• Sonuç bulunamadı

Cumhuriyetin ilk yıllarında dinin meşruiyet sağlama gücünden faydalanılmış, bununla beraber milli değerlere de temas edilmiştir. Türklük ve Müslümanlık birbirlerinin mütemmim cüzü olarak sunulmuş, her ikisinin de toplumsal belirleyiciliğine, önemine değinilmiştir. ‘Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri’ kitabında rastladığımız bu husus, 1930’lu yıllara varana değin dini söylemin omurgasını oluşturmuştur. Milli olanla dini olanının çatışması değil bir aradalığına değinilirken, her iki olgunun tek başlarına özgül ağırlıkları olduğuna da temas edilmiştir. Hem diniyle hem milletiyle müftehir yurttaşlar yaratılmaya çalışılmıştır Örneğin;

‘‘Ben bir Türküm ve Müslümanım. Herkese hayırlı olacağım; milletimi cehaletten, bağnazlıktan kurtaran, medeniyetin nuruna kavuşturan Cumhuriyet’i yaşatacağım. Milli ve dini imanımla yaşayacağım’’ (Abdülbaki, 2005: 41)

Milli olanla dini olanın bir aradalığı, böylece dile getiriliyordu. 1920’li yılların hakim din söylemine rastlanan bu kitabın aksine, ilerleyen yıllarda İslam dinini konu alan kitaplarda bir aradalık yerini karşıtlığa, muarızlığa bırakacaktır. En fazla, Türklük ve İslamiyet Türklerin İslam’a katkıları dolayımında değerlendirilmiştir. Türklerin

86

Müslüman olmasından sonra İslamiyet gelişmiş, beynelmilel hüviyetine kavuşmuştur denilmektedir. Türklük tek başına İslamiyet’in kaderini belirleyen, onu değerli kılan bir hal almaktadır. Ayrıca, Türklerin medeniyet inşa edici rolüne de, bu bağlamda değiniliyordu. Böylelikle Türklüğe yapılan vurgunun dozajı artıyordu5

(Mansel, Baysun ve Karal, 1945: 44; TTTC, 2005: 93) Örneğin;

‘‘İslam medeniyeti kökleşmesini diğer milletlere, özellikle Türklere ve İranlılara borçludur. İslamiyet’in ortaya çıkışı sırasında yüksek bir seviye ve eski bir medeniyet sahibi olan Türklerin İslamiyet’i kabul ettikten sonra İslamiyet “in kökleşmesi ve gelişmesinde pek önemli bir etken olmaları doğaldı. İstisnasız İslam medeniyetinin her şubesinde Türklerin büyük hizmetleri oldu’’( TTTC, 2005:162-163).

Türk Tarih Tezinin etkisiyle Türklüğe yapılan bu vurgu bununla da kalmamış Müslüman dünyasında önemli yere sahip olan âlimlerin Türklüğünden bahsolunmuş ve Türk olduğu iddia edilmiştir. En sağlam hadis mecmuası olduğu kabul edilen Sahihi Buhari’nin bir Türk olan Mehmet İsmail tarafından yazıldığı, ayrıca İbni Sina ve Farabi gibi tanınmış bilim adamlarının Türk olduğu (TTTC,2005: 163) belirtilerek, Müslüman dünyasındaki Türk etkisine temas edilmiştir.

1920’li yıllarda daha çok Müslümanlıkla beraber anlam kazanan Türklük, 1930‟lu ve 1940’lı yılların ortasına kadar Türk Tarih Tezinin etkisiyle tek başına çok daha fazla yer kaplamış, hatta İslam’a da anlamını kazandıran güçlü bir etken olarak görülmüştür. Din hususunda dahi milliyetin rolü güçlendirilmiştir.

3.4.2. Hz. Muhammed veya Muhammed: İlahi mi Tarihi mi Tartışmaları

İslam peygamberi Muhammed’i, Müslümanlar genelde, saygı ibaresi olarak Hazreti ifadesi ile beraber anmaktadır. En sık kullanılan hitap şekli, Hazreti Muhammed şeklindedir. Bu hitap Müslümanların peygamberlerine karşı saygısını gösterdiği gibi inancının da bir parçası olarak görülür. Yine Müslümanlarca, peygamberlerinin hayatı örnek teşkil eden, her ayrıntısı bilinen tarihsel bir kesittir. Ayrıca İslam peygamberinin yaşamı da, boşluk bırakılmayacak şekilde izah edilmiş, doğumundan ölümüne kadar bir

5

‘Türklerin böyle kitle halinde Müslüman olmaları, Türk ve cihan tarihleri için çok önemli bir olaydı. Bununla Müslümanlık bir cihan dini oluyor, düştüğü tehlikeden kurtuluyordu. Artık Müslümanlığın koruyucusu Türklerdi. Din ve milliyet ayaklanmalarının önü alınıyor, Müslüman Türkler, İslam tarihinde yeni fetihlerin başına geçiyordu’’.

87

peygambere yaraşır hayat sürdüğü konusu üzerinde mutabık kalınmıştır. Ancak ders kitaplarında görüleceği üzere, bu genel kabuller zamanla terk edilmiş, yerine ‘’bilimsel‟ izahlar getirilmeye çalışılmıştır. Örneğin; 1930’ların değişim rüzgârlarının estiği dönemde, tez çalışmalarının da etkisiyle ‘Hazreti’ söylemi terkedilmiştir. Bu itibarla en sert değişiklik ‘Hazreti(Hz.) Muhammed’ söyleminin yerini ‘Muhammed’e bırakmasıdır. Bu değişiklikle murad edilen, ilahi bir sesleniş olan Hazreti söylemini terk edip yerine dünyevi vurgusu daha güçlü olan Muhammed seslenişini koymaktır. Böylece Arif Rençber’e göre ilahi değil beşer tarafına vurgu yapılmak istenmiştir (Rençber, 2010:131). Bilimsel izahları kabul edip benimseyen bir idare için bu durum doğal görünmektedir. Menkıbevi bir anlatım terk edilecek, ‘tarafsız’ bir anlatıma geçilecekti.

1920’lerin din dersi kitabında yer alan ‘Peygamberlerin sonu ve en büyüğü, insanlara İslam dinini öğreten, İslam imanını bildiren ‘Hazreti Muhammet’tir’ (Abdülbaki, 2005:23) bu hitabın yanı sıra daha da kutsiyet atfeden hali olan ‘Hz. Muhammed Aleyhisselam’ söylemine de rastlamak mümkündür ( Abdülbaki, 2005:74). Bu ders kitabının bazı bölümlerinde de ‘‘Muhammed’’ hitabına rastlanılsa da esas itibariyle peygamber ve onun hayatı hedef alınarak, dünyevi bir imayla, la-dini bir anlayışın tezahürü olarak değil yazımdaki daha çok kolay kullanımı nedeniyle kullanıldığı söylenebilir. Nitekim bu hitabın olduğu yerlerde de peygamber yerilmemiş, methedilmiştir. 1930’ların ders kitaplarında ise İslam peygamberinden tarihi bir şahsiyet olarak bahsedilmiştir. İsminin önündeki kutsallık atfeden ibare kaldırılmıştır. Örneğin; ‘Muhammed, 570 tarihinde dünyaya gelmiştir’ (TTTC, 2005:89) denilmiştir.

Benzeri hitap şekli, kitabın tamamına hakimdir. İslam peygamberi ile ilgili tüm konularda ‘Muhammed’ hitabı tercih edilerek ilahi çağrışımından uzak, dünyevi bir çağrışım tercih edilmiştir. Kutsiyet atfedilen ve bu manada kuvvetli bir bağ kurulan peygamber yerine dünyevi özellikleri baskın bir tarihi şahsiyet olduğu ima edilmiştir. Yaşadığı coğrafyada etkili olmuş bir tarihi şahsiyet olarak lanse edilmiştir. Örneğin;

‘Hz. Muhammed’in cenaze töreni; Ebubekir ve Ömer de cenaze töreninde bulunmamışlardı. Anlaşılıyor ki, o anda siyaset o kadar önemli ve zorlayıcıydı ki, kimse Arabistan’ın kudretli hakim ve sahibinin cenazesiyle uğraşmaya ne vakit bulmuş ne de arzu duymuştur’ (TTTC, 2005:116)

88

siyasi meşguliyetlere feda edilecek bir kişi olduğunun da altı çizilmiştir. 1940’lı yılların ders kitaplarında ise ‘Hz. Muhammed’ hitabına geri dönülmüş, bu söylem üzerinden polemiğe girilmemiştir6

. (Mansel, Baysun ve Karal, 1945: 29-30).

Hazreti Muhammed’in peygamberliği öncesi yaşamı da yine farklı yaklaşımların olduğu bir bölümdür. 1920’li yılların ders kitabında doğruluk, açık fikirlilik, medenilik ve dürüstlük gibi hasletler öne çıkarılırken, 1930‟ların ders kitabında peygamberlik öncesi dönem bilinmezlikle nitelendirilmiştir. Rivayet ve söylentilerin hakim olduğu bir geçmişle eşitlenmiştir. Sırasıyla 1920’li ve 1930’lu yıllarda yaşanan değişim şu ifadelerde net bir şekilde görülmektedir.

‘’Muhammet, amcasının kervanları ile civardaki şehirlere gidip gelmeye başlamıştır. Bu seyahatler Muhammet’in fikrini açıyordu. O vakitlerde Araplar hiç medeniyet bilmezlerdi; cahil, vahşi bir haldeydiler. Açık fikirli Muhammet bu hallerden çok sıkılır, milletinidoğru yola götürmeyi kendi kendine düşünürdü’’(Abdülbaki, 2005:27).

‘’Muhammed’in çocukluğuna ve gençliğine ait bilgilere sonradan katılmış çok uydurma şeyler vardır; onun vatandaşlarını dine davete başladıktan sonraki hayatı daha çok bilinmektedir’’(TTTC, 2005:89).

Ayrıca güçlü bir liderin etrafında toplanmış toplum idealinde, Atatürk ile Hz. Muhammed’in özellikleri benzeştirilmiştir (Rençber, 2010:132) Topluma yön verecek bir lidere, lider kültüne ihtiyaç olduğu bilinç altına işlenmek istenmiştir7

(Abdülbaki, 2005:37).