• Sonuç bulunamadı

Sosyal bilimlerde üzerinde herkesin konuşabileceği fakat genel olarak üzerinde ittifak yapılabilen tanımlamalarda bulunmak oldukça iddialı bir söylemdir. Bu tanım zorluğunda olan kavramlardan biri de toplumdur. Kavramın sözlük anlamına dahi bir çok eleştiri ya da eklemde bulunma isteği gelebilir. Nihayetinde kavram; kavrama anlam verenlerin dünya görüşüyle yakından ilişkili bir sürecin sonunda şekillenmiştir. Bunun farkında olarak, kavramın üzerinde söylenenler ile söylenebileceklerin sınırını çizmeye çalışmak, araştırmacıyı yukarıda ifade edilen paradigmal bir düşüncenin içine sürükleyebilir. Ancak yine de kavramların ne anlama geldiğini çözümlemeye çalışmak kavramlar üzerinde konuşmayı biraz daha kolaylaştıracaktır.

Toplum; onu oluşturan bireylerin toplamından daha geniş ve kapsamlı bir birlikteliği işaret eder. Sosyal varlık olarak nitelendirilen insan, doğası gereği hiçbir zaman tek başına yaşama gücüne sahip değildir. İnsan acaba neden birlikte yaşama isteği duymaktadır? Bir arada bulunmak her zaman bir etkileşimi beraberinde getirir mi? Yaşamını devam ettirme kaygısına kapılarak mı toplumun bir üyesi haline gelir? Anlaşmasız olarak toplumda bulunmanın getirmiş olduğu yaptırımları gerçekten benimser mi? Bu soruların cevabını bulabilmemiz için toplum, toplu olmak, topluluk gibi tanımlamaları genel olarak belirtmemiz gerekir.

Toplu halde yaşamayı anlamak için toplu kelimesinden ne gibi bir anlam çıkarabiliriz? Toplu yaşam olarak ifade edilen kavram insanın bireysel ve grup halinde yaşamasının temelinde bir anlam mı ifade eder? sorusuna verilebilecek cevap oldukça güçtür. Bireysellik insanın modernleşme ile karşılaşmış olduğu bir kavram mıdır? Toplu olarak yaşama isteği psikolojik mi yoksa öteki ile sosyal bir ilişkiye girme ihtiyacından mı kaynaklanır? Topluluk yaşantısı ile toplumsal yaşam arasında ne gibi bir kopuş olmuştur? Tarihsel süreç içindeki açıklamalara baktığımızda insan birlikteliklerindeki bu ayrımı bir çok sosyal bilimcinin çeşitli başlıklar altında ifade ettiğini görürüz.

Toplu olarak yaşama isteğinin özü İbni Haldun tarafından “yiyecek ihtiyacını karşılanması, güvenlik ve yardımlaşma” olarak belirtilmektedir (HALDUN, 1991: 271-272). Bu ihtiyaçların giderilmesinden ve birlikteliğin devamından sonra iki tür toplumsal yaşama biçimi ortaya çıkacaktır. Bunlar bedevi ve medeni umran’dır.

“Bunlardan ilki; grup şuurunun, asabiyetinin çok yoğun biçimde yaşandığı, ekonomik bireyselliğin aksine, kominal ilişkilerin hakim olduğu, kasaba ve şehirden öte köy, yayla veya ovalarda yarı yerleşik bir hayatın sürdürüldüğü, maişetin kısmen tarım ve hayvancılıkla temin edildiği ve yönetsel ilişkilerin ahlak temelli kabilevi riyaset şeklinde görüldüğü bedevi toplumsal hayattır. ” (TOKU, 1999: 112).

∗ Durkheim (iş bölümü), Comte (üç hal yasası, sosyal dinamik-sosyal statik), Marx

Bedevi olarak ifade edilen topluluk hayatının özünde sadece yaşamını ikame ettirme amacının var olması topluluğun lüks tüketime ve aşırı şekilde mal biriktirme istencinde olmadığını gösterir.

Bedevi ve Medeni Umran olarak toplumsal yaşamı açıklamaya çalışan İbni Haldun’un görüşlerine benzer olarak değerlendirebileceğimiz Tönnies’in kavramları da “cemaat” ve “cemiyet”dir. Doğal istemin baskın olduğu her türlü birliğe (gemeinschaft), ussal istem tarafından şekillendirilen ve esas itibarıyla onun tarafından yönlendirilenleri de cemiyet (gesselschaft). . . WEBER, vd., (Haz. Ahmet Aydoğan), 2000: 203). olarak adlandıran Tönnies kavramın oluşmasında öncülük etmiştir. Yine cemaat; aynı inanç, değer ve davranış kalıplarını benimsemiş, karşılıklı olarak yakın, içten yüz yüze ve samimi ilişkilerle birbirine bağlı insanlardan oluşan, topluma oranla görece küçük homojen insan topluluğu (DEMİR, vd. 1997: 45) olarak da ifade edilmektedir. Cemaat ya da topluluk kavramında ilişkinin biçimi geleneksel olarak ifade edilen ilişki biçiminde devam etmektedir. Durkheim ise toplumsal yaşamı mekanik ve organik olarak ayırır ve O’na göre, mekanik toplum dayanışması bir toplumda egemen ise; bireyler birbirinden pek az farklıdırlar. Aynı topluluğun üyeleri aynı duyguları hissettikleri, ayrı değerlere katıldıkları, aynı kutsala inandıkları için birbirlerine benzer. Bireyler henüz farklılaşmadıklarından toplum tutarlıdır (ARON, 1994: 224).

İbni Haldun, Tönnies ve Durkheim farklı zamanlarda ve farklı toplumsal yapıyı daha iyi analiz edebilmek için bu ayrımlarda bulunurken içinde yaşamış oldukları toplumların genel özelliklerinden ve de inanç yapısından etkilendiklerini göz ardı etmemek gerekir. Bedevi toplumlarda ve Avrupa’nın sanayi öncesi toplumunda mülkiyet anlayışları birbirinden farklı özellikler göstermesi gibi. Şöyle ki, İbni Haldun toplumsal hayatın –medeni umranın- şehir yaşamında ortaya çıkışıyla mülk anlayışında geleneksellikten kopuş olacağını ve mülkün bir takım zorlukları, karmaşayı beraberinde getireceğini ifade ederken; (HALDUN, 1991: 811) Avrupa’daki mülkiyet anlayışında ise bu kapitalizmin ortaya çıkışını hazırlayan birikim olarak karşımıza çıkar (WEBER, Çev: Zeynep Gürata, 1999: 17). Bu farklılaşmanın temelinde ise İslam toplumlarında dini inançların etkisinde herhangi bir rızk kaygısından uzak durmayı ve elinde biriken malı yine dinin öngördüğü şekilde Allah rızası için verme anlayışı varken; aydınlanma

Avrupa’sında dini olan her şeyi sorgulama isteği ve insan ile doğa arasındaki dengeyi ortadan kaldırıp doğaya hükmetme amacına dönüştürmesi yatar.

Topluluk; kısmen kırda, kısmen de ortaçağın geleneksel kale surlarıyla çevrili kent yaşamı (üretimin henüz makineleşmediği, el emeğinin yaygın olarak kullanıldığı ve tarımın başat olduğu) gelenek, görenek ve töre olarak değerlendirebileceğimiz bir takım değerler üretmiştir. Yazılı hukuk kurallarının tam anlamıyla toplumun genelini kapsamadığı bir dönemde örfi hukuk olarak da adlandırılabilecek bu değerler gündelik yaşamı belli ölçülerde düzenlemektedir. Birey ise kendinin dışında ve kendinden bağımsız olarak üretilen, sosyal yaşamını şekillendiren bu değerlere, kendiliğinden uymakla kendini zorunlu hisseder. Böylece toplumsal değerler bireyin yaşam alanını oluşturur.

Toplum ise “belirli bir coğrafi bölge üzerinde temel ihtiyaçlarını karşılamak için örgütlenmiş, aralarında etkileşimi ve iletişimi düzenleyen kuralları ve kurumsal ilişkileri olan, benzerlerinden görece de olsa farklı özellikler taşıyan, hem biyolojik hem de kültürel olarak kendisini yeniden üretebilecek görece büyük insan topluluğu” (DEMİR, 1997: 222) olarak ifade edilir.

O halde toplum ve topluluk arasında bu ayrım nasıl oluşmuştur?

Bu, cemaatten cemiyete geçişte, sosyal yapıda meydana gelen büyük kopuşun bir ifadesidir. Zira sanayi devrimi ile ortaya çıkan iş bölümü anlayışıyla geleneksel ilişki biçimde önemli olan -Tönnies’in de ifade ettiği- doğal istem, yerini yasaların egemen olduğu ve ilişkilerin resmileştiği bir insan ilişkisine bırakmıştır. Sanayileşmenin aşırı işçi ihtiyacını fark eden (işsizler ordusunu oluşturan) köylü ya da toprağı sermayedarlar tarafından elinden alınmış mülksüzler akın akın şehrin ya da fabrikaların etrafına göç ederek yeni yerleşim birimleri oluşturmaya başlamışlardır. Sanayi devrimine kadar varlığını şehrin surları içinde ya da hemen yanında sürdüren ve hala topluluk olarak ifade edilebilecek kadar yakın ilişki ağına sahip kentliler değişen dengeler karşısında kendi kültürel değerlerini koruyamadılar ve topluluk yaşantısından, modern anlamda toplum olarak ifade edilen yapı ortaya çıktı.

İbni Haldun’un medeni umran∗ ya da Tönnies’in cemiyet olarak adlandırdığı

hemen hemen yakın anlamları içeren bu kavramlardaki ortak özellikler dinamik bir yapının adlandırılmasıdır. Comte da sanayi toplumunda sosyal statik ve dinamik ayrımını birincisi için durgunluğun, değişmezliğin, zamandaş olayların incelenmesi; ikincisi için ise hareketin, akış halinin, değişikliğin, evrimin araştırılması (KÖSEMİHAL, 1982: 156) şeklinde ifade etmiştir. Yani sanayileşme hareketinin getirmiş olduğu dinamik toplum yapısı bir çok yeni oluşumu da beraberinde getirmiştir. Dinamik yapının temelinde var olan ve ön önemli unsuru teşkil eden insan, sanayileşme ile birlikte kırsal alandan kente doğru bir yolculuğa başlamıştır. Bu göç hareketi tarihin yazılı olarak bizlere ulaştırdığı ve de tarihin yeni bir oluşa gittiği hareketin bir parçasıdır. İşgücü ihtiyacının aşırı şekilde arttığı sanayi kentlerinde ortaya çıkan bu yeni durumu R. Aron şu şekilde özetlemektedir:

a- Sanayi işin bilimsel örgütlenmesi üzerine kurulmuştur. . .

b- Bilimin işin örgütlenmesinde uygulanması sayesinde, insanlık kaynaklarını olağan üstü geliştirmiştir.

c- Sanayi üretimi işçilerin fabrikalarda ve kenar mahallelerde toplanması demektir, yeni bir olgu ortaya çıkar, bu işçi kitlelerinin varlığıdır.

d- İşçilerin iş yerinde bu toplanmaları, çalışan ve çalıştırılan arasında açık ya da gizli bir çatışmaya yol açmıştır.

e- İşin bilimsel niteliği sayesinde, zenginlik durmaksızın artarken, aşırı üretim bunalımları çoğalır ve bolluk içinde yoksulluk yaratır. Milyonlarca insan yoksulluk çekerken mallar satılamaz olur (ARON, 1994: 66). Konumuzla ilgili olarak şu noktalar dikkat gerektirmektedir ki bu yeni oluşumlar kendini toplumsal yapıdaki farklılaşmalarda da şu şekilde göstermiştir.

a. Kırsal alanda başlayan göç olgusu

∗Gurup şuurunun şu ya da bu biçimde kaybolduğu, ekonomik bireyselliğin ön plana

çıktığı, yerleşik hayatın şehirlerde istikrar kazandığı, geçim tarzının daha çok ticarete, dokumacılık, hallaçlık gibi küçük ölçekli el sanayine (İbni Haldun, el sanayii tabirinin yerine zanaat tabirini kullanmaktadır. ), ücretli emeğe belli ölçülerde tarıma dayandığını ve kabilevi yönetim biçimi riyasetin güç temelli mülke, devlete dönüştüğü medeni toplumsal hayat-

b. Yeni yerleşim yerlerinin ortaya çıktığı mekanlar

c. Konut sorununun gizlide olsa ilk olarak bu kadar kişiyi etkilemesi ve daha sonraları konut projelerinin oluşturulmaya çalışılması

d. Ucuz iş gücünü getirmiş olduğu yoksulluk ve insanların hayatlarını devam ettirebilmek için çözüm arayışları

e. Bireyleri kırsal yaşamda kontrol eden geleneksel kuralların ve değerlerin bireyleri kontrol etmekte zorlanması

f. Hızlı nüfus artışının getirmiş olduğu eğitim, sağlık, güvenlik problemleri g. Sanayi insanının doğaya bakışını değişmesi

O halde toplum, topluluktan farklı bir anlayışın ortaya çıktığı modern dünyada yeniden değerlendirilen ve ilişkilerin yeni anlamlar kazandığı bir bütündür. Toplum; karşılıklı yardımdan çok, istemlerle onaylamaların, haklarla görevlerin karşılıklı olarak belirlenmesidir. İşte bu nedenle ekonomik üretim yeteneklerinin uzmanlaşmasını ister. Bu uzmanlaşma, madenci, çiftçi, dokumacı, avukat, doktor vb. gibi meslek dallarının oluşmasını sağlar ( C. B. ve J. R., 1975: 10).

Görüldüğü gibi toplum kavramı bir bütün olarak belli bir coğrafi alanda, ister ilkel, ister topluluk isterse sanayileşme sürecinde bugünkü anlamını ifade etsin bir arada yaşayan insan birlikteliğini anlatır. Fakat modern toplum kavramının farklılığı da içinde barındırdığını bilmekteyiz. Yani toplum, modernleşme sürecinin yapay bir birlikteliği olarak karşımızda durmasına rağmen, içinde topluluk yaşamını da barındırmaktadır. Çünkü kentleşme ile paralellik arz eden topluluktan topluma geçiş, modern olarak değerlendirilen ile modern olana yönelme, modernleşme bir sürecin içinde meydana gelmektedir. İşte bu zamansal, niteliksel süreç beraberinde işbirliği (cooperation), zıtlaşma (opposition), rekabet (competition) ve çatışma (conflict) uyma (adaptation), bütünleşme (integration) ve farklılaşma (differentition) (ASLANTÜRK, vd., 1999: 26) gibi muhtelif şekillerde tipleştirilen sosyal süreçleri de gündeme getirir. Öyleyse toplumdaki insanların karşılıklı etkileşimi, sosyal yapıyı oluşturan kurumları ve kurumların değişme karşısındaki duruşu, toplumun dinamik yapısındaki değişim ve statik yapısındaki durağanlık (burada toplumun içinde değişime direnen bazı unsurların var olduğu gerçeğini dikkatlerden kaçırmamalıyız, din, gelenek, aile vb. gibi ) tek başına bir anlam ifade etmezler. Zira değişim veya modernleşme veya kentleşme

birbirine öncellenemeyecek kadar karşılıklı ilişkiler ağının sonucunda tanımlanan kavramlardır.