• Sonuç bulunamadı

2.2. Cumhuriyet Döneminde Bürokrasi

2.2.1. Tek Parti Döneminde Bürokrasideki Gelişmeler

Kökleri Tanzimat’a kadar uzanan sivil bürokratik yönetim geleneği Cumhuriyetin ilanından Demokrat Partinin iktidara geldiği 1950 yılına kadar uzanan dönemde altın yıllarına ulaşmıştır. Atatürk ve arkadaşları, başarılı bir özgürlük savaşının liderleri olarak son derece radikal stratejik ve yasallaştırma kararları alabilmişlerdir. Türk toplumu, artık çağdaş uygarlığa eksiksiz bir geçiş yapacak ve İslami gelenekler siyasal karar verme kriteri olarak tamamen terk edilecekti. Bu amaçları gerçekleştirmek için araç, yine eğitim ve hukuk olacaktı. Bu yaklaşım sosyo-ekonomik alanı geniş ölçüde ihmal etmiştir. Öncelik, Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine çıkaracak bir kadronun kurulmasına verilmiştir. Söz konusu kadronun kökeni, Kurtuluş savaşının liderliğini yapan bir avuç seçkin oluşturmuştur. Savaştan sonra askeri bürokrasi, yeni stratejik kararın öngördüğü misyonun gerçekleştirilmesine bizzat katılmıştır. Kısa bir süre sonra ise Cumhuriyet Halk Fırkası onun yerini almıştır. Bu parti siyasal hayatın sivilleştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Birinci Dünya savaşından sonra itilafçı İstanbul hükümetlerinin yeni gelenekçi eğilimleri sonucu yaptıkları değişikliklerden ötürü, sivil bürokrasi yeni gidişe uydurabilmek için hemen hiç hazır değildi. Ancak 1930’larda sivil

bürokrasinin yeni ilke ve amaçları benimsediğini görüyoruz. Ve bu değişimle beraber bürokratik yönetim geleneği, Cumhuriyet dönemindeki egemen nitelikleri ile ortaya çıkmıştır(Heper,1974:89).

11 Eylül 1923’te kurulan Halk Fırkası Recep PEKER’in 10 Kasım 1924 tarihli toplantısındaki teklifiyle adını “Cumhuriyet Halk Fırkası” olarak değiştirmiştir. 9 Mayıs 1935 tarihinde yapılan IV. Kurultayında adını tekrar değiştirerek “Cumhuriyet Halk Partisi” adını alan ve tüzüğünde yaptığı değişiklik ile, “Parti kendi bağrından doğan hükümet teşkilatı ile parti teşkilatını, birbirine tamamlayan bir birlik tanır” şeklinde parti ile devlet özdeşleştirilmiştir. 18 Haziran 1936 tarihinde parti tarafından yayınlanan genelge ile de, partinin iş başkanlarına il valilerinin getirildiği ve “Umumi müfettişler, mıntıkaları dahilinde bütün devlet işlerinin olduğu gibi, parti faaliyet ve teşkilatının da, yüksek murakıp ve müfettişleridir” denilerek, devletin bürokratik yapısı tamamıyla partinin emrine ve denetimine verilmiştir (Aykaç,1997:163).

Cumhuriyet dönemi bürokrasisinin iki temel misyonu bulunmaktaydı. Birincisi, reformları geliştirerek devam ettirmek, yerleştirmek; ikincisi ise, ekonomik kalkınmada kamu bürokrasisinin öncülüğünü sağlamaktı. Reformları halka benimsetmekte temel misyon, kamu bürokrasisine verildi. Bu konuda Cumhuriyet Halk Fırkasından da (CHF) yararlanıldı. CHF, asker-sivil bürokratların hakimiyetindeydi. 1935 yılında “parti” adını alan söz konusu fırka, toplumca “bürokrasinin partisi” olarak da nitelendirildi(Eryılmaz,2002:133). Bürokrasiye yüklenen bu önemli görevler nedeniyle, devlet tarafından geniş imkanlar sağlamıştır. Bazı hukuksal güvencelere kavuşturulmuştur. Bu imkanlar sonucu bürokrasi, Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumda gıpta edilen üstün bir sosyal statüye sahip olmuştur(Göküş,2000:24).

Cumhuriyet rejiminin bireysel vasfını Atatürk defalarca belirtmişti. Genellikle diktatörlük, fikir olarak, kabul edilmemiş, hatta tek parti idaresinin en sert bir şekilde yürütüldüğü zamanlarda bile Türkiye için zararlı bir sistem olduğu ileri sürülmüştü. Bu idare şekli Batı diktatörlüklerine benzemiyordu, çünkü terör yoktu ve basına nispi bir hürriyet tanınıyordu. Çeşitli reformlar ve yeni eğitim sistemi diktatörlüğü

kuvvetlendirmek amacıyla değil, kişiyi, müstebit idarenin keyfi kökleşmiş tesirlerinden kurtarmak için uygulanmıştı(Karpat,1996:126).

Askeri ve özellikle sivil ve dini bürokrasiler, büyük bölümleri itibariyle yeni ilkelere yabancı hatta karşı idi. Oysa her ne kadar yeni siyasal ve kültürel amaçlar ancak bazı “üst yapı” kurumlarını ilgilendiriyorsa da ilgili programların uygulanması bu amaçları bir ölçüde benimsemiş bir bürokratik mekanizmayı gerektiriyordu. Üç bürokrasi arasından önce bu amaçla askeri bürokrasi kullanılmıştır. Ancak Kurtuluş savaşının bitiminden itibaren askeri bürokrasinin rolü azaltılıp sivil bürokrasiye daha fazla önem verilmeye başlanmıştır. Dini bürokrasi ise, yeni yasallaştırma kararı uyarınca, tamamen önemsiz bir kurum haline getirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca baştan itibaren sivil bürokrasi genel olarak askeri, bürokrasinin otoritesi altına sokulmuştur. Özellikle sınırlara yakın bölgelerde tümen ve kolordu kumandanları aynı zamanda valilik görevi görmüşlerdir. Askeri bürokrasi bizzat mülki görevler görmediği durumlarda dahi hükümet ile sivil bürokrasi arasında bir aracı rolü oynamıştır (Heper,1974:101).

Bununla beraber Cumhuriyet döneminde eleman yokluğu nedeniyle Osmanlı’dan devir alınan ve aralarında yetişmiş idarecilerin de bulunduğu geniş bir memur kadrosundan istifade edilmiştir. Rustow, Osmanlı İmparatorluğu’nun Harbiye mezunu kurmay subayların %93’ü ve Mülkiye mezunu devlet memurlarının da %85’inin imparatorluğun dağılmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde hizmete devam ettiklerini saptamıştır. Osmanlıdan devir alınan bürokratik kadroların genel olarak Batılılaşma programını uygulayacak durumda olmamaları deneniyle yeni bir bürokratik kadro yetiştirilmesine de karar verilmiştir. Bu yeni bürokratik kadronun, Cumhuriyet ilkelerine bağlı olması temel ilke olarak kabul edilmiştir. Atatürk temelde biçimsel ussallığa sahip araç niteliğinde bir sivil bürokratik kadro yetiştirmeye çalışmış ancak bu kadronun “Cumhuriyet mefkuresine” bağlı olmasını da istemiştir. Böylece sivil bürokrasi giderek ussallığa sahip olmasının yanında bir siyasal misyonun korucusu olma işlevini üstlenmesinin de kapısını aralamıştır. 1930’ların sonuna doğru devlet-parti birleşmesinin sonucu sivil bürokrasi, Atatürk

ilkelerinin bekçiliğini üstlenmiş verimli ve etkin olma ikinci planda kalmıştır. (Göküş,2000:24).

Tek parti döneminde, CHP, yüksek düzey bürokratları, subayları ve yerel eşrafın kişileri parti örgütüne sistemli bir şekilde dahil etmiş ve partinin merkez idari birimlerinde bulunan kilit pozisyonları bürokrasi ve askeri kanattan gelen üyelerin hakimiyeti altına girmiştir. Taşradaki parti yerel teşkilatı ise, kırsal eşrafa mensup ailelerden gelen üyeler tarafından ele geçirilmiştir. Dolayısıyla, partinin sosyal tabanının genişletilmesi açısından pek fazla çaba gösterilmemiştir. CHP’nin taban olarak eşraf ve memura dayanan tarihsel bir çizgi izlemesi parti ile kitleler arasında yakın ilişkinin kurulmasını önlemiştir. Partinin elit örgüt yapısı içinde, siyasi hareketliliği ve değişimi sağlayabilmek çok zor olmuştur. Yeni isimlerin ve tanınmamış kişilerin parti kademelerinde yükselebilme şansları son derece sınırlı olmuştur. Kısaca parti bir komite partisi niteliğinde kalmıştır. Tek parti döneminde CHP, devletin yerel örgütlenmesine karşılık gelen bir örgütlenmeye sahip olduğundan, yerel parti örgütlenmeleri kitlelerinden bağımsız, eşraf ve parti-devlet görevlileri koalisyonu görünümünü vermiştir(Bektaş,1993:25).

Cumhuriyetin ilânından çok partili hayata geçişe kadar olan dönemde, siyasi elitle bürokrat elit’in kaynaştığını görüyoruz. Bu yıllar arasında Türk siyasal hayatına egemen olan güç ve kurum, safhalarında bürokrasiye geniş ölçüde yer veren ve halkın gözünde bürokrasi ile özdeşleşen Cumhuriyet Halk Partisi’dir. İl milletvekillerinin çoğunluğu, bürokratlardan oluşmaktadır. Frederich W. Frey’in, Türk siyasi seçkinleri üzerinde yaptığı bir araştırmaya göre 1924 ile 1950 yılları arasında Parlâmentodaki lider kadronun, II. Mecliste %66, III. Mecliste %61, IV. Mecliste %60, V. Mecliste %65, VI. Mecliste %61 ve VII. Mecliste %50 oranlarında bürokratlardan meydana geldiği anlaşılmaktadır(Us,1973:51).

Yeni stratejik ve yasallaştırma kararlarını benimsemiş bürokratik kadro, yeni devletin ilkeleri empoze edilerek yetiştirilmek istenmiştir. Mardin’e göre amaç Cumhuriyet Türkiye’sinin modern kurumlarını yaratacak ve yaşatacak bir bürokratik orta sınıf yaratmaktır. Yeni devlet de zaten “bürokratik bir devlet olacaktı. Böylece yeni kuşak bürokratları yetiştirmek için uzun süreli bir program hazırlanırken kısa

süreli tedbirler de alınmıştır. Taktik, mevcut bürokratları biçimsel de olsa ağırlığı eğitime vermektir. Eğitim hem resmi okullar yolu ile hem de önde gelen entelektüel siyasi liderler tarafından yürütülmüştür. Ankara hükümeti esas itibariyle bir Osmanlı kurumu olarak kalan İstanbul Üniversitesinden hiç memnun değildi. 1933’te bu üniversiteyi yeniden düzenlemek için bir kanun çıkarmıştır. Çok geçmeden üniversite kapatılmış ve daha genç bir eğitim kadrosu ile yeniden açılmıştır. Ancak İstanbul Üniversitesinden yine de memnun olmayan Ankara hükümeti, yüksek öğretim kurumlarının Ankara’da bulunmasının devletin yeni felsefesini öğrencilere telkin yönünden önemli olduğu sonucuna vardı. 1937’de Harbiye ve Mülkiye mekteplerini Ankara’ya nakledildiler. Daha önce de Ankara’da açılmış Hukuk Mektebi ile Mülkiye sivil bürokrasisinin bütün personel gereksinimlerini karşılamışlardır(Heper,1974:105-106).

Yeni yüksek eğitim kurumları, Atatürk’e göre yalnızca yüksek kademe bürokrat ve hukukçular için eğitim vermekle yetinmeyecek, aynı zamanda yeni devrimci ilkelerin temelini teşkil edecek ve Türkiye’nin toplumsal ihtiyaçlarını karşılayacak hukuki çerçevenin geliştirilmesine yardımcı olacaklardı. Bu okullar bu misyonlarını büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Mezunları, Atatürk ve arkadaşlarının arkasında yer almışlardır. Milliyetçi yönleri ağır basan bu genç bürokratlar, dinsel değerlerden çok devrimci değerleri benimsemişledir. Özel, yahut Robert Kolej gibi, yabancılar tarafından desteklenen okulların mezunları ile karşılaştırıldıklarında daima daha milliyetçi, daha devrimci bulunmuşlardır. Tonybee ve Kirkwood, bu konuda; “Mustafa Kemal eğitim yoluyla yeni kurumlar ve fikirler kabul ettirilmedikçe devrimci reformların hiç birinin uzun ömürlü olmayacağını anlamıştır” demektedirler(Heper,1974:106-107).

Bu dönemde Cumhuriyet Türkiye’sinin modern kurumlarını yaratacak ve yaşatacak olan ve önemli görevler üstlenen bürokrasinin hukuki, mali ve sosyal durumlarını düzenleyen kanunlar çıkartılarak güvenli bir çalışma ortamı oluşturulmak istenmiştir. 1926 yılından başlayarak devlet memurları ile ilgili olarak çeşitli kanunlar çıkartılmıştır. Bu kanunlar kurumsal bir yapı oluştururken, düzenli hizmet şartlarını ve maaş durumunu düzenlemeye yönelik olmuştur. Cumhuriyetin

ilk yılları, toplumsal statü açısından bürokrasinin “altın dönem”i olarak nitelendirilebilir. Bu dönemde toplumsal grup olarak bürokratların statü ve prestiji oldukça yüksek olmuştur. Cumhuriyetin ilanından, çok partili hayata geçişe kadar olan dönemde siyasi elitle bürokratik elit kaynaşmıştır. CHP yönetimi altında ülkenin siyasal seçkinleri ile özdeşleşmiş olan bürokrasi Atatürk Devrimleri’nin topluma aşılanmasında da en etkin rolü oynamıştır(Göküş,2000:25).

2.2.1.1. Bürokratların Sosyal Statüsü

Cumhuriyetin ilk yıllarında, toplumdaki egemen gruplar olarak yarı feodal özellikler gösteren toprak sahibi, eşraf ve bürokrasiyi görüyoruz. Girişimci sınıfın zayıflığı ve güçsüzlüğü nedeni ile bürokrasi genel yönetim dışında temel endüstriyel, mali, tarımsal girişimleri örgütlemek, yönetmek ve alt yapı tesisleri kurmak fonksiyonunu da yüklenmek zorunda kaldı. Böylece bürokrasinin gücü iki yönlü bir sürece bağlı olarak beliriyordu. Bir yanda bürokrasinin Milli Kurtuluş savaşındaki öncülüğü ve daha sonra iktidara el koyması olgusu dururken, bir yandan toplumda yüksek statüye sahip… lâik, batılı eğitim görmüş kişilerin başka iş alanı olmaması nedeni ile bürokrat olması yer alıyordu. Bu iki yönlü etkileme sonucu bürokrasinin prestiji çok artmış ve mülkiyet sahibi sınıflar da(ticaret burjuvazisi,eşraf v.b.) bürokrasinin yukarı katları için eğilim gösterir hale gelmişlerdir. Fakat sonra durum ters dönüp, sosyal değişime bağlı olarak bürokrasi prestij ve önemini kaybederken bürokrasiden özel girişime doğru bir akım belirmiştir. Buna karşılık orta ve alt sınıflarda ve özellikle kırsal bölgelerde bürokrasinin bugün bile yüksek bir prestiji sahip olduğu ileri sürülebilir(Us,1973:51).

Osmanlı İmparatorluğu’nda asker-sivil bürokrasinin tüm toplumsal katmanlar içerisinde ayrıcalıklı bir konumu olmuştu. İmparatorlukta asker-sivil bürokratlar, büyük bölümü itibariyle iktisadi anlamda ücretli olmalarına karsın, siyasi ve sosyal olarak geleneksel “yönetenler-yönetilenler” ayrımı içerisinde “yönetenler” içerisinde düşünülüyorlardı. Bu kesim ücret, sosyal güvenlik vb. açılardan diğer ücretlilere göre daha iyi koşullar altındaydı(Makal,2008).

Thomas ve Frye devletin sivil bürokratlar konusunda gösterdiği özeni şöyle dile getirmektedirler: “Bir aile yahut birey için fazla önemli olmasa da yönetici grup statüsünden… köylü statüsüne düşmek bir felaket kabul ediliyordu. Bu durum Türkiye Cumhuriyetinde maaşlı grubun kabarıklığın bir nedenidir. Devlet yönetici grup statüsüne sahip olmuş olanlara yardım etmek için elinden gelen her şeyi yapmaktaydı”. 1930’ların sonuna doğru sivil bürokrasinin toplumda ve siyasal sistemde yerini sağlamlaştırması ve Atatürkçü kadronun statik-devrimci ilkelerini siyasal tutumun temeli olarak benimsemesi ile bürokratik yönetim geleneği doruğuna erişmiştir(Heper,1974:115).

Reformların yürütülmesi sürecinde bürokrasinin oldukça baskıcı bir nitelik gösterdiği herkesçe bilinen bir gerçekti. O dönemdeki memur imajı, halka hizmet eden değil, toplama tepeden bakan, emreden ve bir ölçüde de toplumu potansiyel bir tehlike olarak gören bir görünüm sergilemişti. Memur-halk ilişkisi “ceberut bürokrasi” ve “jandarma devleti” gibi kavramlarla eleştirilmiştir. Bu dönemde bürokrasi “özne” toplum ise “nesne” konumunda telakki edilmiştir. Partinin ve bürokrasinin toplumsal kültüre ve popüler İslam’a karşı izlediği siyaset sebebiyle bürokrasi ile halk arasındaki ilişkiler giderek zayıflamıştır(Eryılmaz,2002:140).

Türk siyasal hayatının önemli unsurlarından biri olarak kabul belirtilen sivil bürokrasi yanında, ayrıca askeri ve dini Elit’le birlikte, özellikle kırsam kesimde “Eşraf” ın rolünün Osmanlı döneminde olduğu gibi bu dönemde de etkisini sürdürdüğü kabul edilmektedir. Bu görüş diğer pek çok bilim adamı tarafından da benimsenmekte birlikte, özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında askeri bürokrasinin, günümüzde de etkileri açıkça görüldüğü gibi, daha etkin bir rol üstlendiği söylenebilir(Aykaç, 1997:162).

Dönem içerisinde bürokrasiyle siyasetin de yakın bağlantılar içerisinde bulunduğu, Meclis’teki üyelerin ağırlıklı bir bölümünün bürokrasi kökenli olduğu görülmektedir. Bulgulara göre Parlamento'da asker-sivil bürokrasi kökenli milletvekillerinin oranı; 1920'de % 43, 1923'te % 54, 1927'de % 54, 1931'de % 45, 1935'te % 48, 1939 ve 1943'te % 47 idi.52 Aynı durum, Bakanlar Kurulu üyeleri için fazlasıyla geçerliydi. Yukarıdaki dönemler için Kurul'daki bürokrat kökenlilerin

oranı sırasıyla % 54, % 59, % 62 % 60, % 70, % 63 ve % 52 idi.53 Bu koşullarda, "Cumhuriyetin ilk yılları, toplumsal konum açısından bürokrasi için "altın dönem" olarak betimlenebilir. Bu dönem içinde bir toplumsal grup olarak bürokratların statü ve prestijleri oldukça yüksek gözükmektedir(Makal,2008).

Bu dönemde memurluk itibarlı bir meslek ve çekici bir uğraş alanı olmuştur. Gerçektende devlet memurluğu, ekonomik yönden az gelişmiş o günkü toplumsal ortamda en sağlam ve güvenilir bir geçim kaynağı olmuştur. Fakat bu gelişmeler II. Dünya Savaş’ından itibaren hızını kaybetmiştir(Göküş,2000:26). II. Dünya savaşı süresince bürokrasi-halk ilişkilerini daha da bozacak çeşitli etkenler eksik olmamıştır. Yol vergisi, hayvan vergisi gibi ödemesi köylüye zor gelen vergilerin tahsilinde neredeyse Osmanlı düzenindekine benzeyen yöntemlere başvurulması, savaş yıllarının sıkıntıları içinde memura ayrıcalılar tanıyan bir gıda ve ihtiyaç maddeleri dağıtımı ve fiyat politikasının uygulanması ve memurun, aksine arzulara rağmen, halka tepeden bakma alışkanlıklarını sürdürmesi, bardağı taşıran son damlalar olacaktır(Yalçındağ,1970:56).

2.2.1.2. Bürokratların Hukuki Durumu

Birinci Dünya Savaşı sonrası, Kurtuluş Savaşı, özverilere dayalı yeniden yapılanma, sanayileşme ve yenilikler dönemi, bu dönemi tamamlamadan gelen ikinci Dünya Savaşı ve sonrası ekonomik ve mali sıkıntıları, siyasal, toplumsal ve teknik gelişmeleri doğaldır ki personel yönetimimizi de etkilemiş ve bir istikrara fırsat vermemiştir. Bu dönemde, memurlar, siyasal nitelikli görevlerde de bulunuyorlardı. 1924 Anayasası milletvekilliği ile memuriyetin bağdaşmayacağı hükmünü getirmiştir (md.23). Personel sistemi, anayasal ve yasal düzenlemelerle maaş ve ücretler, emeklilik, harcırah, işçilerin statüsü vb. açılardan “dinamik bir dönem” geçirmiş, birçok değişikliklere uğramıştır. Örneğin, 1926 yılında 788 sayılı Memurun yasası; 1927’de 1108 sayılı Maaş Yasası; 1936’da 3008 sayılı iş yasası çıkarılmıştır. 1924 Anayasası’nın 93. madde öngördüğü, bütün memurların nitelikleri, hakları ve görevleri, maaş ve ödemeleri, atama ve işten çıkarılmaları, görevde yükselmelerinin özel bir yasayla düzenlemesi ilkesi uyarınca, 788 sayılı yasa çıkarılmıştır. Kadınların da memur olabileceğini içeren ayrıntılı düzenlemeler, “mahrumiyet zammı” gibi

gerçekçi hükümler bu yasada yer almıştır. 1929’da sivil (1452 sayılı yasa) ve askeri personel (1453 sayılı yasa) ayrı düzenlemelere konu olmuştur(Öktem,1992:86).

Tanzimat sonrası personel rejiminde meydana gelen gelişmeler, bugünkü personel rejiminin ilk adımlarının oluşturması bakımından çok önemlidir. Cumhuriyet kurulduğunda da personel rejimi ile ilgili kanunların bir çoğu yürürlükte kalmıştır(Özdemir,2001:336).

Cumhuriyetle birlikte liyakat (yeterlik) ve kariyer ilkelerine dönüştürülmüştür. Kurtuluş savaşının başlarında ilk ele alınan konulardan biri de, memurluk rejiminin yeniden düzenlenmesi olmuştur. Bu dönemde devlet memurluğuna bir yapı ve çerçeve kazandırma çabaları öncelik kazanmıştır. Memurluk rejimini düzenleyen ilk temel yasa 1926 yılında çıkarılmıştır. Memurluk rejiminin, aylıklar dışında tüm öğelerini düzenleyen ve “Memurin Kanunu” adını taşıyan bu yasa 44 yıl yürürlükte kalmıştır. Bu yasa ile memurluk rejiminin temeli atılmış ve memurluk mesleği güvenceli bir statüye kavuşturulmuştur (Tutum,1980:96).

1923-1940 dönemini incelemiş olan Kalkandelen, bu dönemde liyakat sisteminin içtenlikle istendiğini ve tesisine çalışıldığını belirtmektedir. Örneğin, meslek elemanlarının, meslekleri ile ilgili bilgi ve beceri veren okuldan çıkışlılar arasında alınması ilkesi kabul edilmiştir. Kamu personelinin devlete sunduğu işe karşılık, toplumsal düzeylerine uygun ve olanakların elverdiği ölçüde adil ve yeterli bir ücret sistemi geliştirilmeye çalışılmıştır. Genel nitelikteki hizmetlere(genel ve yardımcı nitelikteki idari işlere) eleman alınışında, boş bulunan görevlerden ilanı, açık yarışma sınavı yapılması zorunlu kılınmıştır(Heper,1977:99).

1947 yılında Başbakanlığın isteği üzerine, Devletin daha verimli çalışmasını sağlayacak tedbirlerin alınması için Bakanlıkların birçoğunda komisyonlar kurulmuştur. Yine Başbakanlığın isteği üzerine 1948 yılında Devlet Daireleri ile Bakanlık Teftiş Kurullarında yönetimin yeniden düzenlenmesi ve geliştirilmesi hususlarında araştırma ve incelemeler yapılmış ve hazırlanan raporlar hükümete sunulmuştur. Bu dönemde, özellikle yabancı uzmanlar tarafından hazırlanan raporlarda, kamu personel rejiminin iyi işlemeyişinin sebepleri üzerinde durularak

mevcut sorunlara çözüm önerileri getirilmiş ve personel sistemimizin yeniden düzenlenmesi gereği vurgulanmıştır. 1949-1959 yılları arasında Türkiye’deki idare ve personel sistemleri konularında incelemelerde bulunan ve yeniden düzenlemeler hakkında öneriler getiren yabancı uzmanların hazırlamış oldukları raporlar personel rejimimiz hakkında ki tespitleri bakımından önemlidir. Neumark Raporunda, memur sayısı ile niteliğine ilişkin sorunları rasyonel çalışmayı engellemesi sebebiyle önemli görmektedir. Raporda; memur sayısının bazı dairelerde az olduğu belirtilmekle beraber genelde gereğinden fazla olduğu ifade edilmiştir. İşin gerektirdiği nitelikte ve yeterli sayıda memurun elde tutulup geriye kalanların tasfiye edilmesi önerilmiştir. Raporda, personel sisteminde yaşanan sorunların çözümü için, çeşitli bakanlık, genel müdürlük ve şubelerin birleştirilerek rasyonalizasyona gidilmesi, ücret politikalarının yeniden ele alınması, hizmet içi eğitime önem verilmesi, işe alma ve yükselmelerde sınav sisteminin uygulanmasını önerilmiştir (www.basbakanlik-dpb.gov.tr,2008). M.W.Thornburg Raporu’nda; yetenekli uzman ve danışman gereksinimi belirtilmiş, bozuk yönetimin verimsiz sonuçlara neden olduğu vurgulanmış, yeterlik ve öğrenim ilkesi, işçi ücretlerinin düşüklüğü, iyi yetişmiş yönetici gereksinimi belirtilmiştir(Öktem,1992:88). Yapılan bu çalışmalar iyi bir personel rejimi oluşturmak ve mevcut sorunlara çözüm getirmek amacıyla yapılmıştır. Fakat bu çalışmalar uygulamaya konmamış raflarda kalmıştır(Göküş,2000:27).

2.2.1.3. Bürokratların Mali Durumu

Bürokratlardan oluşan meclis, 1926 tarihli Memurin Kanunu ile memurların hukuki statülerini güvence altına almış, 1927 tarihli Maaş Kanunu ile de maaşların ödenmesini bir düzene bağlanmıştır. Ancak 1929 yılına kadar memur maaşları bir sisteme bağlanamamıştır. Bunlar 4 liradan başlayarak 155 lirada biten 53 derecelik bir demet teşkil ediyorlardı. Hatta, zamanın Maliye Bakanının belirttiği gibi, her dereceye çeşitli isimler altında yapılan ek ödemelerle birlikte dereceler bini geçiyordu. 1929’da ilk barem kanunu kabul edilerek, memur maaşlarına önemli miktarda zam yapıldı ve 40 ile 600 arasında değişen 20 derece tespit edildi(Us,1973:51).

Barem bütün memurları kıdeme göre gruplara ayırır ve belli bir barem sınıfından olanlar aynı maaşı alırlar. Barem ilk meydana getirildiğinde bu maaşlar zamanın istikrarlı fiyatlarına göre tespit edilmişti. Harp yıllarında fiyatlar fırlayıp esas gıda maddeleri kıtlaşınca maaşa bakan memurlara ayni yardımda(kömür, elbise, şeker, yağ ve pirinç) bulunmak amacıyla bir kanun geçirdi. Bu şekilde yardım görenlerin sayısı 1.600.000 kadardı. Böylece bir yanda, genel mahrumiyetler içinde çırpınan fakir halk yanında nispi bolluk gören memurlar vardı. Diğer yanda da harp