ve kemallerine ve hepsi birden Zât-ı Akdes'in kudsî cemaline ve kemaline bedahetle şehadet ederler.”645

İşte Bedîüzzamân’a göre faaliyet hakikati içinde tezâhür eden rubûbiyet hakikati, ilim ve hikmetle halk, îcâd, sun’ ve ibdâ’, nizam ve mîzân ile takdîr, tasvîr,

tedbîr ve tedvîr, kast ve irâde ile tahvîl, tebdîl, tenzîl ve tekmîl, şefkat ve rahmetle it’âm, in’âm, ikrâm ve ihsân gibi işleri, fiilleri, şuûnâtı ve tasarruflarıyla kendini

göstermekte ve tanıttırmaktadır. Yine tezâhür-ü rubûbiyet hakikati içinde apaçık

642 Nursî, Asâ-yı Mûsâ, s. 56. 643 Nursî, Şualar, s. 150.

644 Nursî, Asâ-yı Mûsâ, s. 138-139. 645 Nursî, Asâ-yı Mûsâ, s. 139.

169

bulunan ulûhiyetin tebârüz hakikati da ilâhî isimlerin cilveleriyle ve sübûtî sıfatların tecellîleriyle kendini bildirmekte ve tanıtmaktadır.646

Böylece kâinatta birbiri içinde, birbirini izhâr eden, birbirini gerektiren, bir yönüyle de birbiriyle zâhirlik ve bâtınlık ilişkisi içerisinde olan ulûhiyet-rubûbiyet- faaliyet daireleri söz konusu olmaktadır. Bu umûmî yapıda, ulûhiyet, isim ve sıfatların dairesi olduğu gibi, rubûbiyet dairesi de bu isim ve sıfatların tecellîlerinin gerçekleşerek pratiğe döküldüğü, kuvveden fiile çıkarak tahakkuk ettiği daire olmaktadır. İşte Bedîüzzamân’a göre ulûhiyet meselâ bir saltanat dairesi ise rubûbiyet bu saltanatın icraat dairesi mesâbesinde olmaktadır.647

Nitekim Cürcânî de ayn ve hakikatlerden ibaret olan ilâhî isimlerin mazharlarını, hariçte istidâtlarına münasip olan kemâllerine ulaştırmak nazar-ı itibara alındığında bu itibara rubûbiyet mertebesi denileceğini kaydeder.648 Cîlî’ye göre de

hakâyık-ı vücûdiyenin kâffesine ve o hakâyıkı mertebelerinde hıfza ulûhiyet denir. Ona göre merâtib-i ilâhiyye ve merâtib-i kevniyyenin kâffesine şümûl ve bunlardan her birine mertebe-i vücûdtan hakkını vermek ulûhiyetin manasıdır. Çünkü ulûhiyetin her mazhar üzerine -mezâhir-i zâtın nefsine ve gayrisine şümûlü itibarıyla- küllî ihâtası ve mutlak manada bir şümûlu vardır. Diğer bir ifadeyle her vasıf ve isim

üzerine saltanatı söz konusudur. Böylece ulûhiyet hakâyık-ı vücûdiyye ve gayr-ı

vücûdiyyenin ihatâ-i külliyye ve şümûl-i mutlak ile hakkını vermekten ibarettir. Bu anlamda mertebeler itibarıyla en üsttedir. Yine bunun içindir ki Allah ismi isimlerin en yükseği konumundadır.649

Rubûbiyet sûfî düşüncede Mutlak Vücûd’un, isim ve sıfatlarıyla, o isim ve sıfatların kendilerindeki istidâdı yönüyle taayyünü mertebesi olarak görülür.650

Ulûhiyet mertebesinde bilkuvve melhûz olan terbiye hariçte eşyâya bilfiil vaki olursa ona rubûbiyet mertebesi ıtlâk olunur denilmiştir.651 Nitekim Cîlî’ye göre rubûbiyet,

mevcûdâtı talep eden esmâ ve sıfatı muktezî olan mertebenin ismidir. Zira bu isim ve

646 Nursî, Asâ-yı Mûsâ, s. 139-140. 647 Nursî, Asâ-yı Mûsâ, s. 227.

648 Cürcânî, Ta’rifât (Tasavvuf Istılahları), s. 85, 184. 649 Cîlî, İnsân-ı Kâmil, s. 80-82.

650 Cürcânî, Ta’rifât (Tasavvuf Istılahları), s. 61, 184. 651 Rasim Efendi, Tasavvuf Sözlüğü, s. 1028.

170

sıfattan her birisi taalluk edecek mevcûd talep eder. Meselâ Alîm “malûm”u, Kâdir “makdûr”u, Mürîd “murad”ı iktizâ eder.652

Nitekim Bedîüzzamân’a göre Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’un hem varlığı hem ulûhiyet ve rubûbiyeti âhireti iktizâ ederler. Aslında bu, Bedîüzzamân’ın mutlak ve sermedî653 tabir ettiği ulûhiyet ile rubûbiyetin, bâkî me’lûhlarını ve merbûblarını iktizâ etmeleri; tecellîleri sonsuz olan ilâhî isim ve sıfatların bâkî nitelikteki mazharlarını ve meclâlarını istilzâm etmesi durumudur.654

Öte yandan Bedîüzzamân’a göre ulûhiyet ve rubûbiyetin en büyük medâr ve mazharı âhiret âlemidir.655 Bir diğer husûs da ulûhiyetin risâletsiz olamayacağı

çıkarımıdır ki Bedîüzzamân bunu birçok yönüyle ele alarak delillerle ispat eder.656

Aslında Bedîüzzamân’a göre ulûhiyet, risâlet, âhiret, kâinat arasında hakikatte telâzum söz konusudur. Yani bunlardan birisinin vücûd ve sübûtu, ötekisinin de vücûd ve sübûtunu istilzâm etmektedir. Bedîüzzamân bunlar arasındaki telâzumu ayrıntılı bir şekilde ele almakta ve mantıkî bir tarzda beyan etmektedir.657

Şüphesiz hiçbir kayıtla kayıtlanmayan zâtı itibarıyla Allah Teâlâ, âlemlerden müstağnidir. Bu, sûfî düşüncede sürekli tekrarlanan ve altı çizilen bir husûstur. O, zâtı itibarıyla kendi kendine yetmekte ve mahlûkata ihtiyaç duymamaktadır. Lâkin İbnü’l-Arabî’ye göre Cenâb-ı Hak, ulûhiyeti itibarıyla me’lûha gerek duyar. Ulûhiyet, Allah’ın isim ve sıfatlarının Allah’ta ayrı ayrı taayyün etmiş olduğu bir mertebedir. İşte bu isim ve sıfatların hükümlerini icra etmesi için mahlûkatın mevcûdiyeti gerekmektedir. Yani Allah zâtı ve varlığı itibarıyla âlemlerden müstağni olmakla beraber İlâh olması itibarıyla me’lûhun, Rab olması itibarıyla da merbûbun lüzumu söz konusudur.658 Hak Teâlâ’nın her türlü kesreti yok kılan birliğinden (Zât),

652 Cîlî, İnsân-ı Kâmil, s. 99.

653 Nursî, Sözler, s. 43.

654 Nursî, Asâ-yı Mûsâ, s. 220; Sözler, s. 63; Mesnevî-i Nûriye, s. 38-49. 655 Nursî, Asâ-yı Mûsâ, s. 220; Sözler, s. 101; Şualar, 187.

656 Nursî, Sözler, s. 61-62; Mesnevî-i Nûriye, s. 37.

657 Bu telazumun ayrıntılı îzâhı için bkz. Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 36-49.

658 Addas tam burada mevzu ile alakalı Emîr Abdulkadir el-Cezâirî’nin (ö. 1300/1883) Kitâbu’l-

Mevâkıf adlı eserinden şunları nakleder: “Allah olmadan âlem var olamaz ve âlem olmadan da Allah tecelli edemezdi. Ama bil ki Allah’ın zatıyla zatına tecelli etmesi için âleme ihtiyacı yoktur ve O, zatı itibariyle, âlemlerden ve hatta kendi isimlerinden müstağnidir. Buna karşılık sıfat ve isimleriyle tecelli ettiğinde, bu sıfat ve isimlerin hükümlerinin de tecellisi gerekir ve bu da âlemi gerektirir.” (Addas, İbn Arabî..., s. 96).

171

isimlerin sebep olduğu dâhili bir gayriyet içeren kesreti var edici birliğe (ulûhiyet) geçişi de İbnü’l-Arabî’nin “el-feyzü’l-akdes” olarak isimlendirdiği feyezân ile gerçekleşmektedir. Feyz-i akdesle ortaya çıkan isimlerin kesreti ise “el-feyzu’l- mukaddes”le âlemin zuhûrunu sağlayacaktır. İsimler birbirinden farklı olan hükümlerini icra edebilmek için mezâhir talep edecek, ilm-i ezelîde sübût halinde olan mümkünler “Kün” emrini işitince İbnü’l-Arabî’nin deyişiyle artık var olmazlık edemeyecek ve böylece artık esmâ da hükümlerini bunlar üzerinde gösterebilecektir. Bedîüzzamân’ın ulûhiyet (sıfat ve esmâ dairesi) ile kâinat arasında olduğunu belirttiği mütekâbil nitelikteki telâzum ilişkisine karşılık İbnü’l-Arabî, esmâ ile âlemler arasında mütekâbil olarak birbirlerinin gıdası olmaları ve birbirleriyle beslenmeleri şeklinde bir ilişki tasvîri yapar. Zira âlem ancak Allah ile kâimdir ve Allah’ın isimleri ancak âlem ile görünür olduğuna göre isimler ile âlemler birbirlerinin gıdasıdır ve birbirleriyle beslenirler.659 Abdullah Bosnevî (ö. 1054/1644)

de ulûhiyetin zorunlu olarak me’lûhu gerektirdiğini ve bunun da bütün bir âlem olduğunu ifade eder. Zira ona göre merbûbsuz Rab olmayacağı gibi, me’lûhsuz İlâh da olmaz.660

Öte yandan Bedîüzzamân, ulûhiyet ve rubûbiyetin en kesin, şüphesiz ve sürekli nitelikte olan lâzımı olarak birliğe ve tekliğe (vahdet ve infirâd) işaret eder.661

Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyet ve rubûbiyetinin mutlak manadaki bir âmiriyeti ve hâkimiyeti ifade ettiğini belirten Bedîüzzamân, âmiriyet ve hâkimiyetin gereğini de rakip kabul etmemek, ortaklığı reddetmek ve müdahaleyi ortadan kaldırmak olarak tespit eder.662

Bedîüzzamân’a göre ulûhiyet ve rubûbiyetin çeşitli mertebeleri ve daireleri vardır. Kâinat bir bütün olarak bu çeşitli dairelerin (isim ve sıfat daireleri)

659 Addas, İbn Arabî..., s. 95-99. 660 Kartal, Abdullah Bosnevî..., s. 67.

661 Nursî, Sözler, s. 683-684; Şualar, s. 150-151.

662 Bedîüzzamân şöyle der: “Onun içindir ki; küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını

ve nizamını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilayette iki vali bulunsa, herc ü merc ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karmakarışıklığa sebebiyet verirler. Madem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zaîf bir gölgesi ve cüz'î bir nümunesi, muavenete muhtaç âciz insanlarda böyle rakib ve zıddı ve emsalinin müdahalesini kabul etmezse; acaba saltanat-ı mutlaka suretindeki hâkimiyet ve rububiyet derecesindeki âmiriyet, bir Kadîr-i Mutlak'ta ne derece o redd-i müdahale kanunu ne kadar esâslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et.” (Nursî, Sözler, s. 683). Ayrıca bkz. Nursî, Lem’alar, s. 188-189; Şualar, s. 18-19, 152-153.

172

oluşturduğu saltanat üzerinden sevk ve idare edilmektedir. Bu dairelerin her birisinde de bir ismin hâkimiyeti söz konusudur. Bir tek padişahın, saltanatının dairelerinde ve hükümetinin mertebelerinde birçok isim ve unvâna sahip olabilmesi gibi, bu isimlerin tümü de bir tek hâkime bakmakta ve ona işaret etmektedir. İşte Bedîüzzamân bu çerçevede kâinatın ulûhiyet ve rubûbiyet daireleri üzerinden çevrilmesini temsîl yoluyla663 anlamaya yaklaştırmaya çalışarak şöyle der: “Nasılki

bir sultanın kendi hükümetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ: Adliye dairesinde "hâkim-i âdil" ve mülkiyede "sultan" ve askeriyede "kumandan-ı a'zam" ve ilmiyede "halife"... Daha buna kıyasen sair isim ve ünvanlarını bilsen anlarsın ki; birtek padişah, saltanatının dairelerinde ve tabaka-i hükümet mertebelerinde bin isim ve ünvana sahib olabilir. Güya o hâkim, her bir dairede şahsiyet-i maneviye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcud ve hazırdır; bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle meşhud ve nâzırdır, görünür, görür. Ve her bir mertebede perde arkasında, hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle mutasarrıf ve basîrdir; idare eder, bakar.”664

İşte bu temsîldeki gibi “Ezel Ebed Sultanı olan Rabb-ül Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları ve uluhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları ve haşmet-nüma icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı var. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufatı var. Ve rengârenk san'atında ve mütenevvi' masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temaşa eder haşmetli rububiyatı vardır.”665

663 Burada şunu belirtelim ki Bedîüzzamân’a göre “daire-i uluhiyete ait hakaik-i mücerrede, daire-

i mümkinatta ancak misaller ile temessül ve tavazzuh eder. Mümkin ve miskin olan insan da, daire-i imkânda misallere bakarak, fevkinde bulunan daire-i vücubun şuunatını, ahvalini düşünür.” (Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 106).

664 Nursî, Sözler, s. 332. 665 Nursî, Sözler, s. 332-333.

173

Burada gerek ulûhiyet gerek rubûbiyet dairelerinde etki ve hüküm sahibi olarak karşımıza esmânın çıktığı görülmektedir. Nitekim Bedîüzzamân tam burada esmâ-i hüsnâ ile ilgili birtakım husûslara dikkat çeker. Birinci olarak kâinatın her bir âleminde esmâdan bir ismin tecellî etmesi, hâkim olması ve başka isimlerin o dairede ona tâbi’ olması ve onun zımnında bulunmaları durumunu nazara verir.666 İkinci

olarak varlıkların az-çok, küçük-büyük, has-âm her bir tabakasında has bir tecellî, has bir rubûbiyet, has bir isimle bir tecellî gerçekleştiğine dikkat çeker. Yani ona göre aslında o isim tecellisiyle her şeye muhît olmakla beraber öyle bir şekilde bir şeye yöneldiği görülür ki sanki o ilâhî isim sadece o şeye hastır diye anlaşılır. Üçüncü olarak da her bir ilâhî ismin a’zamî mertebesindeki tecellîsiyle -zira Bedîüzzamân’a göre her isimde bir ism-i a’zamlık mertebesi bulunur- en geniş bir dairede bir hâkimiyeti olmakla beraber o isme ait bu en geniş dairenin dahi kendi içerisinde birbirine bakan birçok mertebeden müteşekkil olması durumudur.667 Hâlık-

ı Zülcelâl’ın her şeye yakın olmasına karşın, yetmiş bine yakın nûrânî perdeleri olması hakikatini de ifade eden bu son duruma Bedîüzzamân Hâlık ismi üzerinden şöyle bir misâl verir: “Meselâ: Sana tecellî eden Hâlık isminin mahlukıyetindeki cüz'î

mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlıkı olan mertebe-i kübra ve ünvan-ı a'zama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlukıyetin kapısından Hâlık isminin müntehasına yetişirsin, daire-i sıfata yanaşırsın.”668

Böylece Bediüzzaman’ın ifade ettiği bu yapıda her bir isim dairesi içinde o isme ait, birbirine bakan birçok mertebe ve pencereler olduğu gibi, her bir dairede hâkim olan isim, diğer dairelerin isimlerine de bakmaktadır. Her bir dairedeki hâkim ismin içinde diğer isimlerin de görünmesi söz konusu olduğu gibi, esmâ dairesinin üstündeki dairede yer alan sıfatların da ayrı ayrı tecelliyâtında birbirini gösteren zuhûratı söz konusu olmaktadır. İsimler birbiri içinde görünmekte, şuûnât birbirine

666 Meselâ Bedîüzzamân şöyle der: ““En küçük tabakat-ı mahlukattan olan zerrattan tâ semavata

ve semavatın birinci tabakasından tâ arş-ı a'zama kadar birbiri üstünde teşkilât var. Her bir sema, bir ayrı âlemin damı ve rububiyet için bir arş ve tasarrufat-ı İlahiye için bir merkez hükmündedir. O dairelerde ve o tabakatta çendan ehadiyet itibariyle bütün esma bulunabilir. Bütün ünvanlarla tecelli eder. Fakat nasılki adliyede hâkim-i âdil unvânı asıldır, hâkimdir. Sair ünvanlar orada onun emrine bakar, ona tâbi'dir. Öyle de, her bir tabakat-ı mahlukatta, her bir semada bir isim, bir ünvan-ı İlahî hâkimdir. Sair ünvanlar da onun zımnındadır.” (Nursî, Sözler, s. 564-565).

667 Nursî, Sözler, s. 333. 668 Nursî, Sözler, s. 333.

174

bakmakta, temessülât birbiri içine girmekte, unvânlar birbirini ihsas etmekte, zuhûrat birbirine benzemekte, rubûbiyetin türlü türlü terbiyeleri birbirine imdat edip yardım etmektedir.669

Dolayısıyla Bedîüzzamân’a göre birbirine bakan, birbirine benzer olan, birbiri içinde olan, birbirini gösteren, birbirini ihsâs eden, birbirini tamamlayan, birbirine imdât edip yardım eden bu mürekkeb ve kompleks yapıda, her bir şeyde, perde arkasında güzel isimleri ve mukaddes sıfatları ve onların tecellîleriyle, hazır ve nazır olan, iş gören, her şeyi idare eden Ezel Ebed Sultanı “Rabbü’l-Âlemîn”dir. Bu nedenledir ki Bedîüzzamân meselâ bütün zâhirî sebepleri, vâsıtaları rubûbiyetin izzetinin sırf zâhiri olan perdeleri olarak görür. Zâhirî sebep ve vasıtaların ilâhî rubûbiyetten hiçbir şekilde payları olamayacağını belirtir. Ona göre onların payı ubûdiyet hizmetinden başka bir şey değildir. O, sebep ve vasıtaların sırf zâhirî olduklarını, hakîkî tesirlerinin olmadığını ve îcâda dönük hiçbir kabiliyetleri bulunmadığını müteaddit yerlerde altını çizerek tekrar eder.670

Bedîüzzamân esbâb ile müsebbebât arasındaki ilişkiyi, Müsebbibü’l-Esbâb olan Vâcibü’l-Vücûd’u ve vahdetini gösterip şehâdet eden üç ana hüküm çerçevesinde değerlendirir. Bunların birincisi şudur ki, ona göre, sebeb gayet âdi,

âciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder. Zira en yüksek bir sebebin, en âdi bir müsebbebe gücünün yetmediği açıktır.

Bu da sebeplerin bir perde olduğunu ve müsebbebleri yapanın başka birisi olduğunu göstermektedir. Çünkü Bedîüzzamân’a göre hangi varlığa (müsebbeb) baksak, onda o derece mükemmel ve sıra dışı bir san’at olduğunu görürüz ki, bütün sebepler bir araya gelse, o san’at karşısında aczlarını itiraf etmek durumunda olacaklardır. İkincisi müsebbebin gayesi, fâidesi dahi, cahil ve câmid olan esbâbı ortadan atar, bir

Sâni’-i Hakîm’in eline teslim eder. Çünkü vücûda gelen her bir varlığın bir değil,

birçok gaye ve hikmet tahtında vücûda gelmesine karşın şuûrsuz sebeplerin bir gayeyi düşünüp çalıştığını söyleyemeyiz. Üçüncüsü ise şöyledir: Müsebbebin

yüzündeki tezyînat ve meharetler, kendi kudretini zîşuûrlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni'-i Hakîm’e işaret eder. Bedîüzzamân’a göre

669 Nursî, Sözler, s. 333.

670 Meselâ bkz. Nursî, Asâ-yı Mûsâ, s. 80, 168; Sözler, s. 199, 293-294, 608-609; Mesnevî-i

175

varlıklardaki süslü ve gösterişli keyfiyet ve haller, kesin olarak tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına delâlet ettiği gibi bu sıfatlar da açık olarak Vedûd ve Marûf olan bir yaratıcının varlığının vücûbuna ve birliğine delâlet eder.671

Bedîüzzamân’ın bu başlığımız çerçevesinde Risâle-i Nûr’da cevapladığı bir soru da kâinattaki devamlı sûretteki hadsiz faaliyetin sırrının ve hikmetinin ne olduğu suâlidir. Yani Hâlık-ı Zülcelâl’ın varlıkları devamlı sûrette tebdîl, tecdîd ve tazelendirmesinin hakikati nedir? Faaliyet-i rabbâniyenin ve hallâkiyet-i ilâhiyenin sırr-ı hikmeti, gerekçesi ve gerektirici sebebi nedir? Her şeyden önce şunu ifade edelim ki bu sorunun cevabı doğal olarak

ٍنْاَش ىِف َوُه ٍم ْوَي َّلُك

672,

ُدي ِرُي اَمِل ٌلاَّعَف

673,

ٍءْيَش ِِّلُك ُتوُكَلَم ِهِدَيِب

674,

ُءاَشَي اَم ُقُلْخَي

675,

ى ِيْحُي َفْيَك ِ هاللّٰ ِتَمْح َر ِراَثآ ىَلِا ْرُظْناَف

اَهِت ْوَم َدْعَب َض ْرَلاْا

676 âyetlerinin bir nevi îzâhı ve işareti niteliğindedir.

Bedîüzzamân’a göre kâinattaki hadsiz faaliyet cemâlî ve celâlî şeklindeki iki kısım ilâhî isimlere dayanmaktadır. Zira bu isimlerin hem sonsuz ve sayısız tecellî türleri ve çeşitleri vardır hem de bunların sürekli bir şekilde tezâhür istemeleri söz konusudur. Nitekim Bedîüzzamân’a göre yaratılmışların çeşit çeşit olması ve ihtilafları da o tecellîlerin çeşitliğinden ileri gelmektedir. İşte her kemâl ve cemâl sahibinin, fıtrî olarak cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi hakikatine binâen, cemâl ve kemâl-i ilâhiye medâr olan o çeşitli isimler de daimî ve ebedî oldukları için, sürekli bir şekilde Zât-ı Akdes hesabına tezâhür etmek ve görünmek istemektedirler.677 “Yani, nakışlarını göstermek isterler. Yani nakışlarının

âyinelerinde cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen fe-ânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye manidar yazmak ve her bir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes ile beraber, bütün zîşuurların nazar-ı mütalaasına göstermek ve okutturmak iktizâ ederler.”678 İşte ilâhî isimlere ait bu keyfiyetler tabiî olarak kâinatta sonsuz bir

671 Nursî, Sözler, s. 679-681.

672 Kur’ân-ı Kerim, Rahmân Suresi, 55/29. 673 Kur’ân-ı Kerim, Hûd Suresi, 11/107. 674 Kur’ân-ı Kerim, Yasin Suresi, 36/83. 675 Kur’ân-ı Kerim, Rum Suresi, 30/54. 676 Kur’ân-ı Kerim, Rum Suresi, 30/50.

677 Nursî, Mektûbât, s. 86, 288; Lem’alar, s. 348. 678 Nursî, Mektûbât, s. 86.

176

faaliyetin ortaya çıkmasını ve bütün bir kâinatın sürekli olarak bu isimlerin cilve ve tecellîleriyle tazelendirilmesini ve değiştirilmesini sonuç vermektedir.

Ayrıca Bedîüzzamân’a göre bu faaliyette fâilin sınırsız, sonsuz, nihayetsiz ve hadsiz olmasına karşın münfâil olanın dar ve sınırlı olma niteliği ile bu faaliyetin zaman aralığının da az ve sonlu olması durumunun göz önüne alınması da kâinattaki bu sürekli, hadsiz ve hayret veren faaliyetin anlaşılmasını daha da kolaylaştıracaktır. Nitekim o şöyle demektedir: “Nihayetsiz kemalat-ı İlahiyeyi, hadsiz celevat-ı

cemaliyeyi ve gayetsiz tecelliyat-ı celaliyeyi ve gayr-ı mütenahî tesbihat-ı Rabbaniyeyi şu dar ve mahdud zeminde ve mütenahî ve az bir zamanda göstermek için zerratı kemal-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemal-i intizamla tavzif ederek; mütenahî bir zamanda, mahdud bir zeminde gayr-ı mütenahî tesbihat yaptırıyor. Gayr-ı mahdud tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye ve kemaliyesini gösteriyor. Çok hakaik-i gaybiye ve çok semerat-ı uhreviye ve fânilerin bâki olan hüviyet ve