• Sonuç bulunamadı

Toplumsal Baskı Oluşturarak Sınırlandırma

BİRİNCİ BÖLÜM İDEOLOJİ ve MEDYA

1.3. Türkiye Medyasında İçerik Üretimini Etkileyen Etmenler

1.3.2. Siyasal İktidarın Medya Üzerindeki Sınırlandırmaları

1.3.2.2. Toplumsal Baskı Oluşturarak Sınırlandırma

Ekonomik, yasal vb gibi baskı metotları ile muhalif basına istediği istikameti vermediği durumlarda iktidar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında basın tarihine kara bir leke olarak geçmiş Tan Gazetesi olayındaki gibi, halkı kışkırtarak basını susturmaya çalıştığı da olmuştur. Bu meşum olay, Tan gazetesi yöneticilerinden Zekeriya Sertel’in Hatırladıklarım isimli kitabında detaylı bir şekilde anlatılmaktadır:

“1945 yılı sonunda “Görüşler” adlı derginin ilk sayısı çıktı. “Görüşler”in çıkışı bir bomba gibi patladı. İlk sayısı kapışıldı. Bir gün içinde elimizde tek dergi kalmadı. Degide “Zincirli Hürriyet” başlığı altında tek şef ve tek parti sisteminin demokratik hak ve özgürlüklerimizi nasıl zincire vurduğu, kuvetli yazılar ve resimlerle ortaya dökülüyordur. Birinci sayfada da Celâl Bayar, Adnan Menderes ve Köprülü Fuat’ın yazılarını sağladığımızı ilân ediyorduk.

“Görüşler” halkın yıllardan beri baskı altında boğulan özgürlük ihtiyacına cevap verdiği için çok geniş bir ilgi uyandırdı. Halk, bu dergide söylemek isteyip de söyleyemediklerini bulmuştu. Fakat derginin çıkışı hükümeti, özellikle İnönü ile Saraçoğlu’nu kızdırmıştı. Tanıdık biri geldi. Ertesi gün bazı üniversiteli gençlerin matbaa önünde gösteri yapacaklarını haber verdi. Bazı taşkınlıklar olması ihtimaline karşı da tedbiri bulunmamızı salık verdi. Demek, ikidar kanun yolu ile yapamadı işi, gençleri kışkırtarak yapmak istiyordu.

Hemen Vali Lütfi Kırdar’a telefonu açtım. Bu haberleri verdim. Hükümetçe tedbir alınmasını rica ettim.

Vali,

“Biliyorum ve gereken tedbirleri aldım, merak etme” dedi. Her vakit olan gösterilerden biri olacak diye ben de fazla önem vermemiştim.

Ertesi gün sabah, gazeteleri açtım. “Tanin” gazetesinde Hüseyin Cahit Yalçın’ın “Kalkın ey ehli vatan” başlığı ile halkı bize karşı kışkırtan bir yazısı vardı. “Tan” gazetesini ve Tancıları komünistlikle suçluyor ve halkı matbaamızı yıkmaya çağırıyordu. Demek ki, bu sabah yapılacak gösteri önceden hükümet tarafından hazırlanmıştı ve Hüseyin Cahit’e de böyle bir yazı yazması için emir verilmişti.

Bu durum açık olmakla birlikte, gözlerime inanamadım. Hüseyin Cahit beni sever ve beğenir görünürdü. Her karşılaşmamızda bana iltifat etmekten geri kalmazdı. Daha bir gece önce kendisiyle bir süvarede buluşmuştuk. Bana türlü diller dökmüştü. Demek bana böylece güler yüz gösterdiği anda, halkı kışkırtan yazısını matbaaya vererek bu davete gelmiştir. İki yüzlülüğün ve ahlâk düşkünlüğünün bu derecesine hâlâ şaşarım.

O sabah erkenden üniversiteli gençlerden biri evime telefon ederek, bir kısım gençlerin “Tan” matbaasını basmaya hazırlandığını bildirdi, matbaaya inmemi salık verdi.

Tekrar telefonla valiye haber verdim, ne tedbir aldığını sordum.

“Merak etme,” dedi. “Matbaanın etrafını polis kuvvetleri ile kuşattım. Tehlike yok.”

4 Aralık 1945 gününün sabahı üniversiteli faşist gençler ellerinde önceden hazırladıkları baltalar, balyozlar ve kırmızı mürekkep şişeleri ile matbaaya saldırdılar. Orada bekleyen polisler olan bitene seyirci kaldılar. Görevlerini yapmaya kalkmadılar. Göstericiler, baltalarla

34

matbaa kapısını kırıp içeri gidiler. Makineleri balyozla kırdılar.. binanın camlarını indirdiler. İçindeki eşyayı kırıp döktüler. Ellerine ne geçtiyse yakıp yıktılar. Sonra ellerine kırmızı boya şişeleriyle, “Sertel nerede?” naraları ile bizleri aramaya koyuldular. Amaçları, bizi çırılçıplak soyup üzerimize kırmızı boya dökmek ve sonra önlerine katıp sokaklarda “İşte kızıllar” diye gezdirmekti. Bütün bunlar polisin gözü önünde oluyordu. Göstericiler bizleri bulamayınca vahşi naralarla yollara düştüler. Beyoğlu yakasına geçtiler, orada Sabahattin Ali ile Cami Baykurt’un çıkardıkları “La Turquie” gazetesinin matbaasına gittiler. Orasını da kırıp döktükten sonra vapurla Kadıköy’e geçip bizi evimizde basmaya teşebbüs ettiler.

Biz bütün olup biteni evde telefonla izliyorduk. Bu son haberi alınca valiyi tekrar aradım, “Aldığınız tedbirin verdiği sonuçtan memnun musunuz” dedim. Şimdi de faşistler evime geliyorlar. Matbaamı yıktırdınız, bari hayatımıza kastedilmesini önleyin.”

Vali, özür dilemeye bile lüzum görmedi. Yalnız gene teminat verdi. “Merak etme” dedi. “Gençlerin bindiği vapurun Kadıköy’e uğramadan Adalar’a gitmesini emrettim. Sizin için tehlike yoktur.” Ve sonra ekledi, “Evet, ama, şimdi siz neredesiniz? Evdeyseniz, ihtiyaten başka bir yere gidin. Evde oturmayın.”

Demek ki, evimi korumayacaktı. Hayatımız da tehlikedeydi. Bu sırada uzaktan gelen uğutular işittik. Uğultu sesleri her dakika bize daha yaklaşıyordu. Evi bırakıp komşulardan birine sığındık. O günü heyecan içinde geçirdik. Duyduğumuz uğultu yakındaki Fransız mektebinde futbol oynayan çocukların çıkardığı gürültüymüş.

Ertesi gün Celâl Bayar’la Adnan Menderes “Görüşler” dergisiyle hiçbir ilgileri olmadığını gazetelerde ilan ettiler. Tevfik Rüştü Aras Ankara’dan telefon edip üzüntüsünü bildirdi. Hükümet, olaydan önce olduğu gibi, olaydan sonra da bu cinayeti işleyenlere karşı hiçbir harekette bulunmadı.

Şu garip olaya bakın ki, bu 4 Aralık 1945 olayından birkaç ay sonra İstanbul’da eski kitaplar satan Sahaflar’dan aldığım bir kitabın içinden şöyle bir kâğıt çıktı. Bu bir mektup müsveddesiydi ve Başbakan Saraçoğlu’na hitaben yazılmıştı: “Beyefendi, emrinizi yerine getirdim, şimdi mükâfatımı bekliyorum. İmza: Yaşar Çimen”.

Bu Yaşar Çimen, Bâbıâli’de İtalyan faşizminin propagandasını yapan bir tipti. O günkü gösterilerde elinde balyozla gençlerin önüne geçerek onları kışkırttığı görülmüştü. Demek ki, Başbakanın kullandığı adamlardan bir oydu. Görevini yapmışı. Şimdi ödülünü istiyordu. Kanun adına, hükümet adına, memleket adına yüz kızartıcı bir rezalet sayılabilecek olan bu 4 Aralık olayından ötürü sonunda kim tutuklandı biliyor musunuz? Biz. Yani eşim Sabiha Sertel ve Cami Baykurt. Bu olayın sorumlusu ve suçlusu olarak biz hapse atıldık ve biz mahkemeye verildik” (Sertel, 1977:258-261).

Sertel ailesi, iktidarın kışkırtması veya en azından seyirci kalmasıyla sadece matbaalarına yönelik zararla basına yönelik şiddetten kurtulmuşlar en azından canlarına bir zarar gelmemiştir. Ancak Sertel ailesi kadar şanslı olmayan birçok gazeteci vardır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, iktidarların gereken tedbirleri almamaları nedeniyle onlarca gazeteci saldırıya uğramış, yaralanmış veya faili meçhul cinayetlere kurban gitmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüze onlarca gazeteci, mesleklerinden dolayı, ya hükümetin emriyle ya baskı veya çıkar grupları tarafından öldürülmüştür.

35

Koçoğlu’na göre, Serbesti Gazetesi’nden Hasan Fehmi’nin 1909’da İstanbul’da II. Abdülhamid’in emriyle öldürtüldüğü iddia edilse de Sada-yı Millet gazetesinden Ahmet Samim’in ittihatçılar tarafından öldürtüldüğü açıktır (Koçoğlu, 1993:267). Koçoğlu, söz konusu yazarın İttihatçı basın tarafından “vasiyetini yaz” diye bir çok kez tehdit edildiğini belirtir (Koçoğlu, 1993:227). Koçoğlu, yine İttihatçılar tarafından 1912 yılında İstanbul’da öldürtülen bir başka gazetecinin Şenrah gazetesinden Zeki Bey olduğunu öne sürerek, Peyam-ı Sabah’tan Ali Kemal’in Ankara hükümetinin isteği üzerine 1922 yılında İzmit’te tutuklu bulunduğu sırada linç edildiğini iddia eder (Koçoğlu, 1993:267). Bu bağlamda, Trabzon Milletvekili, Tan Gazetesi’nden Ali Şükrü Bey’in 27 Mart 1923 yılında Ankara’da öldürülmesi göstermektedir ki, hükümetler değişse de muhalif gazetecilerin akıbeti değişmemiştir. Ali Şükrü Bey’in hunharca öldürülmesi, 2 Nisan 1923 tarihli kendi gazetesi Tan’ın 63. Sayısında şu şekilde anlatılmıştır:

“Ali Şükrü Bey’in boğazında çift iple boğulmuş olduğunu gösteren kırmızı hutut-ı meşume görünüyor ve omuzlarında bereler bulunuyordu. Merhumun başı açık, kalpağı yok idi. Başının sağ tarafının ön kısmından kulak üstüne doğru on santim genişliğinde bir yara vardı” (Demirel, 1996:235).

Topuz, Çetin Emeç’in, hem Hürriyet gazetesi yönetim kurulu üyesi hem de aynı gazetede köşe yazarı olduğunu belirterek, 7 Mart 1990 sabahı, Suadiye’de evinin önünde biri maskeli, silahlı iki kişinin açtığı yaylım ateşiyle, şoförüyle birlikte otomobilinin içinde öldürüldüğünü dile getirir. Topuz, daha sonra yine aynı yıl içinde 4 Eylül 1990 günü Koşuyolu’ndaki evinden çıkıp markete giden Turan Dursun’un, susturucu takılmış silahlarla 7 el ateş edilerek öldürüldüğünü belirtir. Topuz, Cumhuriyet yazarı Uğur Mumcu’nun da 24 Ocak 1993 tarihinde otomobiline yerleştirilen bir bombanın patlaması üzere yaşamını kaybettiğini kaydeder (Topuz, 2003:282-285).

Ali Şükrü Bey olayı, hem muhalif gazetecilere hem de muhalif siyasilere verilen büyük bir gözdağıdır. Günümüze yakın tarihlerde de, gazeteci cinayetleri hız kesmeden devam etmiştir. Gazeteciler için 1980-2000 yılları arası tam bir dehşet dönemdir. Bu dönemde kamuoyunun yakından tanıdığı,

36

ünlü gazeteciler bir bir hayatlarını kaybetmiştir. Tüm bu süreç, egemen söylemden veya güç odaklarının kendi ekseninden ayrılmaya çalışan gazetecilere yönelik ne tür baskılar kurabileceklerinin birer örneğidir.