• Sonuç bulunamadı

Turgut Özal ve Koalisyon Dönemi (1991-1993)

2. BÖLÜM

2.2. Azerbaycan Açısından Jeopolitik

2.2.4. Türkiye’nin Sahip Olduğu Jeopolitiğin Kısa Ekonomi Politiği

2.2.4.1. Turgut Özal ve Koalisyon Dönemi (1991-1993)

Soğuk Savaş boyunca Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ndeki otonom cumhuriyetlere ilişkin ayrı bir dış politikası olmamıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılma işaretleri gösterdiği 1980’lerin son yıllarında dahi Türkiye bu politikasını değiştirmemiş ve bu dönemde başlayan Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki gerginliklere Moskova’nın iç politikasını ilgilendiren mesele olduğu gerekçesiyle müdahil olmamıştır.

SSCB’nin 1991 yılının Aralık ayında parçalanmasıyla beraber Orta Asya ve Kafkasya’da 8 yeni ülke (Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Tacikistan) bağımsızlığını elde etmiştir. Sonraki süreçte bu ülkelere yönelik uluslararası ilginin giderek arttığı görülmüştür. Bu artan ilginin önemli bir bölümü stratejik ve ekonomik sebeplere dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Gerek bu alandaki mevcut doğal kaynaklar, gerekse bu alanın Ortadoğu’ya yakınlığı ve Asya ile Avrupa

arasındaki stratejik konumu bu ülkelere yönelik büyük devletlerin yanı sıra Pakistan, İran, Türkiye ve İsrail gibi birçok bölgesel gücün de ilgisini çekmeyi başarmıştır (Azerbaycan Serhad Mühafizesi, 2009: 3).

SSCB’nin dağılmasıyla birçok devletin bağımsızlığını kazanmasının uluslararası düzeyde yarattığı değişimlerden en fazla etkilenen ülkelerden biri Türkiye olmuştur. Bu durumun ortaya çıkmasında Sovyetler Birliğinin dağılması ve Soğuk Savaşın bitmesi üzerine AB devletleri üzerindeki Sovyet baskısının sona ermesiyle birlikte Türkiye’nin AB desteğinden eskisi kadar yararlanamaması da etkili olmuştur. Soğuk Savaşın ardından, bağımsızlığını kazanan ülkelerin altısının Müslüman beşinin ise Türk devleti olması dini kimlik ve milli kimlik beraberliği yönünden düşünüldüğünde Türkiye’de büyük bir sevinç ve heyecanla karşılanmıştır (Hale, 2003: 307). Durum bu açıdan değerlendirildiğinde Türkiye’nin önünde psikolojik, politik ve ekonomik faydalar sağlayacak tarihi bir avantajın oluştuğu söylenebilir.

Türkiye tarihsel süreçte SSCB ile olan ilişkilerini çeşitli zorlamalardan doğan bazı ayrılıklar dışında (Kıbrıs, Batı Trakya, Bulgaristan’daki Türkler) Soğuk Savaş süresince Dış Türkler Sorununa karşı mesafeli bir dış siyaset takip etmeyi tercih etmiştir. SSCB’nin hızlı bir şekilde parçalanmasının temelde Türkiye’nin dış politikası açısından beklendik bir gelişme olmadığını söylemem mümkündür. Nitekim 1990 yılının Ocak ayında AHC’nin bağımsızlık mücadelesine karşı Sovyetler tarafından güç kullanarak bastırılması ve yüzlerce insanın ölümüne sebebiyet verilmesi üzerine dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal dengeli ve ölçülü siyaseti sürdürerek meselenin SSCB’nin iç sorunu olduğunu dile getirmiştir. Türkiye’nin itidal sahibi bu davranış tarzı Azerbaycan’ın 30 Ağustos 1991 yılındaki egemenlik ilanının sonrasında 31 Ağustos’ta Dış İşleri Müsteşarı Özdem Şanberk’in medyaya verdiği beyanatta da açık bir şekilde görülmüştür. Türkiye ilk aşamalarda meydana gelen gelişmeleri Moskova ağırlıklı izlemeyi sürdürmüştür. Moskova-Ankara ilişkileri, Ankara ile Türk cumhuriyetleri arasındaki ilişkilerden daha önemlidir. SSCB’nin parçalanmasıyla birlikte Türkiye’nin tutumunda önemli değişiklikler görülmeye başlanmış ve bağımsızlığını ilan eden Müslüman Türk cumhuriyetlerinin egemenlikleri tanınarak bu ülkelere açık destek verme yoluna gidilmiştir. Türkiye’nin değişen tutumunu gösteren önemli gelişmelerden birisi de yine Turgut Özal tarafından

1991 yılının Eylül ayında TBMM’de yaptığı açılış konuşmasında verdiği mesajlarla görülmektedir. Özal, Soğuk Savaşın bitmesi ve SSCB’nin parçalanmasının Türklere bölge önderi olabilmeleri çerçevesinde tarihi bir imkan hazırladığını ve 400 yıldan bu yana ilk defa meydana gelen bu imkanın kaçırılmaması gerektiğini ifade etmiştir (Cangar, 1991).

Türkiye’nin bağımsızlığını kazanan ülkelere yönelik geliştirdiği yeni tutum umutları ve beklentileri de beraberinde getirmiştir. Türkiye’nin uzun yıllar devam eden yalnızlığı sonlanarak Orta Asya-Kafkasya bölgesinde egemenliklerini yeni kazanan ülkelerin büyük bölümüyle ortak kültürel, dinsel ve dilsel ilişkileri ile yeniden gelişip güçlenmesi yoluyla Türkiye’yi daha güçlü bir konuma getirebilecektir. Öte yandan, Orta Asya ve Kafkasya’da egemenliklerini yeni kazanmış Müslüman-Türk ülkeleri, bu egemenliklerini sağlamlaştırabilmek, uluslararası düzeyde statü kazanmak ve toplumsal değişimlerini ortaya koyabilmek için Türkiye’den destek ve yarar görmek istemişlerdir (İşyar, 2009: 512).

Türkiye bir yandan Orta Asya ve Kafkasya toplumlarıyla ilişkilerini geliştirmeye odaklanırken öte yandan Sovyetler ile olan menfaat ve mesuliyet ilişkileri arasında akılcı bir istikrar kurmaya çalışmak üzere yollar aramaya daha önceden başlamıştır. Bu doğrultuda, Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeleri daha süratli ve sağlıklı biçimde değerlendirebilmek ve daha hakikatli kararlar ortaya çıkarabilmek için Eylül 1991’de Türkiye bölgede araştırmalar yapmak üzere kurullar oluşturmuştur. Kurullardan biri Orta Asya Cumhuriyetleri ve Azerbaycan’ı, diğeri ise Moldova, Ermenistan, Ukrayna ve Gürcistan’ı ziyaret ederek bu devletlere Türkiye’nin yakın alakasını aktaracak ve geçiş döneminde Türkiye’den umduklarını saptamayı amaçlamıştır. 12-17 Eylül 1991 tarihlerinde sırasıyla Kazakistan, Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan’ı ziyaret ederek Türkiye’nin geleceğe yönelik olumlu temennilerini iletmişlerdir. Yapılan ziyaretlerde Türk heyetine verilen mesajlar Türk Cumhuriyetlerinin egemenliklerini tanıyan ilk ülkenin Türkiye olmasının arzulandığı, personel ve öğrenci eğitimi için ekonomik yatırımlar, ortak işbirliği ve karşılıklı ticaretin yaygınlaştırılmasına yönelik istekleri yansıttığı görülmüştür. Azerbaycan Meclisi 29 Ekim 1991’de aldığı bir kararla egemenliğinin tanınması için dünya devletlerine çağrıda bulunmuştur. Dönemin Azerbaycan Başbakanı Hasan Hasanov ise İtalya’ya düzenlediği geziden dönerken 3-4

Kasım 1991 tarihlerinde Ankara’ya gelerek Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile görüşmüş, İtalya’nın Azerbaycan’ı tanımaya olumlu baktığını ancak Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilk kabul etmesi gereken devletin Türkiye olmasını istediklerini dile getirmiştir. Türkiye SSCB’ye karşı temkinli bir yaklaşım sürdürmesine karşın rağmen 9 Kasım 1991’de Azerbaycan’ın egemenliğini tanımıştır. Ancak Türkiye itidalli yaklaşımını sürdürmeye devam etmiştir. 21 Aralıkta egemenliğini elde eden Türkmenistan’ın ilk resmi gezisinin Cumhurbaşkanı bünyesinde Türkiye’ye gerçekleştirmesi ve Türkiye’den egemenliğinin tanınması isteği karşısında olumsuz yanıt alması bunun bir örneğidir. Türkiye, 8 Aralık 1991’de Beyaz Rusya, Ukrayna ve Rusya arasında imzalanan anlaşma ile SSCB’nin resmen dağılmasını müteakip 16 Aralık 1991 tarihinde 15 devletin egemenliklerini tanımıştır (Cangar, 1991). Böylelikle Türkiye Kafkas ve Orta Asya cumhuriyetlerini tanıyan ilk devlet olmuştur.

Türkiye yeni oluşan bağımsız devletlerle ilişkilerini hızlı bir şekilde geliştirmeye çalışmıştır. 26 Şubat - 6 Mart 1992 tarihlerinde Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin Ukrayna’ya ve bütün Türk Cumhuriyetlerine gezi düzenlemiştir. Bu gezilerden iki ay sonra Başbakan Demirel’in Orta Asya ziyaretleriyle diplomasi trafiği iyice hareketlenmiştir. 1993’e kadar olan dönemde 140’tan fazla ikili sözleşme imzalanmıştır. Türkiye’nin bölgedeki etkinliklerinde en azından kültürel sahada Türkçü imgeler kullanılmaya başlanmıştır. Henüz birkaç sene öncelerine kadar Dış Türklerden konuşmak ırkçı eğilimlerin işareti olarak anlaşılırken 1991-1993 yılları arasında Dış Türkler mevzusunda giderek artan ilgi, bilinç ve beraberlik duyguları daha fazla görünür hale gelmiştir (Cabbarlı, Aslanlı, 2003: 42).

Sovyetler sonrası bağımsızlık kazanan ülkelere karşı Türkiye’nin sergilediği olumlu tutumlara karşın bazı olumsuz gelişmelerin de yaşandığını belirtmek gerekir. Bu doğrultuda Türkiye’nin dış ilişkilerinde en fazla sorun yaşadığı ülkelerden biri Ermenistan olmuştur. 28 Mart 1993’te Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’a yönelik geniş ölçekli saldırı başlatması üzerine Türkiye bu ülkeyle olan ticari ilişkilerini askıya almış ve sınırı kapattığını açıklamıştır. Bu gerilimin yanı sıra Ermenistan’ın Türkiye ile mevcut sınırını belirleyen 1921 Kars ve Gümrü Anlaşmalarını kabul etmediğini açıklaması ve soykırım iddialarını uluslararası platformlara taşıma politikası ilişkilerin daha da bozulmasına neden

olmuştur. Cumhurbaşkanı Özal’ın Ermenistan’ın Azerbaycan’da gerçekleştirdiği katliamlara seyirci kalınamayacağını belirterek askeri müdahale talebinde bulunması, daha sonra Eylül 1993’te Üçüncü Ordu birliklerinin Ermenistan sınırına kaydırılması ve dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in bölgeye asker göndermek için meclisten yetki alınmasını önermesi iki ülkeyi savaşın eşiğine kadar getirmiştir (Balcı, 2011: 317-318). 12 Mayıs 1994’te Azerbaycan ve Ermenistan arasında ateşkes anlaşması imzalanması Türkiye’nin Ermenistan’a yönelik savaş tehditlerini sona erdirse de Dağlık Karabağ meselesinin çözülmemiş olması iki ülke ilişkilerini olumsuz şekilde etkilemeye devam etmiştir.

Soğuk Savaşın ardından Sovyet bloğunun çökmesiyle uluslararası dengeler değişmiş ve ortaya çıkan durum Türkiye’yi de derinden etkilemiştir. Dönemin Başbakanı Demirel’in anlatımıyla Türkiye’nin kendine has coğrafi, tarihsel ve kültürel pozisyonuyla yeni oluşan iktisadi ve politik yapının içinde bölgesel bir güç olarak varlığını kabul ettirebilmek için uluslararası ve bölgesel mesuliyetleri yerine getirmekten kaçınamayacağı ortaya çıkmıştır. Demirel’in Türkiye’nin mesuliyetlerinden kastı yeni egemenliklerini elde etmiş bölge ülkelerinin dünyayla irtibat kurmalarında Türkiye’nin etkin bir rol oynaması ve onlara kimliklerini ararken yardım etmesi gerektiğidir. Bu bağlamda ECO ve KEİB’in kurulmasının hızlandırılmasına önem verilmiştir (Kut, 1995: 95-99). Ayrıca bölge ülkelerine yapılan yardımları düzenlemek amacıyla 1992 Ocak ayında Ankara’da TİKA kurulmuştur (Gönlübol, 1996: 700).

Başbakan Demirel’in Türk cumhuriyetlerine 27 Nisan - 3 Mayıs 1992 tarihlerinde yaptığı ziyaretler kapsamında bu ülkelerle ilişkileri geliştirmeyi yönelik adım atmak üzere Türkiye’nin ekonomik kapasitesini zorlayacak ölçüde 1.2 Milyar dolarlık ithalat kredisi ve dış yardım sözü verilmiştir (Acar, 1993: 72). Aynı zamanda çeşitli ekonomik ve kültürel işbirliği sözleşmeleri imzalanmıştır. Ayrıca Demirel Orta Asya Cumhuriyetlerinin Ruble bölgesinden ayrılmalarının kendileri için daha hayırlı olacağını ifade ederek açıkça ilk kez Rusya’nın bölgedeki menfaatlerine meydan okumuştur. Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya ülkelerine askeri eğitim sunması ve Orta Asya petrol ve doğal gaz boru hatlarıyla Türkiye güzergahından ulaştırılmasının gündeme getirilmesi de gündeme gelmiştir. Ülkeler arası iletişimin sağlanması için PTT aracılığıyla bölgede telefon ve uydu yer

terminalleri kurularak bu devletlerin Türkiye ve Dünya ile iletişim altyapılarının kurulması sağlanmıştır. Bölge ülkelerinin merkezleriyle Ankara ve İstanbul arasında 1992 Mayıs ayından bu yana doğrudan uçak seferleri hizmete sunulmuştur. Ayrıca pek çok bölgede Milli Eğitim Bakanlığı eliyle Türk okulları ve Türk Kültür Merkezleri açılarak kültürel bağlar güçlendirilmeye çalışılmıştır. 27 Nisan 1992 yılından bu yana TRT Avrasya Televizyonu (sonraki adı: TRT Türk) uydu bağlantısıyla sahada yayına başlamıştır. Ayrıca Türk Diyanet Vakfı aracılığıyla bu devletlerde birçok cami onarımı ve yapımı gerçekleştirilmiştir (Şimşir, 1993: 62-64).

Batılı ülkeler SSCB’nin otoritesinin sona ermesiyle birlikte Orta Asya ve Kafkasya’da İran dayanaklı siyasi İslam’ın etkin hale gelmesinden kaçındıkları için Batı yanlısı Müslüman ancak demokratik ve laik bir oluşumu simgeleyen Türkiye’ye destek vermişlerdir. Demirel’in de ifade ettiği gibi Türkiye; “İslam, demokrasi, insan hakları ve pazar ekonomisinin yan yana uyum içerisinde yaşayabileceğini kanıtlayan bir örnektir”. Türkiye’nin Batıdan aldığı artan politik desteğe dayalı özgüveni ile beraber 1991 yılının bitiminde kendini Orta Asya ve Kafkasya’daki yeni ülkelerin sunduğu siyasi ve iktisadi imkanları değerlendirmeye hazır bir konuma geldiği değerlendirilmektedir. Batılı ülkelerin bu süreçte Türkiye’ye karşı nispeten olumlu tutumuna karşın özellikle Rusya Türkiye’nin bağımsızlığını kazanan yeni ülkelerle geliştirdiği ilişkilere yönelik rahatsızlıklarını dile getirmiştir. Demirel’in The Economist’te yayınlanan bir yazıdan ilham alarak Şubat 1992’de SSCB’nin dağılmasıyla “Adriyatik’ten Çin Seddine” kadar uzanan büyük bir Türk dünyasının yerleşmekte olduğunu söylemesi Rus yetkililer gözünde Türkiye’nin yeni bir imparatorluk kurma yolunda olduğu suçlamalarına sebep olmuştur. Demirel’in yine 1992’de Türk cumhuriyetlerine yaptığı ziyaretlerde Türk Birliği kurulması mevzusunu sık sık ifade eden Alparslan Türkeş’i de heyete dahil etmesi, özgür Türk cumhuriyetleri birliğinin oluşturulması fikrini güçlendiren bir unsur olarak görülmüştür (Sözmezoğlu, 2006: 733)

30-31 Ekim 1992 tarihlerinde Ankara’da bir araya gelen Türkçe Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesinde Cumhurbaşkanı Özal’ın 21. yüzyılın Türklerin çağı olacağına yönelik söylemleri, bir Türk Ortak Pazarı ile Kalkınma ve Yatırım Bankasının kurulmasının gerekli olduğu yönündeki görüşleri Rusya’nın tepkisini çekmiştir. Ortaya

atılan görüşlerin etnik ya da dinsel temele dayanıyor olması Rusya’yı rahatsız ettiği kadar içinde kalabalık Rus nüfusu barındıran Türk cumhuriyetlerinin de çekinceler göstermesine neden olmuştur. Yalnızca Azerbaycan Cumhurbaşkanı Elçibey bu tepkilere karşı herhangi bir çekince yaşamadıklarını dile getirmiştir. Ancak Rus nüfusun yoğun olduğu Kazakistan’da Cumhurbaşkanı Nazarbayev etnik yapıya dayanan sözleşmelere karşı çıkacağını açık bir şekilde ifade etmiştir. Ülkesinde bulunan Rus nüfusuyla sorun yaşamaktan kaygılandığı için KKTC’nin egemen bir ülke olarak tanınmasını dolaylı bir biçimde açıklamayı da kabul etmemiştir (Winrow, 1997: 110). Azerbaycan’ın Elçibey dönemindeki tutumu ise 1993’te ülkenin başına geçen Haydar Aliyev döneminde değişerek Rusya ile Türkiye arasında denge kurmayı amaçlayan bir politikaya dönüşmüştür. Bu doğrultuda, Elçibey zamanında Türkiye ile imzalanan sözleşmeler Rusya’nın tepkilerine yönelik kaygılardan dolayı askıya alınmıştır. Ayrıca Azerbaycan’da görev yapan 1600 Türk askerinin vazifesine son verilmiş, Türk yurttaşları için vize şartı devreye sokulmuştur ( Aslanlı ve Hesenov, 2005: 148).