• Sonuç bulunamadı

DELÂLET ETMEK-TAZAMMUN ETMEK, TAVSÎF ETMEK-

Bedîüzzamân’ın delalet etmek tazammun etmeyi iktizâ etmediği gibi bir şeyi

bir şeyle tavsif edenin o şeyle muttasıf olması lâzım gelmez şeklindeki bu iki kâideyi

ondaki tecellîleri muvâcehesinde Cenâb-ı Hakk’ın kâinatla ortaya çıkan ilişkisini ve münâsebetini açıklamak üzere kullandığı görülür. Bedîüzzamân bu çerçevede ortaya çıkan bir takım yanlış anlama ve değerlendirmelere bu iki kâide üzerinden cevap vermektedir. Bu anlamda bir şeyin tecellîsine mazhar olmak ile o şeye masdar ve menba’ olmayı birbirine karıştıran, varlığın ve âlemin varlık sebebini, bizzât o şeylerin özünde var sayan, yani Yaratan ile yaratılanı iç içe aynı şeyler kabul ederek Yaratıcı ve yaratılan ayrımını ortadan kaldıran veya Yaratan’a mekân isnâd eden

97

yorumların yanlışlığını bu kâidelerin mantık ve perspektifi üzerinden göstermeye çalışır. Nihayette de vahdet-i ilâhiyeyi ispat eder.

Meselâ ona göre kabarcıktaki güneşin cilvesi güneşin varlığına delâlet eder lâkin güneşi tazammun edip içine alamaz. Dolayısıyla bir şeye delil olmak o şeyi ihtivâ etmeyi gerektiren bir durum olmadığı gibi medlûlün kendisine delâlet eden şeyin zımnında bulunması da gerekli bir durum değildir. Keza yine meselâ, şeffâf bir zerre güneşi tavsîf eder bu mümkündür, fakat şems olamaz. Yine bal arısı Sâni’i niteler fakat Sâni’ olamaz.377

Nitekim Bedîüzzamân’a göre meselâ âlemi ışıklandıran koca güneşin bir sineğin gözüne tecellî yoluyla girip onu ışıklandırması mümkün iken, ateşten küçücük bir kıvılcımın -güneşin gayet derecede bir küçük misâli kabul edilirse- o göze girip onu aydınlatması imkânsızdır. İşte ona göre bu örnekte olduğu gibi bir zerrenin veya mevcudâtın Şems-i Ezelî’nin tecellîsine mazhar olmasından söz edilebilir. Fakat onların Müessir-i Hakikî’ye zarf olmasından söz edilemez.378

Bedîüzzamân’a göre bir zerrenin kocaman güneşi tecellî yani in’ikâs yoluyla içine alması mümkündür. Fakat bu yoldan sarf-ı nazar aynı zerrenin küçücük iki zerreyi bizzât içine alması mümkün değildir. Bu misal çerçevesinde kâinatın zerrelerini ve mürekkebâtını yağmurun güneşin timsâline ma’kes olan damlalarına benzeten Bedîüzzamân, bu zerreler ve onlardan mürekkeb olan varlıkların Hak Teâlâ’nın ilim ve irâdeye dayanan ezelî ve nûrânî kudretinin parıldamalarına ancak tecellî ve in’ikâs yoluyla mazhar olmasından söz edilebileceğini belirtir. Yoksa ona göre mevcudâtın, üzerlerinde görünen ilim, irâde ve kudrete menba’ ve kaynak olmalarından söz edilemez. Dolayısıyla kâinat ve içindeki her bir varlıkta görülen gayet mükemmel san’at ve hikmeti nazara aldığımızda, ya kâinatın her bir zerresinin, her bir terkîb edilmiş varlığın ulûhiyete hâs olan mutlak sıfatlara kaynak ve masdar olduğunu söyleyeceğiz ki, bu imkânsızdır. İşte Bedîüzzamân’a göre bu durumda varlıkların ancak o sıfatlar ile vasıflı Şems-i Ezelî’nin tecellîlerine ma’kes olmalarından söz edilebilecektir. Dolayısıyla zerrelerin ancak Zât-ı Zülcelâl’ın sıfat

377 Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 78. 378 Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 87.

98

ve isimlerinin tecellî ve cilvelerine mazhar ve ma’kes olup onları göstermeleri söz konusudur.379

Bedîüzzamân meseleyi diğer bir şekilde şöyle îzâh eder: Bir şeyin yaratıcısı o şeyin içinde olduğu kabul edilirse ikisi arasında tam bir münâsebet gerekecektir ki, bu da varlıkların sayısınca yaratıcının olmasını gerektiren bu durum olduğundan muhâldir. Dolayısıyla yaratıcı (sâni’), yaratılanın (masnû’) içinde olamaz. Meselâ kalemle yazılan bir kitab düşünelim. O kitabın nakışları, harfleri, kendisinden ortaya çıkmadığı gibi kâtib de o yazı san’atı içinde değildir. İşte bu misâlde kitabın nakış ve harflerinin kitabın kendisinden kaynaklı olmaması gibi varlıkların nakışları da kendilerinden değildir. Masnuât ancak kader ve kudret çerçevesinde îcâd edilmektedir.380 Yani mevcûdâtın varlığı kendisinden olamayacağı gibi Hâlık’ın yarattığı şeyin içinde olması da imkânsız bir durumdur.

Böylece Bedîüzzamân batıl bir mezhep olarak nitelediği hulûlü381 kesin ve

net bir dille reddetmekte ve Yaratıcı-yaratılan ilişkisinin ancak tecellî ve zuhûr yoluyla olduğunu ortaya koymaktadır. Yani mevcûdâtın ancak Şems-i Ezelî’nin tecelliyât lem’alarına, Zât-ı Zülcelâl’ın sıfat ve isimlerinin tecellî ve cilvelerine mazhar ve ma’kes olup onları göstermelerinden söz edilebilir. Tecellî ve zuhûr ayrıdır, hulûl ayrıdır. İkisi aynı şeyler değildir. Nitekim tasavvuf düşüncesinde de net bir şekilde ifade edildiği üzere tecellî ve zuhûr, hulûl demek değildir. Bir şeyin başka bir şey için zuhûr ve tecellî yeri olması, onun o şeye mahal olmasını gerektirmez. Bir aynada görünen şeyin, o şeyin dışında bir şey olması gibi Hak Teâlâ’nın mazharlarda zuhûr ve tecellîsi de kendisinin münezzeh oluşuna engel değildir.382 Nitekim Bursevî

mümkün ve hâdis olarak nitelediği şecere-i Musa’dan gelen

الله انا ىنا

şeklindeki nidayı nazara vererek, hâşâ Hakk’ın şecereye hulûlünün olmadığını lâkin asl-ı tecellî hasebiyle nûrunun ona taalluku olduğunu ifade eder. Ona göre bu matla’-güneş

379 Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 123-124. Bedîüzzamân bu anlamda şöyle bir misal verir: “Tevhid

ile bütün eşyayı, Vâhid-i Ehad'e isnad etmediğin takdirde, âlemde bulunan bütün efradın mazhar oldukları tecelliyat-ı İlâhiye adedince ilâhları kabul etmek mecburiyetindesin. Evet gözünü şemsden yumduğun ve timsalleriyle irtibatını kestiğin zaman timsallerine ma'kes olan şeylerin adedince hakikî şemslerin vücûdunu kabul etmeye mecbur olursun.” (Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 244).

380 Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 122. 381 Nursî, Barla Lâhikası, s. 258.

382 Rasim Efendi, Tasavvuf Sözlüğü, s. 1242-1243; Okudan, Gelenbevî ve Vahdet-i Vücûd, s.

99

ilişkisinde olduğu gibi ağacın O’nun nûrunun tecellîsine matla’-i âftâb olmasına benzer.383

Nitekim Bedîüzzamân’ın kendisi de vahdet-i vücûdu kastederek şunları söyler: “Şu mutasavvifînin reis ve kebiri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hulûlü

iddia eden marifet-i İlâhiyeden hiçbir şey istişmam etmemiştir. Evet mümkün, Vâcib ile nasıl ittisal veya ittihad edecek? Kellâ!. Evet mümkünün ne kıymeti vardır; tâ ki Vâcib onda hulûl ede, hâşâ!.. Neam, mümkünde füyuzât-ı İlâhiyeden bir feyz tecellî eder.”384 Devamında da sûfîlerin mesleği ile panteistlerin mesleği arasında ne münâsebet ve ne de temas olmadığını net bir şekilde ortaya koyar.385 Meselenin

anlaşılması için şöyle bir misâl de verir: Meselâ yeryüzünün küçük, parça parça, rengârenk cam parçalarından oluştuğunu var sayarsak her biri farklı olarak rengine, vücûduna ve şekline bağlı olarak güneşten bir feyz alacaktır. Oysa ona göre şu hayâlî feyz, ne güneşin zâtı ne de ziyasının tâ kendisidir.386

5. CÜZ’ÎYİ YARATAN KÜLLÎYİ DE YARATMAYA KÂDİR