• Sonuç bulunamadı

2.2. Cumhuriyet Döneminde Bürokrasi

3.2.4. Bürokratların Sayısal Boyutu

1950’lerde başlayan ve 1960’lı yıllarda yükseliş gösteren; hızlı nüfus artışı, sanayileşme olgusu, enflasyon ve demokratikleşme olgusu etkisini bir çok alanda duyuran gelişme ve değişmelerdir. Söz konusu sorunlardan hızlı nüfus artışı, kamu hizmetlerinin geniş bir alanda görülmesine neden olmuş, sonuçta kamu görevlilerinin

geniş bir alanda görülmesine neden olmuş, sonuçta kamu görevlilerinin sayısı artmıştır. Ayrıca, nüfus artış hızı, sağlıksız-düzensiz kentleşme ve işsizlik, iş olanaklarının nüfus artışının gerisinde kalması, devlet memurluğu kadrolarının işsizliği hafifletme aracı olarak görülmesine yol açmış, kamu personel sayısında artış zorlanmıştır(Öktem,1992:95).

Bu dönemde, kamu hizmetlerinin genişleyip yaygınlaşması ve dolayısıyla bürokrasinin büyümesi süreci hızlanmıştır. Büyümenin en önemli göstergelerinden biri, memur sayısındaki artıştır. 1963 yılında 449.869 olan memur sayısı, 1970 yılına gelindiğinde 665.737’ye yükselmiştir. Memur sayısındaki yıllık artış %6,5 olarak gerçekleşmiştir. 1963 yılında bir memur başına düşen ortalama nüfus 66 iken, 1970’de bu sayı 54’e düşmüştür(Eryılmaz,2002:149). Bu artış, başta Genel Bütçeye dahil personel ile İktisadi Devlet Teşekküllerinde çok belirgindir. Özellikle Milli Eğitim Bakanlığı personelinin bu dönemde iki katını aşan bir artış göstermesi (99.885’den 222.143’e çıkmıştır) bunun başlıca nedenidir(Gülmez,1973:34).

1927’de Türk siyasal sisteminin yönetim aygıtında görevli memurların tüm faal nüfusa oranı %1’dir. Bu oran, özellikle 1955 ve 1960’lı yıllardan itibaren hızla artmaktadır(Oktay,1997:154). 1960 yılında kamu görevlilerinin etkin nüfusa oranı %3,1 den 1965 yılında %5’e ulaşmıştır. 1 Mart 1976 tarihli sayıma göre; Türkiye’de 962. 537 devlet memuru bulunmaktadır. Bu artışın kaynağında bir yandan devletin kendisini geleneksel görevlerle sınırlandırmayıp, toplumsal yaşamın giderek genişleyen kürelerinde etkinlik kazanması, bir yandan da Türkiye’deki genel istihdam koşullarının yarattığı kimi zorlamaların bulunduğu bilinmektedir. Nitekim, Türkiye’de devlet memurlarının sayısal açıdan akılcı ölçülerin dışında arttığı da ifade edilmiştir. Sayısal açıdan böyle bir görünüm veren devlet memurlarının, Türkiye’de genel olarak ücretliler içinde oransal ağırlığı oldukça yüksektir. 1970 yılında toplam 4.172.619 ücretlinin %15,72’si devlet memuru idi. 1970’li yılların sonuna doğru bunun, %18’i geçmiş olduğu tahmin edilebilir. Bu ağırlığının dışında, Türk toplumunda bir bürokratik geleneğin varlığından gelen önemi de açıktır(Bozkurt,1980:8).

Tablo 3.11. Türkiye’de Yönetsel Nüfusun Gelişimi

Sayım Yılı

Genel Nüfus Yönetsel Nüfus % Memur Başına Düşen Nüfus 1931 14.756.000 104.115 0,7 141,7 1938 16.916.000 134.779 0,8 125,5 1946 19.076.000 222.166 1,2 85,9 1963 29.655.000 449.869 1,5 65,9 1970 35.232.000 655.737 1,9 53,7 1976 40.915.000 962.537 2,4 42,5 1980 44.437.000 1.312.243 2,9 34 1986 51.546.000 1.435.809 2,8 35,9

Kaynak: Çitci, Oya (1988), “Türkiye’de Kamu Görevlilerinin Sayısal Görünüm”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt:XXI, S:3, TODAİE Yayınları,Ankara,ss. 42.

Yukarıdaki Çizelgenin incelenmesinden de görüleceği gibi, 1931-1986 yılları arasında Türkiye’de genel nüfus yaklaşık 3,5 kat artarken, yönetsel nüfus için bu artış 13,7 kat olmuştur. Bu artışın doğal sonucu olarak toplam nüfus içinde yönetsel nüfusun payında 1980 yılına kadar düzenli bir artış, buna karşılık memur başına düşen nüfusta yine düzenli bir düşüş olmuştur(Çitci,1988:42). 1931 yılında genel nüfusun binde 7’si memur iken, bu oran giderek artmış ve 1970 yılında binde 19’a ulaşmıştır. Başka bir deyişle, genel nüfus içinde kamu görevlileri göreli bir biçimde çoğalmaktadır. Memur başına düşen nüfus sayısında görülen sürekli azalmadan kamu görevlilerinin daha hızlı bir biçimde artığı anlaşılmaktadır. 1931 yılında 142 kişiye bir memur düşerken, 1970 yılında 54 kişiye bir memur düşmektedir (Gülmez,1973:37).

1986 yılı verileri ise yönetsel nüfusun mutlak sayısındaki artışa karşın, genel nüfus içindeki payının azaldığını, bunun sonucu olarak da memur başına düşen nüfusta bir artışın ortaya çıktığını göstermektedir. Bu gelişme, 1980 sonrasında benimsenen ekonomik model ve bu çerçevede alınan önlemlerle açıklanabilir (Çitci,1988:42).

Kamu görevlilerinin sayısal büyüme nedenleri arasında; objektif programlardan çok, ekonomik konjonktürden doğan bütçesel olanaklara bağlı olduğu

ileri sürüldüğü gibi, memur enflasyonundan da söz edildiği görülmektedir. Buna karşılık yeterli sayıda memur olmadığı da yazılmaktadır. Devlet personeli sayısının gereğinden fazla olduğu yolundaki şikayetlerin ihtiyatla karşılanmasının uygun olacağını yazan Prof. Mıhçıoğlu, kamu personeli sayısındaki artışların gerçek nedeninin, devlet hizmetlerinin eskiye oranla geniş ölçüde çoğalmış olduğunu belirterek, bugün personel sayısının azaldığından bile söz edilebileceğini söylemektedir. Dr. Kazancı ise, yönetsel örgütlerin nicelik yönünden sürekli olarak büyüme eğiliminde olduklarını, sayısal büyümenin tek sınırını örgütün parasal olanaklarının çizdiği çerçeve olacağını yazmaktadır. Öte yandan üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planında, kamu personeli sayısındaki gereksiz şekildeki artışlardan ve kuruluşların gereksiz büyümelerinden söz edilmektedir. Kamu personeli sayısında bu dönemdeki yıllık artış oranının %9, niteliksiz kamu personeli sayısındaki yıllık artışın %10 olduğu belirtilerek, genel hizmet kamu personeli sayısında gereksinimlerin üstündeki artış eleştirilmektedir(Gülmez,1973:35).

Devletin yeni yeni alanlarda faaliyete geçmesinin ve toplum yapısına yeni kurulan kamu örgütleri kanalıyla daha fazla nüfuz etmesinin doğal bir uzantısı olan bu yönetsel nüfus artışı, siyasal sistemin yönetim alt sistemini giderek geliştirdiğini gösterir. Nitekim, Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar kamu örgütlerinin sayısal evrimi izlendiğinde, yönetimin zamanla biraz daha ayrıntılı yapı oluşturduğu, bir çok örgüt ve örgüt birimleriyle donatıldığı gözlenmektedir. Bu nedenle diyebiliriz ki, yönetsel nüfus artışı kamu örgütlerinin sayısal artışıyla bir arada olmaktadır (Oktay,1997:155).

Tablo3.12. Türkiye’de Kamu Kuruluşların Sayısal Evrimi Yıllar Kuruluş Sayısı Dönem Sonu Toplamı 1920 Öncesi 7 7 1920-1946 47 54 1946-1960 39 93 1960 Sonrası 52 145

Kaynak: Oktay, Cemil (1997), “Siyasal Sistem ve Bürokrasi Yükselen İstemler Karşısında Türk Siyasal Sistemi ve Kamu Bürokrasisi”, Der Yayınları, İstanbul, ss.155

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü gibi, 1920’li yıllarda kuruluş tarihleri 19. yy. kadar uzanan yedi kamu örgütü vardır. 1920-1946 yılları kırk yedi kuruluş daha bu sayıya eklenmiştir. 1946-1960 döneminde otuz dokuz yeni kuruluşa, 1960’dan beri de elli iki yeni kuruluşa tanık oluyoruz. Söz konusu kuruluşlar, taşra birimleri ve yan kuruluşlarıyla birlikte düşünüldüğünde, ortaya giderek genişleyen, yayılan ve yoğunlaşan bir kamusal örgütlenme çıkmaktadır. Gerçi, bu kamu örgütlerinin bir bölümü, Devlet Teşkilatı Rehberi’nde belirtilen kuruluş tarihlerinden önce başka isimler altında bulunuyor olabilirler ve sonuç olarak yeni örgütlerden çok eski örgütlerin yenilenmesi söz konusudur denilebilir. Bu savın geçerli yanları olmakla birlikte, inleme konusu yıllar arasında Türk kamu örgütlerinde tamamen yeni kuruluşların varlık kazandığı bir gerçektir(Oktay,1997:155). 1983 senesinde bazı bakanlıkların birleştirilmesi sonucu bakanlık sayısı azalmış olmakla birlikte personel sayısının azalmadığı gibi örgütlerin toplam hacminde de bir küçülme olmamıştır (Ergun ve Polatoğlu:80).

3.3. 1960-1980 Yılları Arasındaki Siyasal Gelişmeler ve Bürokrasi

27 Mayıs rejimi, temeller aynı kalmak birlikte siyasal hayatın yapısında büyük bir değişiklik yaratmıştı. DP kapatıldı, parti önderleri (son meclisteki milletvekilleri dahil) anayasayı ihlal etmekten yargılandılar. Çoğu hapis, 15’i idam cezasına çarptırıldı. İdam cezalarının 12’si kaldırıldıysa da, bu karar Başbakan Adnan Menderes’i ve onun Maliye ve Dışişleri Bakanlarını, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’yu kapsamadı. Gelecek yıllarda siyasal atmosferi zehirleyen acı bir miras bırakarak 16 ve 17 Eylül 1961’de asılarak idam edildiler. Menderes bir şehit haline geldi. Anısı her politikacı ve parti tarafından siyasal amaçlarla kullanıldı. DP tarihe karıştı, ancak siyasal tabanı bütün neodemokrat partiler için önemini korudu. Bu türden iki parti, 1961’de, siyasal faaliyet serbest bırakılır bırakılmaz kuruldu. Bunlar, cuntayla yakın bağları olan emekli bir generalin önderlik ettiği Adalet Partisi (AP) ile

Menderes’e muhalif olan ve 1955’te Hürriyet Partisi’ni kuran Erkem Alican’ın önderliğindeki Yeni Türkiye Partisi (YTP) idi(Ahmad,2007:163).

15 Ekim 1961 genel seçimlerinde oyların %36,3 nü alan CHP karşısında, oyların %34,8’ini AP ve %13,7 sini YTP’ si almıştı. Bu durumda “Silahlı Kuvvetler Birliği” tedirgin olmuş, yönetime yeniden el koyma kararı almış, “Çankaya Protokolu” ile uzlaşma sağlanıp AP’nin cumhurbaşkanı adayı Başgil’in çekilmesi sağlanmış, tek aday eski Genel Kurmay Başkanı Cemal Gürsel cumhurbaşkanı seçilmiş; İsmet İnönü başkanlığında hükümet kurulması konusunda devlet başkanı, parti başkanları ve Genel Kurmay Başkanı anlaşmışlardı. Bu bakımdan 1961-1965 dönemi “sivilleşme” açısından sancılı geçmişti. CHP-AP zoraki koalisyonu bu durumun bir sonucu olmuştu. Daha sonra kurulan ikinci İnönü karma (CHP,YTP, CKMP ve bağımsızlar) hükümetinde de ordu yine rol oynamıştı(Yavuz,2000:423).

Böylece CHP 1965’e kadar çeşitli koalisyon hükümetlerinde yer almış, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, 3 ayrı hükümette başbakanlık yapmıştır. Bir bakıma da İnönü’nün bu geçiş döneminde hükümet başkanlığı yapması, parlamenter siyasal sistemin yaşıyabilmesi açısından çok olumlu bir işlev yerine getirmiştir. 1962 Şubatında ve 1963 Mayısında, parlamenter sistem yerine askeri bir yönetimi amaçlayan 2 tane darbe girişimi önlenmiş ve bunda İnönü’nün kişisel prestiji çok önemli roller oynamıştır. İnönü hükümetlerinin 22 Şubat ve 21 Mayıs girişimlerine karşı kararlı tutumu, siyasal sistemin güçlenmesinde ve parlamenter düzenin kendini kabul ettirmesinde etkili olmuş; ordu, iktidara gelmek için hiçbir gerekçenin mevcut olmadığını kabul etmiştir. Nitekim AP Genel Başkanı Süleyman Demirel 1965’te İnönü koalisyon hükümetini düşürüp, CHP dışında bir hükümet girişimine kalkışınca ordudan bir tepki gelmemiş; ordu 5 yıl önce devirdiği DP’nin devamı olduğu iddiasındaki siyasal güçlerin hükümet kurmasına razı olmuştur(Şaylan,1978:408).

AP, 1965 seçimlerini tek başına hükümet kurmasını sağlayan bir çoğunlukla kazandı ve Demirel, 27 Mayıs rejiminin serbest bıraktığı yeni güçlerle uğraşmak zorunda kaldı. Bir yıl Eisenhower Vakfı’nın öğrencisi olarak Amerika’da bulunduğu ve Türkiye’de faaliyet gösteren bir Amerikan çokuluslu şirketinde çalıştığı için Demirel, modern kapitalizmin ve Birleşik Devletler’le bağlantının sembolü haline

geldi. Bu nedenle her yandan saldırıya uğradı; soldan neo-Kemalistlerden ve onu mason olarak lanetleyen dinci sağdan. Demirel siyasal konumu 1960’ların sonuna doğru zayıfladı. Kıbrıs sorununda yaşanan düş kırıklığına bir çözüm bulamamıştı. Zaman Rumların lehine işliyordu. Özellikle ABD’nin Vietnam’a müdahalesinden ve Ortadoğu’da 1967 savaşından sonra anti-Amerikancılığın gelişmesi ülkenin daha da siyasallaşmasına yol açmıştı. Bu yıllarda Türkiye’deki işçiler daha yüksek ücret ve daha iyi çalışma koşulları için verdikleri mücadelede daha da militanlaştılar. İşverenle direndiler ve iki taraf arasındaki mücadele, grevler ve lokavtlarla şiddetlendi. 1960’larda yaşanan olaylar, özellikle İşçi Partisinin yaptığı propaganda işçileri de siyasallaştırdı(Ahmad,2007:170).

1969’da yapılan seçimler, AP’nin özellikle kırsal kesimde desteğinin devam ettiğini göstermiş; AP %46,5 oy alırken, CHP %27,4 oy almıştı.bu seçimlerde her iki partinin de oy oranlarının düştüğü gözlenmişti. Şubat 1970’de AP içinde sorunlar baş göstermiş ve Demirel’in partiyi kişisel denetimi altına alması sıkıntı yaratmıştı. Parti içi muhalefetin de desteği ile Demirel istifaya zorlanmış ve 16 Aralık 1970’te hükümet düşmüştü. Alternatif olmadığı için Mart ayında hükümeti yine Demirel kurmuş, AP içindeki muhalif kanat partiden atılmış, bir kısmı istifa etmiş ve bu 41 milletvekili ve senatör Ferruh Bozbeyli önderliğinde 18 Aralık 1970’te DP kurulmuştu. CHP de ise 25 Ekim 1966’da genel sekreter seçilerek yükselişini sürdüren Ecevit, 28 Nisan 1967 parti olağanüstü kurultayında bir takım tedbirler alınca, Turhan Fevzioğlu başkanlığında 47 milletvekili ve senatörün CHP’den koparak 12 Mayıs 1967’de Güven Partisini kurmalarına sebep olmuştu (Yavuz,2000:427).

1960’lı yıllarda devlet memurlarının statüsünde, itibarında, etkilerinde veya maaşlarında bir iyileşme olmasına rağmen, devlet memurluğunun hala düşük ücretli ve düşük itibarlı bir meslek olmaya devam ettiğini göstermektedir. Türk memurlarının temsili bir örneği üzerinde 1978’de Ömer Bozkurt’un gerçekleştirdiği bir araştırmada deneklerin %42’si devlet memurluğunu başka iş seçeneklerinin bulunmayışını, %40,6’sı iş güvenliğinden ancak %6,2’si görevin taşıdığı itibardan söz etmiştir. Görevin içerdiği iktidar veya maaştan hoşnutluk, ya da işin çekiciliği

gibi sebeplere hiç değinilmemiştir. 1960’tan sonra devlet memurlarının genel statüsünde bir iyileşme olmadığına göre, devlet seçkinleriyle siyasal seçkinler arasında gerilimin azalmasını, sistemsel faktörlerle açıklanabilir(Özbudun,1995:24).

1965’den itibaren egemen çevrelerin çıkarlarına dayalı bir politika yürüten AP’nin kitleler tarafından büyük bir hoşnutsuzlukla karşılanan bu politikası, ordunun alt kademelerinde de yankı bulmuştur. Ordu alt kademelerinde biriken tepkiler, yeni iktidar arayışında askeri ortak kabul eden sol akımlarla işbirliği arayışına yönelmiştir. Bu yöneliş, ordunun alt kademelerinde oldukça radikal renkler içermiş, THKP-C hareketi içinde yer aldığı iddia edilen yüzlerce subayla ilgili olarak Martçı günlerde dava açılmasına kadar varmıştı. Ordu kurmay merkezleri ise komutanların bilgileri dahilinde yeni bir “devrim anayasası” gereken iki kuvvet komutanı düğmeye basmayınca, bu faaliyetler 9 Mart 1971’de durdurulmuştur(Parlar,1997:67).

3.3.1. 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesi ve Bürokrasiye Yansıması

1960’ların sonunda 1970’lerin başında artan siyasal gerilimler, toplumsal değişimler ve dünyada meydana gelen olaylar patlayıcı bir durum yaratacak şekilde bir araya geldi. Yüksek büyüme oranıyla birlikte sanayinin gelişmesi karşılanamayacak kadar yüksek beklentiler yarattı. Yüksek enflasyon, tüketimi mutlu bir azınlık sınırladı. İşgücü büyüyordu, ancak bu büyüme asla iş talebiyle orantılı olmadığı için, işsizlik, Avrupa’ya göçün hafiflemesine rağmen sürekli yükseliyordu. Bu arada işçiler biraz daha militanlaştılar ve sendikalı işçi sayısı giderek arttı. Çoğu Üçüncü Dünya ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de nüfus sadece hızla artmakla kalmadı, 30 yaşın altındaki işsizlerin sayısı da endişe vereci oranlara ulaştı. Zaten yetersiz olan eğitim sistemi, ekonomiyi her yıl binlerce mezun iş bulmayı başaramazken, sayısı giderek artan öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. Okullar ve yüksek öğretim kurumları 1960’larda öğrenci sayısı bakımından iki katlandı; sol ve sağın kıyılarında yer alan siyasal grupların toplanma zemini haline geldi(Ahmad,2007:172).

27 Mayıs’ın açtığı geniş özgürlük ve tartışma ortamında, giderek yine orduya dayanan “devrimci stratejiler” ileri sürülmeye başlanmıştır. Özellikle, gençlik, basın

ve üniversite çevrelerinde yeni bir askeri müdahale ile 27 Mayıs’tan daha da radikal bir rejim değişikliğine umut bağlayanlar olmuştur. Bu gelişmeler giderek “cuntacılık” eğilimi kazandıkça, Silahlı Kuvvetler’in resmi hiyerarşisi bundan rahatsız olmaya başlamıştır. Bu durum yeni bir darbeyi yol açacak nedenlerden birisi olacaktır. Buna eş olarak, sosyal olayların hızlı ve çok yönlü gelişmesi, sendikacılığın iş çevrelerinin sindiremeyeceği ölçüde radikalleşmesi, öğrenci eylemlerinin aynı ölçüde politize olmaları ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hiçbir zaman hoş görmeyeceği “kurtuluş ordusu, cephesi” gibi silahlı örgütlenmeler, yeni darbenin görünür nedenleri olacaktır. Aslıdan temel sorun, demokrasinin sosyal ve siyasal güçlerce içtenlikle benimsenememiş olmasıdır(Bozdemir,1984:2656).

Mart başında Demirel artık denetleyemediği, hızla kötüye giden durum karşısında çaresiz kalmıştı.8 Mart’ta yapılan parti meclisi grup toplantısı Demirel’in partisinin de güvenini kaybettiğini gösterdi ve paşalar bu durumu AP’si içindeki güvenilir adamları sayesinde hemen öğrendiler. İki gün sonra paşalar bir toplantı yaparak, kendi partisinin bile desteğini kaybeden Demirel’in gitmesi gerektiğine karar verdiler. Böylece 12 Mart günü generaller, Türk Silahlı Kuvvetler adına hareket ederek, Cumhurbaşkanı Sunay ile iki meclisin başkanlarına bir muhtıra verdiler. Anayasanın öngördüğü reformları gerçekleştirebilecek, güçlü ve itibarlı bir hükümetin kurulmasını talep ediyorlardı. Demirel’i alternatifsiz bırakarak, hükümetin istifa etmeyi reddetmesi halinde iktidara el koyacakları tehdidinde bulundular(Ahmad,2007:176). Bunun üzerinde başbakan Süleyman Demirel derhal istifa etmiş, CHP’nin sağ kanadından Nihat Erim, partisinden istifa ettikten sonra başbakan yapılmıştır. Ordunun baskısı altında Meclis, Erim tarafından kurulan hükümete güven oyu vermiş; böylece ordu kurumsal yapı içinde kalarak iktidara el koymuştur(Şaylan,1978:413). Aslında, AP hükümetini istifaya zorlayan 12 Mart muhtırası, yüksek komutanların radikal bir darbeyi önleyebilmek amacıyla son dakikada giriştikleri bir eylemdi(Özbudun,1995:23).

12 Mart sonrası uygulamalar bir yana ordu müdahalesinin tutucu bir içerik taşıması; başka bir deyişle bu müdahalenin geleneksel ordu müdahalesinin çizgisinden farklılık göstermiştir. 1971 müdahalesinde askerlerin tavır ve güdülerini

belirleyen değişkenler arasında; ekonomik değişkenler, bürokratik otonomi ve ordunun yükselen toplumsal prestijinden söz edilebilir; Askeri kesimin maddi ayrıcacıklar yönünden bürokrasi içinde farklılaşma göstererek bir tırmanış yaptığı, DP hükümetlerinin askeri bürokrasinin otonomisini kırıp kendine bağımlı hale getirmek girişimlerinin orduda iktidara karşı tepkiler oluşturduğunu bu durum 1961 sonrası değişmiş seçimle işbaşına gelen siyasal kadrolara karşı askeri bürokrasinin otonomisi çok yüksek hale getirmiş, aynı zamanda sistemin artarken mesleğin toplumsal prestiji de buna bağlı olarak yükselmiş böylece 1970’lere doğru bir meslek grubu olarak askerle toplumsal düzen arasında bir yumuşama ve bağlanmanın giderek artığı görülmüştür ileri sürülebilir(Şaylan,1978:417).

12 Mart müdahalesi, 27 Mayıs’tan farklı olarak, doğrudan doğruya iktidara el koyma biçiminde yapılmamış; Genel Kurmay Başkanı ve üç Kuvvet komutanı tarafından imzalanan bir muhtıra Cumhurbaşkanına, Başbakana ve Meclis Başkanına verilmiş, aynı zamanda TRT kanalı ile Tüm ülkeye duyurulmuştur. Muhtıra üç maddelik olup birinci maddede ülkenin düştüğü durumdan dolayı AP iktidarı ve AP suçlanarak olayların kaynağında 1961 Anayasasının öngördüğü toplumsal içerikli reformların yaptırılmamasının yattığı; ikinci maddede mevcut hükümetin derhal istifa ederek yerine Atatürkçü bir hükümetin kurulmasının gerektiği öne sürülmüş ve üçüncü maddede ilk iki madde yerine getirilmezse ordunun doğrudan doğruya yönetime el koyacağı belirtilmiştir.(Şaylan,1978:413).

12 Mart 1971 muhtırası ve sonrasında Anayasada yapılan bazı önemli değişiklikler, bürokrasi-siyasi iktidar ilişkilerinde yeni bir evreyi başlatmıştır. 1971’den önceki öğrenci ve işçi olayları nedeniyle artan sosyal ve siyasal tansiyonun temel sebeplerinden biri olarak, hükümetin elini kolunu bağladığı gerekçesiyle 1961 Anayasası gösterilmekteydi. Hatta bazı politikacıların, bu anayasanın Türkiye açısından “lüks” olduğu ve bununla devletin yönetilemeyeceği yönünde görüşleri bulunmaktaydı. 12 Marttan sonra Anayasa yapılan bazı değişikler, esas itibariyle kamu hürriyetlerini daraltmış, sivil toplum karşısında devlet güçlendirilmiş, üniversitelerin ve TRT’nin özerkliği sona erdirilmiş, basın özgürlüğü ve Anayasa Mahkemesinin yetkileri sınırlandırılmıştır(Eryılmaz,2002:150).

1970’ler Türkiye’de sivil bürokrasi-siyasal iktidar çatışmasının son dönemi olmuş ve bu dönem bürokrasinin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. 1971’den sonra yapılan anayasa değişiklikleri Yürütme Gücü’nün elini hayli kuvvetlendirmiştir. Özellikle 1973’te başlayan koalisyon dönemiyle birlikte siyasal iktidarlar bürokrasiyi çok büyük ölçüde denetimleri altına almayı başarmışlardır. Türkiye’de bürokrasiyi siyasal bakımdan denetimleri altına alan siyasal iktidarlar aynı bürokrasiyi verimli ve etkin çalışan bir kurum haline dönüştürememişlerdir. Üstelik yenilgiyi hazmedemeyen bazı işgörenler, kendilerini korumak için “olumsuz politika” stratejisini benimsemişler, işleri yokuşa sürmeye daha fazla özen gösterir olmuşlardır. 1970’lerde hızlanan enflasyon da bu konuda olumsuz etkilerini beraberinde getirmiştir(Heper,1984:297).

Memur sendikaları 1971-73 arasında yapılan anayasa değişiklikleri ile kaldırılmıştır. Memurların sendikal haklarının kaldırılmasından sonra dernekler şeklinde örgütlendikleri görülür. Ülkemizde memur dernekleri, çoğu kez belli partilerin siyasal görüşleri çerçevesinde kurulmaktadır. Derneklerin savundukları siyasal görüşün iktidarda ya da muhalefette oluşu siyasal atamalara karşı takındıkları tutumu değiştirmektedir. Öte yandan kimi memur dernekleri de personelin yükselme, sicil, atama gibi işlemlerinin yapıldığı kurullarda kendi temsilcilerinin de bulunmasını istemektedir(Ardanıç ve Ergun,1980:12).

1973’lerden sonra ise, Türkiye’de devlet çağdaşlaşmanın öncülüğü misyonunu sürdürecek soluğu, kaybetmiştir. Koalisyon hükümetleri 1973’ten sonra iktidara geldiklerinde Cumhuriyet tarihinde görülmedik oranda memurları değiştirerek, onları politize ederek denetimi altına almaya çalışmışlardır. Bu açıdan bu tarih (1973-74) sivil bürokratik elit yönetimi açından sonun başlangıcı olmaktadır. Bundan sonra, çoğunlukla bürokratlar sadece yasamaya basit bilgi veren kişiler durumuna geldiler. Artık bürokrasinin siyasal alandaki etkinliği ve kendilerini devletin muhafızı olarak görme anlayışı kırılmıştı. Bürokrasi aşırı derecede partizanlaşmıştı. Bu durum