• Sonuç bulunamadı

Tarihsel Süreç İçinde Aşıklık Geleneği

Türkler tarih boyunca geniş bir coğrafyada yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Orta Asya’dan yani Türkistan olarak da tabir edilen yerden Batı’ya doğru yola çıkıp Anadolu’ya geldiklerinde, yaşam tarzlarını da beraberinde getirmişlerdir. Uzun süren savaşlar geleneklerin bir kısmının yok olmasına sebep olsa da bugün hâlâ onların izlerine rastlamak mümkündür. Türkistan’ın ozan/baksı geleneği de bunlardan bir tanesidir (Sakaoğlu, 2014: 35). Türk halk kültüründe önemli bir yere sahip olan ozan- baksı edebiyatının devamı olarak kabul edilen âşıklık geleneği Orta Asya’dan günümüz Türkiye’sine uzanan köklü bir geçmişe sahiptir (Bayraktar, 2014: 22).

Âşık edebiyatı hakkında tarihsel bilgilere 1072 yılında Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan Divanü Lügatit’i Türk, Hacı Bektaşı Veli, Sarı Saltuk, Hacı Bayram Veli ve Mevlâna ile ilgili menakıpnameler, din uğruna yapılan savaşları anlatan destanların olduğu gazavatnameler, bir şehrin güzelliğini anlatan şehrengizler, Manas ya da Oğuz Destanı gibi destanlar, mecmualar ve cönklerden ulaşmaktayız (Yardımcı, 1998: 213).

Bilinen en eski tam metin olarak bulunan âşık şiiri Baykan adlı şairin Timur’un Kars’ı işgal ettiği sırada yani 1386 yılında ya da birkaç sene sonra söylediği anlaşılan sekiz hanelik “Dâsıtân-ı Sukût-ı Kars” isimli şiirde, Timur “Kağan-ı Tatar” olarak anılmıştır (Sakaoğlu, 1984: 94; Aktaran: Sakaoğlu, 2014: 35, 49).

Kimin tarafından yazıldığı belli olmayan şiirler anonim halk şiiri olarak, yazan kişinin belli olduğu şiirler ise âşık şiiri olarak kabul edilmektedir. İslamiyet öncesi dönemde ozan, baksı ve kam gibi isimlerin ürünü olan bu gelenek yazıya nakledilmediğinden dolayı yavaş yavaş son bulmuştur. Sözlü geleneğin ürünleri olarak halk şiirleri birçok kaynaktan elde edilen veriler sayesinde geleneğin çok eski tarihlerden günümüze ulaştığını göstermektedir. Bir süre sözlü olarak devam eden bu

geleneğin ürünleri özellikle 13. yüzyıldan itibaren yazıya da geçirilerek günümüze kadar gelmiştir. 19-20 yüzyıllardan itibaren ise elde bulunan kaynaklar sayesinde kolay bir şekilde takip edilebilen âşık tarzı şiir geleneği bazen usta-çırak ilişkisi içinde de günümüze kadar geleneksel formunu korumuştur fakat günümüzde geleneğin sürdürülebilirliği hususunda bir takım sorunlar bulunmaktadır (Göde, 2009: 397). Bu konu çalışmanın ilerleyen kısımlarında detaylandırılacaktır.

Tarih boyunca göçebe bir yaşam tarzı benimseyen Türkler bu sayede geniş bir coğrafyaya yayılmışlar ve birçok kültür ve inanç sistemini benimsemişlerdir. Kurdukları bu uygarlıklar kendisine özgü gelişen bir edebiyat da ortaya çıkarmıştır. Orta Asya’dan Anadolu’ya geçiş sürecinde halk şairleri de geleneklerini yeni toprakların kültürüyle bir sentez oluşturmuşlardır. 20. yüzyıldan itibaren tekkeler kapatılarak âşıkların ordudaki görevlerine son verilmiştir. Böylece âşıklar korumasız kalmışlardır. Bu yüzyılda âşık edebiyatında bir gerileme söz konusudur. Âşıkların büyük şehirlerde sahip oldukları şöhretleri yavaş yavaş kaybolmuştur. Âşıklar ayakta kalabilecekleri yaşam alanı olarak taşraları seçmişlerdir. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, ancak yüzyılın ikinci yarısından itibaren âşık edebiyatında bir canlanma görülmüştür. Âşık Veysel, Yaşar Reyhanî, Murat Çobanoğlu, Zülalî, Şeref Taşlıova dönemin öne çıkan saz sanatçılarıdır (Bahadır, 2015: 19-20). Kağızmanlı Recep Hıfzî, Âşık Mehmet, Bayburtlu Hicranî, Rüstem Alyansoğlu, Borlu Kemalî de 20. yüzyılın öne çıkan âşıkları arasında gösterilebilir (Sakaoğlu, 2014: 28).

Türk halk edebiyatında zaman içinde çağın şartlarına göre bazı değişiklikler meydana gelmiştir. Böylece yeni türler de ortaya çıkmıştır. Buna örnek olarak Âşık edebiyatını gösterebiliriz. Divan şiiri ile halk şiirinin bir sentezi olan fakat yine de iki türün de geleneksel biçimine uymayan 18. yüzyılda ortaya çıkan bu yeni edebiyat kolunun alanda kendine ciddi bir yer edinmesi 19. yüzyılı bulmuştur. Âşık Edebiyatında “Mani, türkü, destan gibi bilinen şekillerin yanı sıra; semai, kesik kerem, divan, kalenderi, müstezat, dübeyit, kayabaşı gibi yeni şekiller de ortaya çıkmıştır” (Yücel, 2012: 2). Sakaoğlu’na göre belki de bütün saz şairlerinin yarısından fazlası bu yüzyılda eser vermiştir. Usta-çırak ilişkisindeki en güzel form olan âşıklık kolunun en güzel örnekleri bu yüzyılda ortaya çıkmıştır. Emrah ve Ruhsati kolları bu duruma

örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca Dadaloğlu, Dertli, Seyranî ve Sümmanî de bu yüzyılda yaşayıp eserler vermişlerdir (Sakaoğlu, 2014: 27).

Bu alanda çalışma yapan birçok bilim insanı her ne kadar âşıklık geleneğinin kökenlerinin Orta Asya’ya dayandığını kabul etse de bugün algıladığımız anlamına ancak 16. yüzyılda ulaştığını belirtmektedirler. Latife Kaynak’a göre (2015: 1564) Âşık tarzı edebiyat geleneği, 16. yüzyılda özellikle Doğu Anadolu bölgesi ve Azerbaycan bölgesinde oluşmaya başlamıştır. 16. yüzyıldan itibaren Âşık edebiyatı, hızla yayılmış ve devletin üst kademelerinde de kendine yer edinmiştir. Kaynak’a benzer şekilde alanda araştırma yapan neredeyse bütün bilim insanları âşık edebiyatı için 16. yüzyılı milat kabul etmiştir. Nitekim Yardımcı da bu yüzyıldan itibaren dini ve tasavvufi edebiyatın etkisiyle “ozan” isminin tamamen terkedilerek “âşık” teriminin kullanıldığını belirtmektedir ki bu dönemde divan şiirinin mutlak hâkimiyetine rağmen bazı âşıklar yüksek zümre olarak kabul edilen insanlar arasında ve hatta sarayda bile kendilerine yer edinme şansı edinmişlerdir (Yardımcı, 1998: 212-213). Çığlık da (2014: VII) 16. yüzyılda geleneğin temsilcilerinin ozan ya da baskı olarak değil, âşık olarak kabul edildiğini belirtmektedir. Yine İlhan Başgöz de 16. yüzyıldan itibaren göçebe yaşamın terk edilerek yerleşik düzene geçilmesinin ve toplum içinde yaşanılan çatışmaların artmasının destan anlatıcısı “ozan”ın yerine “âşık”ın geçmesine zemin hazırladığını belirtir. Başgöz’e göre (1956: 8), bu yüzyıldan itibaren “kopuz” yerini “saz”a, epik şiirler yerini “koşma”lara bırakmıştır. Özgen Keskin (1984: 8) ise âşıklık geleneğinin on beşinci yüzyılın ortalarında başladığını ve buna sebep olarak da İslam kültürünün etkisini göstermektedir. Özkul Çobanoğlu da (2007: 13) “Âşık Tarzı”nın 16. yüzyılda Türk-Müslüman kurumu olan kahvehanelerde ortaya çıkıp taşraya geçtiğini belirtmektedir. Çobanoğlu’nun görüşlerini destekleyen Çığlık da (2014: 9) 16. yüzyıldan itibaren âşık edebiyatının en yaygın olarak icra edildiği kahvehanelerde irşattan ziyade günlük konuların işlenmeye başladığını ve hak aşığı olmak yerine halk aşığı olmayı amaç edinen âşıklarla birlikte “Kahvehane Tarzı Âşıklık Geleneği”nin ortaya çıktığını belirtmektedir. Böylece 16. yüzyılda türleri ve icra biçiminin şekillendiği ozan yerine âşık terimini tercih eden âşıklık geleneğinin değişimini ve gelişimini tamamladığını belirtmektedir. Banarlı da âşık tarzı şiire ve şairlerine 16.

yüzyıldan itibaren rastladığımızı belirtmektedir (Banarlı, 1971: 627). Meydan Larousse âşık edebiyatını tanımlarken yine 16. yüzyıla vurgu yapar:

“XVI. yy. dan sonra Anadolu’da şehir ve kasabalarda, asker ocaklarında, esnaf teşkilatı içinde, konaklarda, kahvehanelerde, kervansaraylarda, tekke ve bozahanelerde gelişen, halk edebiyatından farklı, anonim halk edebiyatı ile tekke edebiyatı ve klasik edebiyatın etkisinde kalmış bir orta tabaka edebiyatıdır” (Meydan Larousse, t.y. :218)

Pars Tuğlacı da âşık edebiyatının tanımını yaparken 16. yüzyıla vurgu yapmaktadır:

“XVI. yüzyıldan sonra Anadolu’da şehir ve kasabalarda, asker ocaklarında, esnaf teşkilatı içinde, konaklarda, kahvehanelerde, kervansaraylarda, tekke ve bozahanelerde gelişen, halk edebiyatından farklı, anonim halk edebiyatı ile tekke edebiyatı ve klasik edebiyatın etkisinde kalmış bir orta tabaka edebiyatıdır” (Tuğlacı, 1971: 153).

Bahsedilen bu görüşlere belki de kaynaklık eden Köprülü, 1962 yılında yayınladığı “Saz Şairleri” eserinde, 16. yüzyıldan itibaren Oğuz Türklerinden itibaren İslâmiyet’in kabulünden önce ve sonraki dönemde görülen “ozan” adlı şair tipinin yerini Batı ve Doğu Anadolu’da âşık tipine bıraktığını belirtmiştir. Köprülü’ye göre bu değişim keskin bir biçimde olmamış hatta 18. yüzyıla kadar devam ettiğini, tekke ve klasik edebiyat unsurlarının kuvvetlenmesiyle de sona erdiğini ilave etmiştir (Köprülü, 1962: 33-34).

Bütün bu görüşler ışığında Yücel’in âşık edebiyatının başlangıç evresi olarak 18. yüzyılı göstermesi kafalarda soru işareti bırakmaktadır. Çığlık’a göre 18. yüzyıl âşık edebiyatının başlangıç evresi değil aksine zayıflamaya başladığı dönemdir: “18. yüzyıl âşıkları 17. yüzyılın âşıklarının seviyelerine yetişememişlerdir. Âşık edebiyatı gerilemeye başlamıştır” ( Çığlık, 2014: 14).

19. yüzyıl âşıklık geleneğinin en çok öne çıkan özelliği âşıkların önceki dönemlere nazaran hükümetle daha yakın ilişkilerde bulunmalarıdır. Yeniçeri Ocağını kaldıran II. Mahmut’un âşıkları saraya alması, Abdülaziz’in son zamanlarına kadar loncaları da bulunan âşıkları sarayda kontrol etmek amacıyla âşık kâhyalarının

bulundurulması ve âşıkların sarayın propaganda faaliyetlerinde de etkin rol oynamaları bu duruma örnek olarak gösterilebilir (Karahan, 1991: 550; Aktaran: Çığlık, 2014: 17- 18). 20. yüzyıla kadar önemli bir mesleki zümre olarak kalmayı başaran âşıklar hükümetin kontrolünde imparatorluğun sosyal yapısı içindeki belli sınıfların sanat ihtiyacını karşıladılar (Meydan Larousse, t.y. : 218).

II. Mahmud ve Sultan Abdülaziz’in dışında IV. Murad ve IV. Mehmed de âşıklara özel ilgi ve alaka göstermişlerdir. Bu padişahlar arasında II. Mahmud döneminde âşıklar İstanbul Tavukpazarı’ndaki âşık kahvelerinde toplanırlardı. “Reis- i aşikan” denilen devletten maaş alan bir kişi âşık fasıllarını yönetirdi. O zamanlar âşık olabilmenin ön koşulu Tavukpazarı’nda “çerağ” olmaktı. Yeteneği olanlar önce “kalfa” olurdu. Daha sonra da “ehliyetnâme”sini alarak âşık olmaya hak kazanırdı. Bu unvan sayesinde âşıklar ülkenin tamamında hükümet tarafından korunup kollanırdı (Milliyet Edebiyat Ansiklopedisi, 1991: 30-31). Âşıklık geleneğinde 16. yüzyıldan önce ozan olarak bilinen âşıklar Osmanlı’nın kuruluş döneminde de sarayda kendilerine yer edinmişlerdir. Köprülü, Bertrandon de la Broquiére’in II. Murad’ı ziyaretinde sarayda “menestrel”lerin bulunduğunu onların Türk kültürüne ait “chanson de geste”8 icra ettiklerini aktarmaktadır ( Torcello, 1892: 192; Aktaran: Köprülü, 1934: 278).