• Sonuç bulunamadı

Tecellînin Üç Nev’i: Vâhidiyet, Ehadiyet ve Ferdiyet

8. MÜMKİNÂTIN İKİ BOYUTU: MÜLK VE MELEKÛT

1.2. Tecellî

1.2.1. Tecellînin Üç Nev’i: Vâhidiyet, Ehadiyet ve Ferdiyet

Yukarıda Bedîüzzamân’ın ilâhî tecelliyi celâlî-cemâlî ve umûmî-husûsî gibi kısımlara ayırdığını söylemiştik. Onun bu çerçevedeki bir diğer taksimi, yine bu

596 Nursî, Şualar, s. 31-32.

597 Nursî, Sözler, s. 201.

154

ikisiyle ilişkili olan vâhidiyet-ehadiyet şeklindedir. Şöyle ki genel manada ehadiyet tecellîsi cemâlî ve husûsî bir tecellî niteliğinde iken, vâhidiyet tecellîsi, celâlî ve umûmî bir nitelik arz etmektedir. Bu iki şekil Zât-ı Akdes’i tanıyabilmemizin yegâne yolu olan O’nun isim ve sıfatlarının cilve ve tecellîlerini anlamak husûsunda da gayet derecede önem ifade etmektedir.

Ehadiyet tecellîsi âleme tecellî eden bütün esmânın işlevsel olduğu bir tecellî türüdür.599 Bu manada ehadiyet, bütün her şeyin kabza-i tasarrufunda olmasını, bütün

eşyânın bütün hal ve keyfiyetleriyle birden görülmesini, nihayetsiz işlerin beraber yapılabilmesini, her yerde hazır ve nâzır olarak bulunabilmeyi, mekândan münezzeh olmayı ve sonsuz bir hikmet, ilim ve kudrete sahip olmayı ifade etmektedir.600

Bedîüzzamân’a göre ehadiyet her bir şeyde Zât-ı Akdes’in bütün isimleriyle tecellîsinin bulunmasıdır. Her bir ismin bütün bir mevcûdâtı ihâta etmesi de tecellînin diğer nev’i olan vâhidiyeti ifade etmektedir.601 Bedîüzzamân’ın bu iki

kavramla ilgili tanımlamaları şöyledir: “Vâhidiyet ise, bütün o mevcudat birinindir ve

birine bakar ve birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise; her bir şeyde, Hâlık-ı Külli Şey'in ekser esması tecelli ediyor demektir. Meselâ Güneş'in ziyası, bütün zeminin yüzünü ihata ettiği haysiyetiyle, vâhidiyet misalini gösterir. Ve her bir şeffaf cüz'de ve su katrelerinde, Güneş'in ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması, ehadiyet misalini gösterir. Ve her bir şeyde hususan zîhayatta ve bilhâssa her bir insanda; o Sâni'in ekser esması onda tecelli ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir.”602

Ferdiyet tecellîsi ise Bedîüzzamân’a göre İsm-i Ferd’in Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun etmesi itibarıyla hem vâhidiyet hem de ehadiyet tecellîlerini aynı anda içerisinde bulundurmakta ve her iki tecelliyi de muhît bir tecellî olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim ona göre İsm-i Ferd’in en büyük cilvesi, bütün kâinatı ve içindekileri bir vahdet içine alıp her şeyin alnına bir vahdet sikkesi

599 Nursî, Sözler, s. 129, 195.

600 Nursî, Asâ-yı Mûsâ, s. 148-149. 601 Nursî, Sözler, s. 9.

155

koyduğu gibi her şeyin yüzüne bir ehadiyet mührü de basmak sûretiyle gerek vâhidiyet gerek ehadiyet tecellîlerini aynı anda göstermektedir.603

Bedîüzzamân ehadiyeti mutlak istiklâliyet olarak ifade eder ve böylece sebeplerin müdahalesini ve hakîkî herhangi bir etkisini reddeder.604 Zira ona göre ehadiyet tecellîsi perdesiz, doğrudan doğruya, özel (husûsî) bir teveccüh ile tasarruftur. Buna mukâbil vâhidiyet tecellîsi Hakk Teâlâ’nın sebepler/vâsıtalar perdesi altında ve umûmî bir kanun sûretinde olan tasarruflarını ifade etmektedir.605

Aslında bu durum aklımıza hemen sûfî düşüncede kâinat ile olan ilişkisi ve irtibatı çerçevesinde Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsinin gerçekleştiği söylenen iki veçheyi getirmektedir. Bunlardan biri müteselsil şekildeki vâsıtalar ve sebepler zinciriyle olan tecellîsidir ki bu, kâinatta görülen umûmî ve genel bir tarzdır. İkincisi ise umûmî olmayan “vech-i hâs” sûretindeki ilişki ve irtibattır. Nitekim Konevî bu anlamda şunları kaydeder: Mevcutların Allah Teâlâ ile irtibatı iki şekilde gerçekleşir. Birincisi, tertip ve vâsıtalar aracılığıyla olan irtibattır. İkinci tarz ise vâsıtasız irtibattır. Konevî’ye göre bu ikincisi, her varlığın kendisiyle Rabbi arasında herhangi bir vâsıtanın bulunmadığı cihetten Hak ile bir irtibatı olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla Hakk ile doğrudan doğruya vâsıtasız bir irtibat her varlık için sâbittir. Bu irtibat Hakk’ın zâtî olarak her şeyin zâhir ve batınını kuşatması ve onlarla beraber olması cihetidir.606

Vech-i hâs tarzındaki tecellî aslında Cenâb-ı Hakk’ın tikellerle ilişkisi ile ilgili bir mevzu olarak karşımıza çıkar. Tikellerle doğrudan ilişkiye imkân vermeyen ve bu irtibatın ancak nedensellik bağı üzerinden (dolaylı) olduğu şeklindeki görüşlerin aksine İbnü’l-Arabî ve takipçilerine göre bilinmesi gereken en mühim konu Tanrı ile tek tek varlıkların ilişkisidir ki, gerçekte vahdet-i vücûd bu demektir. Ekrem Demirli’nin dediği gibi “vahdet-i vücûd tikellerin Tanrı ile ilişkisi

sorunundan hareketle Tanrı’nın her şeyle birlikte olması, ardından da “şeylerin” ortadan kalkarak gerçek varlığın Hak olarak kalmasından ibarettir. Bu anlayış aynı

603 Nursî, Lem’alar, s. 318, 352. İsm-i Ferd’in tecelli-i a’zamı ve bu suretle gösterdiği tevhid-i

hakikî ile ilgili geniş açıklamalar için bkz. Nursî, Lem’alar, s. 318-328.

604 Nursî, Asâ-yı Mûsâ, s. 170. 605 Nursî, Sözler, s. 618.

606 Sadreddin Konevî, Kırk Hadis Şerhi (Şerh-i Hadis-i Erbaîn), Ekrem Demirli (Çev.), İz

156

zamanda Tanrı’nın her bir şeyle doğrudan ilişkisidir ki, Tanrı’nın her yerde olması da bu demektir.”607

Demirli, bu konunun İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin metafizik anlayışında temel sorun olduğunu kaydeder. Çünkü Tanrı’nın âlemle olan dolaylı ilişkisi bilinen ve kabul edilen bir ilişkiydi. Aklen kabul edilmiş, hatta ispatlanmıştı. Dolayısıyla yeni dönem metafiziği bu kabullere dayanarak sorunu yukarıda ifade edilen boyutta ele almış ve o boyuta bir îzâh getirmeye çalışmıştır. Yani vahdet-i vücûd Tanrı’nın tikellerle ilişkisinden hareketle Tanrı-âlem-insan ilişkilerine bir yorum getirmeyi hedeflemiştir. Bu anlayışa göre Tanrı’nın âlemle olan dolaylı ilişkisi Tanrı’nın aşkınlığını gerektirirken, “vech-i hâs” yani özel yönle olan ilişkisi ise Tanrı’nın içkinliğini ifade eder ve Tanrı her şeyle özel yönden ilişkilidir. “Özel yön”ün varlık tecellîsiyle özdeşleştiği bu anlayışta metafiziğin en önemli sorunu olan “vahdet ve kesret ilişkisi” yani “birlikle çelişmeden çokluğun açıklaması”nın hedeflendiği görülmektedir.608

Binâenaleyh ortaya çıktı ki aslında vahdet-i vücûdun problem olarak gördüğü, çözmek ve beyan etmek istediği asıl husûs, Bedîüzzamân’ın ifadesiyle söyleyecek olursak; Hak Teâlâ’nın ehadiyetiyle beraber nasıl her bir şeyi îcâd edebildiği, tecellîsinde nasıl bölünme ve parçalanma (tecezzî ve inkısâm) olmadığı ve bu tecellîde bir şeyin bir şeye nasıl mâni olmadığı, her bir şeye en yakın olmasıyla beraber her bir şeyin O’ndan gayet derecede uzak olmasının keyfiyetinin ne olduğu, vahdetiyle beraber nasıl gayet derecede bir kolaylıkla bütün bir eşyâda değişiklikte (tebdîl ve tağyir) bulunup onda tasarruf edebildiği, vahdetine karşılık mutlak rubûbiyetini nasıl tahakkuk ettirdiği, kısacası Hak Teâlâ’nın vahdet-i hakîkîye ile

rubûbiyet-i mutlakası ve ehadiyet-i zâtıyla hallâkıyet-i külliyeye mâlikiyeti

meselesidir.

Diğer bir ifadeyle Zât-ı İlâhîye’nin ehadiyetiyle beraber fiillerinin küllîyeti, vahdet-i şahsiyesiyle beraber yardımcısız umûmiyet-i rubûbiyeti ve ferdâniyetine karşılık ortaksız şümûl-ü tasarrufâtı, mekândan münezzeh olmasıyla her yerde hazır bulunabilmesi, birliği ile her işi bizzât elinde tutması, yani bütün bunların îzâh

607 Demirli, İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 213. 608 Demirli, İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 213, 215.

157

edilebilmesidir. İşte Bedîüzzamân’a göre Risâle-i Nûr’un kâmil manada ortaya koyup beyan ettiği husûslar da aslında tam da bunlardır. Özellikle Risâle-i Nûr içerisinde üretilerek ortaya konulan vâhidiyet-ehadiyet-ferdiyet tecellîsi anlayışı,

nûrâniyet ve şeffâfiyet hakikatleri, her bir şeyin mülk boyutunun yanında sahip

olduğu melekûtiyet vechi ve diğer sır ve hakikatler -ki bunlar başlıklar halinde çalışmamızın içerisinde işlenmiştir- beyânı gayet derecede müşkül olan o husûsların aklî bir zeminde îzâh edilebilmesine imkân tanımıştır. Böylelikle vahdet-i vücûd geleneğinde bu muvâcehede öne çıkan “vech-i hâs” kavramına tekabül eden ehadiyet tecellîsinin Risâle-i Nûr’un tecellî teorisinde bu denli önemli bir yer işgal etmesi ve Nûr Risâleleri’nde sürekli olarak nazara verilerek temsîller üzerinden îzâh edilmeye çalışılmasının nedeni ve değeri daha iyi anlaşılmış olmaktadır.

Yine bu çerçevede Risâle-i Nûr’da vahidiyet tecellîsi çerçevesinde ortaya çıkan nedensellik meselesinin de üst bir boyutta ele alındığı bir yöntemin takib edildiği dikkat çekmektedir. Sebeplerin sırf zâhiri bir perde olarak görüldüğü ve yaratmada ve icraatta onlara kesinlikle gerçek bir tesirin verilmediği bu yöntemde çarpıcı bir şekilde sebeple müsebbebin bizzât kendilerinin Müessir-i Hakîkî’nin isimlerine, sıfatlarına, vücûb-u vücûduna ve vahdetine bir işaret ve âyet olarak ortaya konulabildiği görülmektedir. Risâle-i Nûr’da sebebin müsebbebi îcâd etmekten ne kadar uzak olduğu ispat ve beyan edilmiş ve sebeple müsebbep arasındaki bu uzun manevî mesafe ilâhî isimlerin doğdukları yer (matla’) olarak gösterilmiştir. İlâhî isimler bir yıldız ve güneş gibi bu mesafede ortaya çıkarak kendini göstermektedir. Böylece sebeb ve müsebbebin her birisinin Cenâb-ı Hakk’ın vücûb-u vücûduna, vahdetine, rubûbiyetinin kuşatıcılığına, isimlerinin tecellîlerine işaret edip onları göstermesi onlara delâlet edip şehâdet etmesi söz konusu olmaktadır.609

Bedîüzzamân’ın tecelli başlığı altında dile getirebileceğimiz bir diğer vurgusu da vâhidiyet ve ehadiyet tecellîlerinin husûsî tezâhür noktalarıdır. O, vâhidiyetin celâl ve haşmet, ehadiyetin de cemâl ve rahmet noktalarında göründüğünü belirtir. Varlıklardaki cemâl tecellîlerini Hakk’ın ehadiyet delilleri olarak değerlendirirken, celâl tecellîlerini de vâhidiyet delilleri olarak ele alır.610 Vâhidiyet tecellîsinden zâhir

609 Bunun temsîller dâhilinde îzâhı için bkz. Nursî, Sözler, s. 422-424. 610 Bkz. Nursî, Sözler, s. 305-307; Lem’alar, s. 353; Şualar, s. 168-170.

158

olan celâlin ekseriyetle nevilerde ve külliyâtta, ehadiyet tecellîsinden zâhir olan cemâlin ise mevcûdâtın cüz’iyyâtında tecellî ettiğini belirtir.611 O şöyle der: “Ve keza

mesail-i mantıkiyeden "küllî" ile "küll" arasındaki fark ile rububiyete dair çok mes'eleleri öğrenmiş bulunuyorum. Cemal ile Ehadiyet

ٍتاَّيِئ ْزُج و ُذ ٌّىِِّلُك

şümulüne dâhildir. Celal ve Vâhidiyet

ٍءا َزْجَا وُذ ٌّلُك

ünvanına dâhildir.”612

Bedîüzzamân bu iki tecellî şeklinin ve özellikle de ehadiyet tecellîsinin anlaşılması için birçok yerde güneş temsiline ve nûrâniyyet sırrına başvurur. Bu çerçevede bir tek zâtın çeşitli aynalar vâsıtasıyla nasıl külliyet kesbettiğini; hakîkî bir cüz’î iken nasıl umûmî şuûnâta sahip bir küllî hükmüne geçtiğini şöyle açıklar “Meselâ: Şems bir cüz'î-yi müşahhas iken, eşya-yı şeffafe vâsıtasıyla öyle bir küllî

hükmüne geçer ki, rûy-i zemini timsalleriyle, akisleriyle dolduruyor. Hattâ katarat ve parlak zerrat adedince cilveleri bulunuyor. Güneşin harareti ve ziyası ve ziyanın içinde olan yedi renkli elvan-ı seb'ası, herbirisi mukabilindeki eşyaya muhit, âmm ve şamil oldukları halde; her bir şeffaf şey dahi güneşin timsaliyle beraber harareti, hem ziyayı, hem elvan-ı seb'ayı göz bebeğinde saklıyor. Ve safi kalbini ona bir taht yapıyor. Demek Şems, vâhidiyet haysiyetiyle ona mukabil umum eşyaya muhit olduğu gibi, ehadiyet cihetiyle her bir şeyde Güneş çok vasıflarıyla beraber bir nevi cilve-i zâtıyla bulunur.”613

Bu temsîl muvâcehesinde temessül yani akis bahsini açan Bedîüzzamân, temessülün meseleye medâr olacak üç nev’ine işaret eder. Varlık ve varlıkla alakalı merkezi meselelerin anlaşılması açısından öneminden dolayı bu kısmı olduğu gibi naklediyoruz: “Birincisi: Kesif, maddî şeylerin akisleridir. O akisler hem gayrdır,

ayn değil. Hem mevattır, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden başka hiçbir hasiyete mâlik değil. Meselâ sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zîhayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hâssaları onlarda yoktur. İkincisi: Maddî nuraninin akisleridir. Şu akis ayn değil, fakat gayr da değil. Mahiyeti tutmuyor, fakat o nuraninin ekser hasiyetlerine mâliktir. Onun gibi hayy sayılıyor. Meselâ: Şems dünyaya girdi. Her bir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, Güneş'in

611 Bkz. Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 210; Sözler, s. 300; Mektûbât, s. 234-235. 612 Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 214.

613 Nursî, Sözler, s. 194. Vâhidiyet ve ehadiyetin güneş temsîli üzerinden ifade edildiği bir diğer

159

hâssaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb'a bulunuyor. Eğer faraza Güneş zîşuur olsa idi, harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvan-ı seb'ası sıfat-ı seb'ası olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda her bir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mani olmazdı. Herbirimizle âyinemiz vâsıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu. Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir. Şu akis, hem hayydır hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefs-ül emriyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, huzur-u İlahîde haşmetli kanatlarıyla Arş-ı A'zam'ın önünde secdeye gider. Hem o anda hesabsız yerlerde bulunur, evamir-i İlahiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mani olmazdı. İşte şu sırdandır ki; mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salavatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirisine mani olmaz. Hattâ evliyadan, ziyade nuraniyet kesbeden ve ebdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zât, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş.”614

İşte Bedîüzzamân’a göre temessülün bu ikinci ve üçüncü nev’inde manasını bulan “nûrâniyyet sırrı”dır615 ki güneş gibi âciz bir varlığın ve yine madde ile kayıtlı

yarı nûrânî rûhânîlerin bir yerde iken pek çok yerde bulunabilmesine imkân vermektedir. Kayıtlı bir cüz’î iken mutlak bir küllî hükmünü almaları ve cüz’î bir ihtiyar ile birçok işi bir anda yapabilmeleri imkânını temin etmektedir. Bedîüzzamân bu misâlden ve akabindeki bu îzâhlardan sonra aynı zamanda bir-çok ilişkisi meselesinin de özünü teşkil eden ve cevabı içerisinde olan şu soruları sormaktadır: “Acaba, maddeden mücerred ve muallâ ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten

münezzeh ve müberra ve şu umum envâr ve bütün nuraniyat onun envâr-ı kudsiye-i

614 Nursî, Sözler, s. 194-195.

615 Onun güneş misali ve nûrâniyyet sırrı ile ilgili diğer bir ifadesi de şudur: “Nasılki nuraniyet

itibariyle bir derece kayıdsız olan Güneş'in timsali, her bir cilâlı parlak şeyde temessül eder. Binlerle, milyonlarla âyineler nuruna mukabil gelse, birtek âyine gibi inkısam etmeden bizzât herbirinde cilve-i misaliyesi bulunur. Eğer âyinenin istidadı olsa, Güneş azametiyle onda âsârını gösterebilir. Bir şey, bir şey'e mani olamaz. Binler, bir gibi ve binler yere, bir yer gibi kolay girer. Her bir yer, binler yer kadar o güneşin cilvesine mazhar olur. İşte

ىَلْعَلاْا ُلَثَمْلا ِ ه ِلِلَّو

şu kâinat Sâni'-i Zülcelâl'inin nûr olan bütün sıfatıyla ve nurani olan bütün esmasıyla, teveccüh-ü ehadiyet sırrıyla öyle bir tecellisi var ki; hiçbir yerde olmadığı halde, heryerde hazır ve nâzırdır. Teveccühünde inkısam olmaz. Aynı anda, her yerde, külfetsiz, müzahamesiz her işi yapar.” (Nursî, Mektûbât, s. 247-248).

160

esmasının bir kesif zılali ve umûm vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervâh ve âlem-i misâl nim-şeffaf bir âyine-i cemali ve sıfatı muhita ve şuunatı külliye olan bir Zât-ı Akdes'in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfatı ve cilve-i ef’âli içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi ferd uzak kalabilir, hangi şahsiyet külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir?”616

Binâenaleyh Bedîüzzamân’a göre şunları söylemek mümkündür: Güneş, kayıtlı olmayan nûru ve maddî olmayan aksi ile insana göz bebeğinden daha yakın olmakla beraber insan nasıl maddî ve kayıtlı olması hasebiyle güneşten gayet derecede uzakta bulunmakta ise; Cenâb-ı Hak da insana gayet derecede yakın iken insan ise O’ndan gayet derecede uzaktır. Sani-i Zülcelâl nûr olan bütün sıfatları ve nûrânî olan tüm isimleriyle, yukarıda tasvîr edilen ehadiyet teveccühü sırrıyla gerçekleşen tecellîsiyle hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde hazır ve nazır olup, aynı anda, her yerde, zahmetsiz ve külfetsiz bir şekilde her işi yapmaktadır. Zira nûr ve nûrânî için sınır ve bağ (kayıd) yoktur. Mekân onu bağlamadığı gibi onun için uzak-yakın, az-çok aynıdır.617

Bedîüzzamân ilâhî tecellîlerin dolayısıyla da O’nun yaratmasının nasıl gerçekleştiği, rubûbiyetinin nasıl tahakkuk ettiği, mahlûkatın bu tecellî feyzini kabul keyfiyetinin ne olduğu ve bu muvâcehede ortaya çıkan sorulara ilişkin hikmetli îzâhlarda bulunmakta, kâideler niteliğinde prensipler ortaya koymakta ve bu husûsta nûrâniyyet sırrı ile beraber birçok hakikati mevzunun anlaşılmasının esâs unsurları olarak işlemektedir. Bu sırların yaradılış ile ilgili birçok sorunun cevabına aklı teslime sevk edecek derecede ışık tuttuğu görülmektedir. İleride üzerinde duracağımız bu hakikatlerden Bedîüzzamân’ın sık olarak başvurduğu nûrâniyet sırrının özellikle ehadiyet tecellîsinin îzâhında ve anlaşılmasında merkezi bir öneminin olduğu görülmektedir.

Meselâ bütün insanların yaratılması ve diriltilmesinin, ilâhî kudrete nisbeten birtek insanın yaratılması ve diriltilmesi gibi kolay olduğu, apaçık olarak bu sır

616 Nursî, Sözler, s. 195. Bedîüzzamân’ın güneş misali üzerinden ortaya koyduğu nûrâniyyet sırrı

ve bu sırrın Allah-âlem ilişkisinin anlaşılması açısından değerini ve önemini gösteren ifadeleri için ayrıca bkz. Nursî, Sözler, s. 165-166.

161

merkezinde ortaya konmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın zâtının ehadiyetiyle beraber bütün eşyâda onların bütün hallerinde bir anda nasıl tasarruf ettiği, doğrudan doğruya her şeyin dizginini nasıl elinde tuttuğu, bir işin diğer bir işe nasıl engel olmadığı, sonsuz yerlerde bulunup sonsuz işleri nasıl yaptığı, her yerde olmakla beraber nasıl hiçbir yerde olmadığı, her şeye gayet derecede yakın olmakla beraber her şeyin nasıl O’ndan nihayet derecede uzak olduğu gibi husûslar hep bu sırrın merkezde olduğu bir çerçeve içinde açıklanmaktadır.618

Bedîüzzamân, Kadir-i Mutlak’ın mevcûdâtı nasıl mübaşeretsiz, mualecesiz, son derece kolaylıkla, adetâ sadece bir emirle yarattığını, nûrâniyet sırrı çerçevesinde ve özellikle de güneş temsîliyle îzâh eder.619 Mekândan münezzehiyetiyle her yerde

bulunması, sonsuz yüceliğiyle her şeye yakın olması ve birliği ile her şeyi bizzât elinde tutmasının keyfiyetini aklı teslime sevk edecek bir şekilde ve hakîmâne bir tarzda bu çerçeve içinde ifade eder.620

Hiçbir şeyin Hakk’ın şuhûduna, huzuruna ve fiillerine engel olamamasını, ehadiyet teveccühü sırrıyla olan tecellîsinde bölünme ve parçalanma olmadığını ve sonsuz fiilleri bir tek fiil gibi yapabildiğini, güneş misâliyle ve nûrâniyet sırrıyla açıklar.621 Bütün bu husûslara Bedîüzzamân’ın verdiği misâller ve yaptığı ayrıntılı

îzâhlar için ilgili dipnotlara havale etmekle iktifa edeceğiz.

Şüphesiz ehadiyet tecellîsinin anlaşılması için en önemli bir husûs da Bedîüzzamân’ın güneş temsîli ve nûrâniyet sırrı muvâcehesinde ortaya koyduğu Cenâb-ı Hakk’ın tecelliyâtının nûrânî olup bütün nurlara kaynaklık etmeleri, buna mukâbil eşyânın mâhiyetleri, hakikatleri ve melekûtiyet vecihlerinin (iç yüzlerinin) ise şeffâf ve ayna gibi parlak olması şeklindeki tespitidir.622 Ona göre bütün nûrlar ve bütün nûrâniyât ilâhî isimlerin nûrlarının kesîf bir gölgesi hükmündedir. O, Zât-ı Zülcelâl’ı bu siyak dâhilinde “Nûru’n-Nûr, Münevviru’n-Nûr, Mukaddiru’n-Nûr” şeklinde niteler.623 Cenâb-ı Hakk’ın ehadiyet teveccühü sırrıyla gerçekleşen

618 Bkz. Nursî, Sözler, s. 609-612. 619 Bkz. Nursî, Sözler, s. 165-166. 620 Bkz. Nursî, Sözler, s. 193-195. 621 Bkz. Nursî, Mektûbât, s. 247-248.

622 Nursî, Sözler, s. 91; Nursî, Şualar, s. 160, 658; Mesnevî-i Nûriye, s. 93-94. 623 Nursî, Sözler, s. 166, 195, 611.

162

tecellîsinin, nûr olan sıfatları ve nûrânî olan isimleriyle gerçekleştiğine işaret eder.624

İşte Bedîüzzamân’a göre ilâhî saltanatın müessiriyet ve idaresinin sırları ancak bu husûsun da anlaşılmasıyla tam bir açıklığa kavuşur ve bilinebilir hale gelir.625

2. ULÛHİYET VE RUBÛBİYET/TAAYYÜN-İ EVVEL VE TAAYYÜN- İ SÂNÎ MERTEBELERİ

Vahdet-i vücud düşüncesinde taayyün-i evvel, vahdet mertebesidir ki hakikat- ı Muhammediye626 diye de isimlendirilmiştir. Hak Teâlâ bu mertebede bütün

isimlerle müsemmâ ve bütün sıfatlarla mevsûf olması itibarıyla bu mertebe “Allah” ism-i câmi’inin mertebesi yani ulûhiyet mertebesidir. Bütün varlıkların maddesi olması ve bütün kabiliyetlerin ondan zâhir olmaları hasebiyle “kabiliyyet-i evvel”; üstünde Zât-ı Sırf mertebesinden başka mertebe olmaması nedeniyle de “Makam-ı Ev Ednâ” ismini alan bu mertebenin birçok başka isimleri de vardır. Meselâ “kâb-ı kavseyn” ve “nûr-u Muhammedî” bunlardandır. Yine akl-ı evvel, âlem-i manâ, kenzü’s-sıfât, âdem-i hakikî, mahlûk-u evvel, âlem-i sıfât, lâhût, kalem-i evvel, vücûd-u evvel, sebeb-i evvel, berzah-ı câmi’, gibi isimler bu mertebenin dikkat çeken diğer isimleri arasındadır.627

Bu mertebe Zât-ı Baht’ın istiğrak-ı cemâlisinden mertebe-i âgâhiye diğer bir ifadeyle ilim mertebesine tenezzülünü ifade eder. Öte yandan Vücûd’un bu mertebe-i vahdete yani mertebe-i ulûhiyete tenezzülü sûfîlere göre meşîet tahtında değil belki

iktizâ-yı zâtî olarak gerçekleşir. İktiza-yı zâtîde ise sebep ve illet söz konusu değildir.

Ceberût âlemi de denilen bu mertebede eşyânın hakâiki bilkuvve (potansiyel) olarak