• Sonuç bulunamadı

CÜZ’ÎYİ YARATAN KÜLLÎYİ DE YARATMAYA KÂDİR

Öncelikle şunu ifade edelim ki küll parçaları olan bir bütün iken, cüz’ bu bütünün dışarıda bağımsız olarak düşünülemeyen parçalarını ifade eder. Meselâ her insan bir küll iken onun eli, ayağı, kulağı birer cüz’dür. Küllî ise dışarıda bağımsız olarak varlığını sürdüren parçaları olan bir bütünü ifade eder. Meselâ insan kavramı bir küllîdir. Zira bu kavramın dışarıda Muhammed, Ahmed, Mahmûd gibi bağımsız varlığı olan cüz’î parçaları vardır. Böylece cüz’î, küllînin dışarıda bağımsız varlığı olan parçası olmaktadır. Cüz’ ile küll arasında parça bütün ilişkisi hâkimdir. Fakat bu ilişki cüz’î ile küllî arasındaki ilişki ile kıyaslandığında zayıf kalmaktadır. Zira küllîde ne varsa cüz’îde de o vardır. İkisi kemiyeten farklı olsalar da keyfiyeten

383 Rasim Efendi, Tasavvuf Sözlüğü, s. 1255. 384 Nursî, Muhâkemât, s. 132.

385 Bedîüzzamân şöyle der: “İşte bunların mesleği ötekilerin mesleğine münâsebet ve temas

edemez. Zira maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar ve istiğrak ettiklerinden, efkârları fehm-i ulûhiyetten tecerrüd edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki; herşeyi maddede görmek, hattâ uluhiyeti onda mezcetmek gibi bir meslek-i müteassifeye girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdet-üş şuhûd olan muhakkikin-i sofiye o derece Vâcib'e hasr-ı nazar etmişler ki; mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır. "Bir vardır" derler... El'insaf... Sera Süreyya kadar birbirinden uzaktır. Maddeyi cemi' envâ’ ve eşkâliyle halkeden Hâlık-ı Zülcelâl'e kasem ederim ki: Dünyada şu iki mesleğin temasını intac eden re'y-i ahmakaneden daha kabih ve daha hasis ve daha sahibinin mizac-ı aklının inhirafına delil olacak bir re'y yoktur.” (Nursî, Muhâkemât, s. 132).

100

aynıdırlar. Ayrıca cüz’e küllün adı verilemediği halde cüz’îye küllînin adı verilebilmektedir. Meselâ evin bir cüz’ü olan kapıya, pencereye veya duvara ev denilemediği halde, ismi ne olursa olsun her bireye insan denilebilmektedir.

İşte Bedîüzzamân’a göre hayat sahibi varlıkların her bir cüz’îsi, onların bütününe bir fihriste olduğundan cüz’îyi yaratanın, küllîyi de yaratmaya muktedir olması gerekir.387 Diğer bir ifadeyle külliyâtı, gökleri ve yeri yaratan kimse, göklerde

ve yerde olan cüz’iyâtı ve canlı fertleri halkeden yine odur. Zira cüz’iyât, o külliyâtın meyveleri, çekirdekleri, küçültülmüş bir örneğidir.388

Nitekim hayat sahibi varlıklardan biri olan insan, âdeta kâinatın küçültülmüş bir misali, yaratılış ağacının bir meyvesi ve âlemin bir çekirdeği gibidir. Âlemdeki nevilerin çoğu numûnelerini câmi’dir. Sanki o hayat sahibi insan, bütün bir âlemden çok hassas tartılarla süzülmüş bir damladır. İşte bu da bir canlıyı yaratıp ona Rab olmanın bütün bir kâinatı tasarruf elinde tutmayı gerektiren bir durum olduğunu göstermektedir.389

Diğer bir ifadeyle: İhata edilen cüz’iyât, ihâta eden büyük küll ve külliyâtın küçücük bir örneği, nüshaları ve misâlleri şeklindedir. Dolayısıyla muhît külliyât, muhât olan cüz’iyâtı yaratanın elinde ve tasarrufunda olmalıdır ki, o büyük muhîti o çok küçücük cüz’iyâtın içine alabilsin. Bedîüzzamân şöyle devam eder: “Demek

birtek tohumu, birtek ferdi yaratan, elbette o büyük küll ve külliyatı ve onları ihata eden ve onlardan çok büyük olan diğer külliyatları ve cinsleri yaratan yine odur, başka olamaz. Öyle ise, birtek nefsi yaratan, bütün insanları yaratabilir. Ve birtek ölüyü dirilten, haşirde bütün cinn ve ins ölülerini diriltebilir ve diriltecek.”390 İşte

Bedîüzzamân’a göre bu durum aynı zamanda

ٍةَد ِحا َو ٍسْفَنَك َّلاِا ْمُكُثْعَب َلا َو ْمُكُقْلَخ اَم

391

âyetinin hükmünün hak ve hakikat olduğunu da göstermektedir.392

Bedîüzzamân’a göre Hâlık-ı Zülcelâl’ın bütün isimleri veya isimlerinin çoğuyla gerçekleşen ehadiyet cilvesi sırrıyla vücûda gelen en küçük bir hayat sahibi

387 Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 37.

388 Nursî, Mektûbât, s. 250-251; Asâ-yı Mûsâ, s. 235-236. 389 Nursî, Sözler, s. 295.

390 Nursî, Şualar, s. 665.

391 Kur’ân-ı Kerim, Lokman Suresi, 31/28. 392 Nursî, Şualar, s. 666.

101

varlık, kâinatın küçültülmüş bir örneği hükmünde olduğundan -zira kâinata tecellî eden tüm isimlerin veya ekserisinin o zihayata da aynen tecellî etmesiyle o zihayat vücûda gelmektedir-, o tek canlıya sahip çıkan, ancak bütün kâinatı tasarruf elinde tutan zât olabilir. Bu anlamda her bir canlı varlık küçük bir âlem hükmünde olduğundan, bu ehadiyet cilvesi sırrı, şirk ve iştirâki muhâl ve imkânsız derecesine getirmektedir. Çünkü meselâ bir meyve, bir ağacın küçültülmüş bir misâlidir. Yine o meyvedeki çekirdek, o ağacın amellerinin defteri gibidir. Zira o ağacın hayat tarihi o çekirdekte yazılıdır. Bu itibarla bir meyvenin ağacın tamamına, belki o ağacın nev’ine, hatta yerküreye baktığını söylemek mümkündür. Öyle ise, bir meyvenin san’atındaki manevî yüksekliğin yeryüzünün büyüklüğü nisbetinde olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Böyle olunca da o zerreyi, san’at itibarıyla içerdiği o manevî yükseklikle yaratanın, yeryüzünü yaratmaktan âciz olmayacağı neticesi ortaya çıkacaktır.393

Öte yandan Bedîüzzamân, hayatın bir şeye girmesi durumunda onu bir âlem hükmüne getirmesi şeklinde bir özelliğinden söz eder. Hayat içerisine girdiği şeye o şey cüz’ ise küll gibi, cüz’î ise küllî gibi bir câmi’iyet kazandırır. Yani hayatın öyle bir kapsayıcılığı ve toplayıcılığı (câmi’iyet) var ki, âdeta tüm âleme tecellî eden isimlerin çoğunu kendinde gösterebilen câmi’ bir ehadiyet aynası gibidir. Bu itibarla hayat sahibi varlık (âlem-i sağîr) âdeta varlık ağacı olan kâinatın bir çeşit fihristesini taşıyan bir çekirdeği makamına geçer. İşte nasıl ki bir çekirdek ancak onun ağacını yapabilen bir gücün eseri olabilir; öyle de en küçük bir hayat sahibi varlığı yaratan, elbette tüm âlemin Hâlık’ıdır. İşte Bedîüzzamân’a göre hayat, bu câmi’iyetiyle en gizli bir ehadiyet sırrını göstermektedir. Zira her bir canlıda kâinatı ihâta eden ilâhî isim ve sıfatların cilveleri beraber olarak tecellî etmektedir. Neticede bu bakış açısıyla bakıldığında -yani ehadiyet tecellîsine mazhar zîhayat varlıkların her birisinin kâinatın bir çekirdeği, bir fihristesi, bir misâli ve örneği hükmünde olması durumu nazara alındığında- hayatın kâinatı gerek rubûbiyet gerekse îcâd yönünden bölünme kabul etmez bir küll, hatta parçalanması imkân dışında bulunan bir küllî hükmüne getirmesi söz konusu olmaktadır.394

393 Nursî, Mesnevî-i Nûriye, s. 34. 394 Nursî, Lem’alar, s. 337-338.

102

İşte Bedîüzzamân’a göre bütün bu hususlar nazara alındığında şu esâslara ve düstûrlara ulaşmak mümkündür: “Demek kâinat öyle bir külldür ki; bir cüz'e Rab

olmak, umum o külle Rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki; herbir cüz', bir ferd hükmüne geçip, bir tek ferde rububiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi müsahhar etmekle olabilir.”395

Bediüzzaman’a göre kâinat içinde, baştanbaşa yayılmış olan bir dayanışma ve yardımlaşma, birbirine bakma, birbirinin isteğine cevap verme ve böylece her bir şeyin her şeyle ilişki içinde olmasını ifade eden ve gösteren bir hakikatle karşı karşıyayız. Her bir şeyin her şeyle ihtiyaç sâikıyla bir tanışması ve görüşmesi, bir ilişkisi söz konusudur. Eğer kâinatı büyük bir kitaba benzetirsek bu kitabın her harfinin adetâ bu kitapta yer alan her bir cümleye dönük birer yüzü ve o yüze bakan birer gözü olduğu şeklinde bir ilişki biçimiyle, her bir şeyin her şeyle bağlı ve irtibatlı olduğunu söylemek mümkündür. İşte bu yüzdendir ki Bedîüzzamân diğer bir düstûr olarak, “Bir şeyin her şeysiz olamayacağını” ifade etmektedir.396 Bu

çerçevede Bedîüzzamân’a göre kâinat kitabının öylesine bir muzâaf iştibâk-ı

tesânüd-ü nazmı söz konusudur ki, meselâ bir noktayı yerinde yaratmak için bütün

kâinatı îcâd edecek sonsuz bir kudret ve güç gerekmektedir.397 Bedîüzzamân’ın bu

dâhilde kâide niteliğindeki diğer ifadeleri şöyledir: “Arzı ve bütün nücum ve şümusu

tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele malik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Zira herşey, herşeyle bağlıdır”.

“Sivrisineğin gözünü halkeden, Güneş'i dahi o halketmiştir”. “Pirenin midesini

tanzim eden, Manzume-i Şemsiye'yi de o tanzim etmiştir”.398