• Sonuç bulunamadı

Türk Tarih Tezine göre; Orta Asya’da bir iç deniz vardı, orada ilk medeniyet Türk ırkı tarafından kurulmuştu. Orada kuraklık başlayınca, Türkler dünyanın dört bir

41

yanına yayılmışlar ve gittikleri yerlere medeniyet taşımışlardı (İnalcık, 2015:185). Türkler; brakisefal kafa yapısı ve kadim bir geçmişe sahip, medeni ve aynı zamanda medeniyet taşıyıcı bir ırk olarak ifade edilmiştir. Tez için çalışmaların neye istinaden ve ne zaman başladığını, Türk Tarih tezi çalışmalarının simge ismi, Atatürk’ün manevi kızı ve tez çalışmalarının yürütücülerinden tarihçi Afet İnan şöyle açıklamıştır:

‟1928 yılında İstanbul’da Fransız Notre Dame de Sion‟da okuduğum derslerin arasında, bir coğrafya kitabında, Türk ırkının sarı ırka mensup olduğu ve ‘secondaire’ yani ikinci derece de kabul edildiği yazılıyordu. Atatürk’e kitabı gösterdim. O, sırada Prof. Pittard’ın ‘Irklar ve Tarih’ adlı kitabını da almıştım ondaki bilgiler bu coğrafya kitabına uymuyordu. Avrupa tarihleri ‘barbar’ lakabını verdikleri Türkleri sadece istilacı bir kavim olarak kaydediyordu. Atatürk, bu endişeli sorun karşısında, ‘hayır, böyle olamaz. Bunların üzerinde meşgul olalım’ demekle kalmamış, derhal yeni kitaplar getirterek bizzat çalışmaya ve çalıştırmaya başlamıştı. Esas konu ‘Türklerin dünya tarihinde hakiki yeri ve medeniyet âlemindeki rolleri ne olmuştur’’ (İnan, 2012:256-257).

‘Ötekinin’ yazdığı tarih reddediliyor ve yeni bir tarih yazımı girişimine başlanıyordu. Türk Tarih Tezinin amaçlarından birisi, ötekinin, yabancının tarihinin reddi idi. Yeni bir tarih yazarak, batının yazdığı, Türk’ü hakir gören tarih reddedilecek yerine dünya tarihinin uygar devletleriyle Türk tarihi yazılacaktı. Aydın’a göre diğer amaç ise Cumhuriyet’in kültürel ve tarihsel bağlarını, Osmanlının ve İslam’ın önemini iyice azaltacak şekilde, İslam öncesi ve ağırlıklı olarak Orta Asya kökenli tarih ve kadim Anadolu tarihi ile ilişkilendirmek (Aydın, 1996:107-108).

Medeniyet taşıyıcısı Türkler, madenlerden ve kemiklerden alet yapmışlardır. Çamurdan yapılan tuğla, çanak, çömlek, yapılan keşifler ile geliştirilen bu medeni eserleri bütün dünya ve insanlığa taşımış olanlar Türk ırkındandır söylemi benimsenmiştir. Bu anlayışa göre Türklerin ana yurdu da, Orta Asya yaylasıdır (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 2008:19). Ergün Yıldırım’a göre dünyanın en önemli medeniyet merkezleri ile Türkler arasında bağlantı kurulmaya çalışılmış ve geçmişin Orta Asya ile temellendiği bir tarih okumasıyla, Osmanlı mirasından da vazgeçildiği anlaşılmaktadır (Yıldırım, 2006:737-738) ‘Türklerin parlak geçmişini Osmanlı dönemini ‘bypass’ ederek, 9000 evveline, neolitik çağ dayandırıyor, Türk’e Osmanlı geçmişinin paranteze alındığı bir geçmiş sunuluyordu. (Hanioğlu, 2012: https://www.haberturk.com/gundem/haber/769043-ataturku-hala-bilmiyoruz).Binlerce yıl öncesine pertavsızla bakılmış, Türk tarihi, kadim medeniyetlerle ilişkilendirilmiştir. Osmanlı geçmişinin büyükçe bir kısmı ise menfi olayların odak noktası olarak

42 belirtilmiştir.

Doğan Avcıoğlu’na göre inşasına çalışılan ulus için yeni bir tarih gerekliydi ve bu tarih yıkılan Osmanlı’nın tarihi olmayacaktı, Osmanlı tarihi horlanıp küçük görülecekti (Avcıoğlu, 1978: 18). Türk Tarih Tezinin bir diğer amacı da Türklerin Anadolu’nun otokton (yerli) halkı olduğunu söyleyerek (Aydın, 1996: 107-108) vatan toprağı arasında maddi bir bağ kurmaktadır. Nitekim Türk Tarih Tezinin yürütücülerinden Afet İnan’ın bu çalışmayla bağlantılı doktorasının ön sözünde, bu amaç ilan edilmiştir.

‘‘Bugün Anadolu’da yaşayan Türk nüfusuyla prehistorik atalar arasında sürekliliği maddi ve somut delillerle ispat etmek ve kafatası kalıntılarından yola çıkarak tarihsel sürekliliği maddi ve somut delillerle ispat etmek yani Anadolu’nun antikiteden beri bir Türk yurdu olduğunu fiziki antropoloji yoluyla kanıtlamak’’ (Göral, 2001:220-221).

Ekrem Akurgal’a göre bu ispatın diğer gerekçesi ise savaş ve daha sonraki yıllarda müstevlilerin ortaya attığı Anadolu’nun kendi cetlerine ait olduğu iddiasını yıkmaktır. I. Dünya Savaşı’nda, Yunanlılara ‟ bu topraklar sizindir’’ diyerek onları istilaya sevk edenlere bir cevaptır. Faşizm de, Akdeniz’e ‘mare nostrum’ (bizim denizimiz) diyerek ve Anadolu’nun bazı kısımlarının Roma İmparatorluğuna ait olduğunu iddia ederek Anadolu kıyılarına göz dikmişti. Tüm bunlara istinaden, ‘Eğer Anadolu’yu eski sakinlerinin çocuklarına vermek lazım gelirse bunu herkesten çok Türkler hak eder çünkü Anadolu’nun en eski sakinleri Hititlerdir ve Hititler de Türk ceddindendir’ denilerek, mukabele edilmiştir(Akurgal, 1956: 509-526). Anadolu’nun Türklere ait olmadığı iddiası, yeni bir iddia değildi. Kurtuluş Savaşı ve hemen ertesinde Yunanlılar ve Ermeniler tarafından bu gibi iddialar ortaya atılmıştır. O dönem, bu savları çürütebilmek adına, Türk Tarih Tezinin öncüsü sayılabilecek Pontus Meselesi(1922) adlı kitap yayımlanmıştır.(Tunçay, 1981:298). Bu iddialar tek başına Yunanlıların ya da Ermenilerin iddiaları değildi. Bu gibi iddialara Batılılar da destek veriyordu. Kitap, bu hususları yalanlarken, Anadolu’nun Türk vatanı olduğunu tüm dünyaya duyurmak iddiasındaydı. Örneğin:

‘’Her şeyden önce, dünya kamuoyu bilmelidir ki Anadolu toprağı baştan sona kadar Türk’tür. Binlerce yıldan beri Türk’ün öz vatanı, Türk’ün öz yurdudur. Düşmanlarımız hiçbir gerçeğe dayanmayarak sadece zorbalık ve tecavüzden ibaret hareketleriyle Anadolu ‘ya saldırırken Anadolu’nun filan veya falan bölgesinin Yunanlığından söz eder. Gerçekte Türkler Anadolu’ya Ertuğrul Gazi ile hatta Selçuklu devletini teşkil edenlerle gelmiş

43

değildir. En eski ve bilinmeyen tarihten beri Türk ırkı vardır. Anadolu’nun ilk sakinleri tarihin ortaya koyduğu bilgilere göre Turanilerdir. Anadolu’da devlet kurmuş ve saltanat sürmüş Sümer ve Hitit adı altındaki kavimlerin ise en geniş anlamıyla ‘Moğol-Türk’ ve ‘Turani’ oldukları kanıtlanmıştır’’(Kurt, 1995: 3).

Ermenilerin benzer iddialarına karşı 1923 yılında, Adana’da yaptığı konuşmasında Atatürk cevap vermiştir. Atatürk’e göre ‘’Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, bugün Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır’’ (Toros, 2001: 24).

Yeni ulus-devlet, Türk ulusuna dayanarak, Anadolu’da somutlaşacaktır (Yıldırım, 2006:740). Böylelikle, üzerinde yaşadığı topraklarda hak iddia ediliyor, uzak ülkeler ya da uzak hayaller kurulmuyor, üzerinde yaşanılan toprakla tarihsel irtibat sağlanıyor, aynı topraklar üzerindeki yaşayış meşrulaştırılıyordu. Üzerinde yaşanılan Anadolu kara parçası yeterli görülüyor, ana yurt olarak belirtilen Orta Asya, yalnızca uygarlık ilişkisinin kurulduğu bölge olarak görüyordu. Bu bağlamda vatan Türkiye’dir Türklere söylemi ile mesajı veriliyordu. Türk Tarih Tezi, kapsamı itibariyle, Türk tanımı soy, dil ve Türklere has özelliklerle yapmıştır. Bu Türk tanımına Türkiye’de yaşayan herkesi dahil ediliyordu. Etienne Copeaux’un belirttiği gibi böylece Yunanlıların ya da Ermenilerin toprak istemlerinin tüm tarihsel dayanaklarını ellerinden almak ve Anadolu’nun Yunan ya da Ermeni olmadan önce, Türk olduğunu kanıtlamak zorundaydı (Copeaux, 1998:31). Türk Tarih Tezi bu nedenle refleksif bir tarih yazımı olarak karşımıza çıkar.

Anadolu’daki dilsel ve mezhepsel farklılıkların çok açık olması, Anadolu halkının Türklerle bağını kurmada ırk olgusunun öne çıkmasını zorunlu kılmıştır. Kimlik inşası için gerekli olan süreklilik ve devamlılık ırk üzerinden sağlanmak isteniyordu. Anadolu’nun eski çağlardan beri Türk olduğu iddiası önündeki en büyük tehlike, bu coğrafyadaki etno-kültürel çeşitliktir. Irk bu anlamda bir tutumun unsurudur. Aynı ırka mensup olan halkların zamanla cinsel, dilsel ya da kültürel olarak değişime uğrayabileceğini ama bu durumun ırkı etkilemeyeceğinden ( Bozkurt, 2007: 658) söz edilmiştir. Böylece binlerce yıl öncesiyle kopmaz bir bağ kurulmuş oluyordu. Türk Tarih Tezi dolayısıyla ırkçılığın ayrıcı değil, birleştirici boyutu kullanılma eğilimindedir (Tunçay, 1981: 300). Irk, şovenist bir anlayışın değil kimlik kurgusunun bir unsuru olarak kabul edilmiştir. Bu kapsamda tarih öncesine başvurulmuştur.

44

Hanioğlu’na göre türdeş bir antropolojik ulus yaratılmak istenmiştir (Hanioğlu, 2017: https://www.gzt.com/yazarlar/prof.dr.m.sukruhanioglu/turk-tarih-tezi-entelektuel- fantezi-mi-2036594).

Parla’nın aktardığı gibi, Atatürk’ün, Fahri hemşehrisi olduğu Diyarbakır’da çıkan ‘Diyarıbekir’ gazetesine Dolmabahçe Sarayı’nda verdiği demeçte; ‘Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherlerin damarlarıdır’ diyerek ‘ırk’ın birleştiriciliğini vurguluyordu (Parla, 1995: 203). Bu anlamda bütün kimlikler Türk potasında eşitleniyordu. Ayrıca dönemin tarih anlayışı, Ortaylı’ya göre çağdaş şovenizmden uzak bir tur enternasyonaliz değilse bile, Anadolu patriyotizmini de bünyesinde barındırıyordu. Ayasofya’nın müze haline getirilmesi, Bizans eserlerinin restorasyonu gibi hamleler, Türkiye coğrafyasının geçmişine, Türklükle ilişkilendirmeden sunulan bir tazimdi (Ortaylı, 2004: 111).