• Sonuç bulunamadı

2.1. Osmanlı İmparatorluğunda Bürokrasi

2.1.1. Tanzimat Döneminde Bürokrasi

19. yy boyunca, Tanzimat taraftarları, daha sonra onları izleyen Jön Osmanlılar ve Jön Türkler bu ilkelerin gerçekleşmesi için zorlu mücadele verdiler. İlk adım Kasım 1839’da Gülhane Fermanı olarak biline bir sözleşmeyle atılar. Bu belge, diğer şeylerin yanı sıra, “tebaamızın canlarını, haysiyetlerini ve mülkiyetlerini en iyi şekilde koruma” güvencesi veriyor ve toplumun yeniden örgütlenmesini sağlayacak yasaların hükümet tarafından çıkarılacağını vaat ediyordu (Ahmad,2007:38).

Bir taraftan Osmanlı Devleti’nin varlığını devam ettirebilmesi için yapmak zorunda olduğu kapsamlı ve köklü değişiklikler, diğer taraftan ise Batılı ülkelerin azınlıklara eşitlik ve güvence verilmesi yönündeki taleplerinin sonucu olarak altyapısı II. Mahmut devrinde hazırlanan Tanzimat dönemi, 1839 yılında Mustafa Reşit Paşa’nın Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nu okuması ile başlamış oldu (Sencer,1984,46).

İnalcık’a göre, Gülhane Hattı, “... gelenekçi kalıplar altında Şeriat’a ve gelenekçi devlet anlayışına saygı göstermekle beraber, kanun ve devlet telakkisinde ve idare prensiplerinde modern kavramlar getirmekte, belirli pratik gayelerle idareyi yeni baştan düzenleme amacını gütmekteydi.” Gülhane Hattı, Padişah’ın otorite ve yetkilerini sınırlamak bakımından aslında II. Mahmud Dönemi Sened-i İttifak’ıyla çok yakın bir anlam ifade etmektedir. Ancak sınırlamada aktörler değişmiştir. Sened- i İttifak’la büyük Ayân, eşraf ve hanedan Padişahın güçlü otoritesini kontrol altına alma ve sınırlandırma teşebbüsüne girişirken, Gülhane Hattı’yla diplomat aydın bürokratlar, aynı rolü üstlenmişlerdir. Ancak ikincisinin ilanında farklı ve önemli bir husus daha vardır. Gülhane Hattı, Padişah’ın otoritesini ve yetkilerini sınırlamayı ifade ederken, yeni bir devlet idare anlayışı getirerek modern merkeziyetçi rasyonel bürokratik bir devletin temellerini atmıştır. Sened-i İttifak, gelenekçi iken Gülhane Hattı moderndir. Birincisi o zaman eyaletlerde hakim kuvvetlerin menfaatlerinin ve hayat görüşünün ifadesi iken, ikincisi merkezî devleti ve batıcı idarecilerin idealini ifade eder (Aslan ve Yılmaz,2008)

II. Mahmut’la başlayan merkezi yönetimi güçlendirme çabaları sonucunda merkeziyetçilik artmış fakat, bu güç padişaha değil, reformları gerçekleştirme konusunda öncülük eden bürokratlara geçmiştir. Bunun sonucu olarak siyasi iktidarın kendilerine ait olduğunu iddia eden Tanzimatçı bürokratik elit, Abdülmecid ve Abdülaziz’in hükümdarlıkları sırasında iktidara yükselmişti. Bu süreç, Osmanlı Bürokrasisinin “mirasa dayanan” ya da padişah kökenli yapısının yerine, sınırlı bir şekilde de olsa Weberci formüle uygun akılcı bürokrasiyi getiriyordu. Ortaya çıkan yeni yönetici elitin başka bir özelliği, cesaretli ve bağımsız hareket edebilmesiydi. Bu kendine güven, daha önce Osmanlı bürokratları tarafından güçlü bir şekilde

benimsenen “sultan kulunun boynu kıldan incedir” düşüncesinin yerini aldı. Artık Tanzimat bürokratları kendilerinin bütün Osmanlı’nın son hedefi olarak görülen “eski Osmanlı ihtişamını” yeniden getirebilecek yegane insanlar olduklarına inanmaya başladılar(Aslan ve Yılmaz,2008).

Tanzimat bürokratları, bürokratları devletin kendi kurumlarıyla temsil edilmesi isteğindedirler. Bu dönemde padişahın sistem içinde üstün konumunun korunması desteklenirken, siyaset oluşturmada insiyatif bürokratlarda olması gerektiği düşüncesindedirler. Bunun için de bürokratların güvenceye sahip olması gerekiyordu. Bu amaçla bürokratları en çok meşgul eden konu, bürokrasinin otonomisini tesis edebilmekti. Kul statüsünden kurtularak yasaların sınırladığı alan içinde yetki ve haklara sahip, suç ile ceza arasında ilişkilerin genel kurallar çerçevesinde düzenlediği bir yapıya veya ortamda görev yapmak, memur statüsüne ulaşma imkanını ortaya çıkarıyordu. Oysa kul statüsünde kişi için hiçbir güvence söz konusu değil. Ömrü boyunca canı-malı hükümdarın tek bir sözüne bağlıdır. Bu şekilde yapılan düzenlemelerle devlet padişahın elinden bürokratların etkin olduğu kurumlara doğru kaydırıyordu(Durgun,2003:207).

Söz konusu dönemde nesnel tabakalaştırma kararlarının Eski Osmanlıların siyasal güçlere tam egemen olmalarını sağlayamaması 19. yüzyılın sonunda yeni gelenekçiliğinin doğuşunu kolaylaştırmıştır. Her ne kadar sivil bürokrasi, askeri ve dini bürokrasilerin bazı işlevlerini devralmaya devam etmişse de Reşit Paşa’dan itibaren Eski Osmanlılar için güçlükler doğuran bazı nesnel tabakalaşmalar önlenememiştir(Heper,1974:73).

Lewis, yeni Türk elitinin bazı maksatları gerçekleştirmek için samimi ve gerçekçi olmadığını şu şekilde ifade etmektedir: “Bu değişikliklerin amacı, Osmanlı hükümet cihazına ve personeline Avrupa’daki benzerlerinin adlarını ve dış görünüşünü verme, sadrazama ve çalışma arkadaşlarına “nazır” adını verme, onlara redingot giydirme, büro, masa ve yeni redingotlu astlar sağlamaktı ki bunlar modern bir devlet idaresi oluşturmak için yeterli olmaktan çok uzaktı.” (1993: 97).

Bu dönemde gözlenen değişikliklerden birinin de ulemanın bürokrasiye karşı tavır alışı olduğunu Dursun şu şekilde ifade eder: 19. yüzyılda Batı’nın etkisinde gelişen yeni bürokrasi, kul bürokrasisinin yerini almanın ötesinde Ulema’nın temsil ettiği zihniyet ve dünya görüşü karşısında yeni bir ideolojinin de temsilcisi olmuştur. Devlet yapısını güçlendirmek amacıyla girişilen bu çabada Ulema’yı (Din Bürokrasisi) yeniden etkinleştirme söz konusu değildi. Böylelikle faaliyet ve iktidar alanı daralan Ulema, Tanzimat’ın karşısına geçmiş ve Tanzimat’ı gerçekleştiren sivil bürokrasi (Kalemiye) ile arasında çatışmalar ortaya çıkmıştır. Bu çatışmada Ulema’nın en etkin silahı “dinsizlik” suçlaması olmuştur. Ulema, Tanzimat’ı Şeriat’a aykırı görüyordu. Küffara müslümanların sahip oldukları hakların aynısını veren Hatt-ı Şerif’in “ahkam-ı şer’iyye” ile te’lifinin imkansız olduğunu iddia ediyorlardı (Dursun, 1992: 171-173)

Yöneltilen eleştirilere rağmen yeniliklerin devam ettiğini ve II. Mahmut’un gerçekleştirdiği idari değişikliklerle ve kurduğu öğretim kurumlarıyla yeni bürokrasiye gelişme ortamı sağladığını belirten Lewis, bu değişikliklerden önce, devlet memurları arasında işe göre bir ayrımın olmadığını, her çeşit işle görevlendirme yapılabildiğini fakat yeni sistemde ise memurların nazırlıklara göre bölündüğünü ve böylece ihtisaslaşmaya doğru adımlar atıldığını söyler. İhtisaslaşma da bürokrasinin güçlenmesine sebep olmuştur. Öte yandan bu devirde bürokrasiyi güçlendiren başka bir gelişme daha oldu: II. Mahmut 1826 Haziranında, yeniçerilerin ortadan kaldırılmasından iki hafta sonra, Müsaderat ve Mahlulat dairesini kaldıran, varissiz mülklerin, sürülmüş veya idam edilmiş kimselerin mülklerinin hazineye intikali hakkındaki eski bazı haklardan feragat eden, bir Hatt-ı Şerif çıkardı. Bu düzenleme şüphesiz hazine için zararlı olmakla birlikte, memurlara, daha önce sahip olmadıkları bir hayat ve mülk güvenliği sağladı. Yeni okulların yetiştirmesi ve çoğunlukla mütevazi ailelerden gelen memurlar sayıca arttı ve siyasi iktidarı elinde bulunduran bürokrasinin elemanları olarak önemli bir grup haline geldiler (Lewis, 1993: 90-91).

Ülke içinde yeni tarzda eğitilenler ve ülke dışında “batılı” yetiştirilenler kısa zamanda Osmanlı bürokrasisinde önemli bir güç haline geldiler. Nitekim Reşid Paşa

Tanzimat Fermanı’nı ilan için gerekli desteği, kendisinin de içinde bulunduğu yeni bürokrasiden almıştır. Mardin’in belirttiği gibi yeni bürokrasi ve onu destekleyen Tanzimat aydınlarının Osmanlı kul bürokrasisinden farklı olmayan tarafı kendilerini kul bürokrasisinin yaptığı gibi toplumdan tecrit etme tavrını devam ettirmiş olmaları ve bu tavra “yabancılaşma”yı da eklemiş olmalarıdır. Aydınlar, toplumla mutabakat noktası zayıf ve hatta anlaşılmaz bir dil ve yine aynı şekilde toplumla olan bağlarını tamamen koparan davranışlarla, iddiacısı oldukları dava için gerekli halk desteğini sağlayamamışlardır. Öte yandan Mardin, bürokratların güçlenmesinin devam ettiğini ve bunu sağlayan faktörlerden birinin de Ulema içindeki kutuplaşma olduğunu belirtir. Ulema kendi arasında üst ve alt tabaka şeklinde ikiye ayrılıyor ve bu da bunların birbirlerine yabancılaşmalarına yol açıyordu. İlk grubu temsil edenler halk ile temas halinde olup imam-vaiz fonksiyonlarını üstlenirken; ikinci gruptakiler, diğerlerine kiraya verdikleri karlı kadılıklar gibi, yüksek idari mevkilere bizzat yerleşmekteydiler. Üst tabakadaki Ulema arasında büyük bir husumet vardı(Aslan ve Yılmaz,2008)

Bunun amacı, sultanın doğrudan müdahalelerini en aza indirerek, kendi içinde işleyiş tutarlılığı olan, kişisel ilişkilerle değil de hukuki temele dayanan bir ilişkiler sistemi kurmaktır. Yeniden düzenleme çabaları sonucu Bab-ı Ali ülkenin fiili yönetimini tamamen ele almış, yönetici kadro da daha fazla nüfuz yeteneği kazanan bürokrasi ile devletin her alanına hakim olmuştur. İlke olarak siyaset yapımından padişah sorumluysa da bakanlıklar üstü çeşitli kurullar (Meclis-i Dar-ı Şuara-yı Bab-ı Ali, Meclis-i Vala-ı Ahkam-ı Adliye) tarafından yasama işleri yerine getirilmiştir. Bu kurulların üyeleri ise sivil bürokratlardır(Durgun,2003:207).

Devletin toplumsal bir temelden yoksun olması ve 19. yy yeni Babıâli bürokratların böyle bir temel yaratma girişiminde bulunmaları, modern Türkiye’yi anlamak için bir anahtar olabilir. Bu bürokratlar, toprak sahiplerini beslemeye ve bu tabakayı devletin temellerini oluşturmak için kullanmaya karar verdiler. Osmanlı ekonomisinin bütün dengelerinde ticaret ve endüstrinin taşıdığı öneme rağmen, toprak, devlet gelirlerinin önemli bir kısmını sağladığı için ana faktör olmaya devam etti. Ayrıca toprak, ekonominin hâlâ büyük çapta Müslüman ve Türklerin elinde

olan, kapitülasyonlardan ya da yabancılara ve onların Osmanlı İmparatorluğu’nda ikamet eden yerli müşterilerine sağlanan ayrıcalıklardan etkilenmeyen ve bu nedenle de potansiyel olarak siyasal iktidarın güvenilir kaynağı olan yegâne bölümüydü (Ahmad,2007:41).

Osmanlı-Türk devletinin siyasal hayatında sivil bürokrasinin özellikle 19.yy. ilk yarısından beri önemli bir yeri olmuştur. Askeri ve dini bürokrasileri de göz önünde tutarak kamu bürokrasisinden geniş anlamda söz edersek, Osmanlı-Türk devletinin gelişmesinin her döneminde bürokrasinin önde gelen bir yol oynadığı söylenebilir. Bu bakımdan Osmanlı-Türk devleti, hiç değilse gelişmenin uzunca bir bölümü bakımından “tarihi bürokratik imparatorluklar” kategorisine dahil edilebilir. Tarihi bürokratik imparatorlukların bir siyasal sistem olarak belli başlı iki özelliği bulunmaktadır. Bu devletlerde bürokrasi kurumu giderek siyasal sistem içinde aşırı bağımsızlık kazanır ve bürokrasinin üst kademeleri idari olduğu kadar belli başlı siyasal uğraşılara da sahne olur(Hepper,1974:1).

Osmanlı bürokrasinin bir kesimi, modernleşmenin gereksinimlerine bir ölçüde erkenden uygun hale getirilmiş ve 19.yy. reform liderliğini ele almıştı. Bu reformcu bürokrasi reformun ilk can alıcı noktası olarak, askeri ve sivil bürokrasiye hazırlayan eğitim kurumlarının modernleştirilmesini seçmişti. Osmanlı devlet adamlarının amaçlarına çok benzeyen amaçlara yöneltilmiş Fransız “Grandes Ecoles” ünü model olarak seçen 19. yy. Osmanlı reformcuları, “devletin çıkarlarını” göz önünde tutan iyi yetişmiş bilgili bürokrat seçkinler yetiştirilmişti. Bir bakıma, eski seçkinler zümresi sürdürülüyordu. Bu seçkinler yeni kalıplara dökülmüş ve böylece daha önceki resmi görevliye birçok açıdan benzeyen bir ürün elde edilmişti(Mardin, 1991:46).

Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişte, imparatorluk bürokrasinin biçimsel yönü ile birlikte, yönetim gelenekleri ve siyasi kültürü de intikal etmiştir. Bilindiği gibi son dönem Osmanlı bürokrasinin yapı ve işleyişiyle ilgili unsurları, esas itibariyle 1839 yılında ilan edilen Gülhane Hattı hümayunu ile birlikte yeniden biçimlenmiştir. II. Mahmut döneminin son yılları ve Tanzimat dönemi, tüm Osmanlı kurumlarının yeniden yapılanması çalışmalarıyla geçmiştir. Bugünkü anlamda bakanlıkların

kurulmaya başlanması yeniçerilerin ortadan kaldırılması, rüşvet ve yolsuzluklarla mücadele, memurlara nakdi olarak maaş bağlanması, şeyhülislamın bakanlar kuruluna katılması ve dolayısıyla siyasi sorumluluk üstlenmesi, vakıfların devletin yakın denetimine alınması, hep II. Mahmut döneminde gerçekleştirilmiştir. Eyaletten, Fransız usulü il yönetimine geçiş, belediyelerin, il özel idarelerinin, Sayıştay ve Danıştay gibi temel kurumlarının oluşturulması, memurların padişahın otoritesi karşısında mal, can ve onur bakımından güvence altına alınması gibi bürokrasinin modernize edilmesi ve güçlendirilmesi çalışmaları, Tanzimat döneminin ürünüdür. Sivil ve askeri bürokrasiye eleman yetiştiren okulların hemen hemen tümü Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde açılmıştır(Eryılmaz, 2002:133).

Tanzimat boyunca yeni tür bir eğitim olanağı doğunca bundan ilk önce yerleşmiş gruplardan gelen idarecilerin yararlanmış olduğunu daha sonra da, bunların ve yeni eğitimin değerini anlayıp yararlanma yoluna giden eski yerleşmiş grupların bürokratik görevleri inhisarları altına almaya başlatılmıştır. Szliowics, yeni tür eğitim görmüş idarecilere olan gereksinimin artması ile 19.yy. ikinci yarısında bu tekelin kesin olmadığını işaret etmektedir. “Arkası olmayan” yeni grupların bürokraside yer alması bu dönemde de liyakat ilkesinin uygulanma olanağı artırmıştır. Tanzimat’ın son yıllarında sınıflandırma faaliyetlerinin devam ettiğini, görevlerin niteliklerinin belirlenmesi için çabaların sürdürüldüğünü görüyoruz. Benzer gelişmeler II. Abdülhamid ve ittihad ve terakki dönemlerinde de görülmüştür(Heper, 1977:94).

Tanzimat dönemiyle birlikte sivil bürokrasinin reform hareketlerinin öncülüğünü ele geçirdiği görülür. 1839’dan 1876’ya kadar süren Tanzimat dönemi boyunca sivil bürokratlar, 20. yüzyılda da etkisini sürdürerek “Bürokratik Yönetim Geleneğine” toplumsallaştırmışlardır. Sivil bürokrasi bu dönemde padişahlık kurumu karşısında bir ölçüde hareket özgürlüğü kazanmış bu özgürlüğü kurumsallaştırmaya çalışmıştır(Heper,1984:296).

2.1.1.1. Bürokrasinin Etkinliği Sınırlandırılıyor

Özellikle II. Abdülhamit döneminin, eğitimin her düzeyinde önemli gelişmelerin gerçekleştirildiği yıllar olarak değerlendirilmesi gerekir. 1859 yılında

açılan Mekteb-i mülkiye, üst düzey yönetici ve bürokrat kadrosunun yetiştirilmesine ve dolayısıyla kamu bürokrasinin güçlendirilmesine kaynaklık etmiştir. Tanzimat’ta mali ve mülki yönetim alanındaki merkeziyetçilik artmıştır. Tanzimat’ın mimarları, ülkenin kurtuluşunu güçlü ve merkeziyetçi bir idarede görüyorlardı. Tanzimat’la birlikte bürokratlar ve bürokrat kökenli devlet adamları, siyaset sahnesinde hakim bir unsur olarak ortaya çıktılar. Kalemiye’ye mensup, az çok Avrupa’yı görmüş ve kısmen yabancı dil bilen bürokratlar, devlet yönetiminde ulemanın önüne geçtiler. Çünkü Tanzimat, kalemiyeye mensup bürokratların eseriydi(Eryılmaz, 2002:134).

Aydınların siyasi alanda reform, yani meşruti idare isteği; padişahla maiyetinin yeni Osmanlılık siyasetini gerçekleştirmek arzusu; ve yabancı devletlerin baskısı birleşerek, nihayet, yeni tahta çıkmış bulunan II. Abdülhamit’in (1876-1909) 23 Aralık 1876 tarihinde ilk Osmanlı Kanun-i Esasisi’ni ilan etmesine sebep oldu. Bu olay, Osmanlı tarihinde Birinci Meşrutiyet olarak adlandırılan ve 1908 yılına kadar devam eden devrenin başlangıcını işaretler. 1876 Kanun-i Esasisi vatandaşlara birtakım bireysel haklar tanıyor ve Mebusan ve Ayan Meclisinden meydana gelme bir parlamento sistemi kuruyordu. Ama Padişahın yetkilerine hiç dokunulmuyordu; yasama meclislerini istediği zaman toplantıya çağırıp dağıtabilirdi, yürütme (icra) organının üyelerini de istediği gibi tayin eder veya vazifeden uzaklaştırılabilirdi. İlk Mebusan Meclisi 19 Mart 1877’de toplandı. İkinci bir meclis ertesi sene toplantıya çağrıldı ama hükümet acı tenkitlere uğrayınca meclis müddetsiz dağıtıldı (1908)’e kadar). Bundan sonra 1877 ile 1908 arasında Abdülhamit kendi mutlak idaresini kurarak imparatorluğu istibdadı altına aldı(Karpat,1996:36).

Bürokratik yönetim geleneğinin ana hatlarının geliştiği 1789-1876 dönemi Osmanlı-Türk bürokrasisinin evriminde çok önemli bir yere sahiptir. Bir taraftan Batının üstünlüğü kabul edilmiş, öte yandan geleneksel-dini adalet kavramı yeniden yorumlanmıştır. Adalet, artık tutucu bir biçimde statüko’yu sürdürmek anlamında anlaşılmamış, aksine islami geleneklerin çerçevelendiği alanın dışında lâik kriterler ile yasama faaliyetinin temelini teşkil etmiştir. Lâik alanda, Osmanlı-Türk bürokrasisinin siyasal yaklaşımının siyasal tutum ve siyasal düşünüş biçiminde beliren iki ana ekseni geliştirmiştir. Bu yaklaşım, ikili bir kurumlaşma çerçevesinde

ve lâik kriterlere (us’sa) dayanan kanunlar aracılığı ile ortaya çıkmıştır. Yeni bir tür bürokratik elit doğmuş ve bu bürokratların ayırıcı nitelikleri, eğitim olmuştur. Bu yeni elit, lâik siyasetlerini siyasal hayata egemen kılabilmek için sivil bürokrasinin siyasal sistem içimde bağımsızlığını sağlamaya çalışmışlardır. Söz konusu bağımsızlığın sağlanabilmesi ölçüsünde sivil bürokrasi siyaset uygulayıcısı olmaktan çok siyaset yapma özelliği ağır basan bir kurum haline gelmiştir.(Heper.1974:74).

Tanzimat’la gelirler merkezde toplanarak, kamu harcamaları merkezden yapılmaya başlanmıştır. Merkeziyetçi devlet idaresi çok sayıda memurun istihdam olduğu, hantal bir bürokrasi meydana getirmiştir. Ulaşım ve iletişimin zor olduğu bir devirde işlerin bürokrasiye ve kırtasiyeciliğe dökülmesi personel rejiminin etkinliğini ve verimliliğini azaltmıştır. Devletçi ve merkeziyetçi idari sistem, asrın gelişmelerine uygun iktisadi rasyonelin oluşmasını engellemiştir. Üretime ve ticarete yönelik ferdi teşebbüs gelişmemiş, tam tersine devlet kapısına, memuriyeti girme arzusu yaygınlaşmıştır. İstihdamın ticaret ve üretimden memuriyete doğru kayması, ekonomik hayatın zayıflamasına; bütçenin de giderlerin artmasına paralel olarak daralmasına neden olmuştur. Namık Kemal “Memur olmak bize ne fayda sağladı” diyerek memuriyetçi devlet anlayışını tenkit etmiştir. Halk üretimde bulunmak ve müteşebbis olmak yerine “Devlet kapısı”nı geçim yeri olarak görmüştür (Özdemir,2001:334).

Ağustos 1838’de İngiliz Osmanlı Sözleşmesi, reformcuların yeni toplumsal ve ekonomik yapılar kurmak için mevcut yapıları ortadan kaldırmak amacıyla attıkları belki de ilk bilinçli adım oldu. Yakın zamana kadar Sultan III. Selim ve II. Mahmut, Osmanlı tüccar ve zanaatkârlarını Avrupalı rakiplerine karşı korumak için yerel ekonomiyi korumaya çalışmışlardı. 1838 Antlaşması, korumacılığı ortadan kaldırdı ve yabancı tüccarların iç ticarete doğrudan katılmalarına ilk kez izin verdi. Bu antlaşmansın bir sonucu zayıflamakta olan zanaatların ağır bir darbe yemesi ve lonca sisteminin yıpranması oldu(Ahmad,2007:39).

Memuriyete yönelmenin bir sebebi de 1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşmasıdır. Avrupa’nın sanayi ürünleri çok az gümrüklerle Osmanlı Devletine girmiş, rekabet gücü olmayan küçük sanayi kuruluşları da birer birer kapanmıştır.

Sanayileşme de gelişmediği için bir işsizler ordusu ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı herkes devlet memuriyetine yönelmiştir. Böylece üretim azalmış, dolayısıyla devletin vergi gelirleri de azalmış, reformların en önemli mali dayanağı kurumuş ve iş Duyun-ı Umumiye’ye kadar gitmiştir. Zaten devlet ayakta duran üretici ve müteşebbislerden de vergilerini düzenli toplayamamıştır. Devlet memuruna maaşlarını veremez, borçlarını ödeyemez hale gelmiştir. Ekonomik problemler, personel rejiminin etkin bir şekilde işlemesine olumsuz yönde etki eden en önemli faktörler olmuştur(Özdemir,2001:335).

Siyasal iktidarların bürokratların ve yerel nüfuz sahibi kişilerin memurlar üzerinde olumsuz etkileri olmuştur. Tanzimat sonrası kanun ve nizamnamelere rağmen memurların tayinlerinden, yaptıkları görevlere kadar kişisel ilişkiler önemini korumuştur. Siyasal iktidarlar ehliyet ve liyakat esaslarından çok sadakate önem vermişler, siyasal iktidarlarına hizmet edecek memurlar aramışlardır. Ayrıca merkezde paşalar, taşrada yerel nüfuz sahibi kişiler memurlar üzerinde nüfus ve tasarruf sahibi olmuşlardır. Vali gibi bazı memurlar da idaresi altındaki memurlar için adeta birer derebeyi olmuşlardır. Kısaca memuriyet kanun ve kurallarla belirlenmiş işlevsel ilişkiler içersine oturtulamamış, kişisel ve keyfi uygulamalar devam etmiştir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Tanzimat sonrası personel rejiminde meydana gelen gelişmeler, bu günkü personel rejiminin ilk adımlarını oluşturması bakımından çok önemlidir. Cumhuriyet kurulduğunda da personel rejimi ile ilgili kanunların bir çoğu yürürlükte kalmıştır(Özdemir,2001:336).

Kuruluş döneminde Osmanlı Devleti, benzeri çağdaş kurumlara oranla hayli gelişmiş, geniş kapsamlı bir yapıya sahipti. Gerileme dönemiyle birlikte Osmanlı’da devletin de zayıflığı görülmektedir. Bu nedenle de devletin nasıl kurtarılabileceği sorusu Osmanlı devlet adamlarını sık sık düşündürmüştür. Tanzimat hareketi bir açıdan, devletin önemli iki öğesini, asker ve sivil bürokrasiyi güçlendirmeyi de hedef almıştır. Devletin güçlendirilmesi, Osmanlının yıkılış ve Cumhuriyet Türkiyesi’nin de kuruluş ve gelişme aşamalarında Atatürk bakımından da son derece önemli bir sorun olmuştur(Heper, 2000:177)