• Sonuç bulunamadı

Gelenek kelimesini tanımlarken genel tavır kültür ekseninde bir tutum sergilemektedir. Gelenek tanımlarına baktığımızda Nilgün Çelebi geleneği tanımlarken nesilden nesile aktarılan insanın her türlü pratiğine, inancına, kurum ve araç-gerecine dikkat çeker yani geleneği toplumun ortak mirasının tamamını ya da bir kısmını meydana getiren kültür unsurları olarak görür (Çelebi, t.y. : 36). Özkul Çobanoğlu da kuşaktan kuşağa taşınması gereken unsurlara dikkat çekerek “teorik olarak en az bir kuşaktan diğerine sözle, görülerek veya gösterilerek gözle öğrenime dayalı olarak geçen ve toplum hayatı için de süreklilik kazanan unsurların geleneksel olarak” (Çobanoğlu, 2000: 53) isimlendirildiğini belirtir.

Geleneği, nesilden nesile aktarılan töreler, davranışlar, alışkanlıklar ve kültürel kalıntılar olarak ele alan Doğan Kaya’ya göre muhafazakârlık geleneğe bağlılıkla doğru orantılıdır. Ancak kapalı toplum yapısına sahip köyler radyo, televizyon, gazete, vs. gibi kitle iletişim araçlarıyla açık toplum olma yönünde ilerlerken geleneklerinde çözülmeler baş gösterir. Geleneklerde farklılaşmalar kaçınılmaz bir hal alır (Kaya, 2000: 13).

Âşıklık ve gelenek hakkında fikir sahibi olunduktan sonra âşıklık geleneğinin ne olduğuna bakılabilir. Âşıklık geleneğini Erman Artun şöyle tanımlamaktadır: “Âşıklık geleneği, Türk kültür varlığının önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Âşıklık çağlar süren deneyimlerden geçerek biçimlenmiş, kendine özgü icra töresi, geleneğe dayalı yapısı, âşık olmak ve sürdürmek için uyulması gereken kuralları olan bir gelenektir” (Artun, 2008: 9).

Âşıklık geleneğine dâhil olmanın da gelenek içinde kalmanın da kendine özgü kuralları vardır. Latife Kaynak bu kuralları şöyle sıralar:

“Âşıklık Geleneği, bir usta-çırak ilişkisi içerisinde devinim gösterir. Âşıkların eğitim gördükleri yer belirli bir okul değil kahvehaneler, düğünler, köy odaları gibi asıl icra ortamlarıdır. Aday âşıklar bu ortamlarda, geleneğin bütün erkân ve usulünü öğrenir. Her bir âşık kendine bir mahlas edinir. Âşık olmak bir yetenek olduğu kadar aynı zamanda ilahi bir yetidir. Çünkü âşık, rüyasında bade içerek âşıklığa ilk adımını atar. Yine her bir âşık, irticalen söz söylemede ve saz çalmada mahir olmalıdır. Gerçi son dönemlerde her ikisini de kendinde bulunduran âşıklar azdır. Yine en önemli kurallardan biri âşıkların hikâye anlatma ve tasnif etmesidir” (Kaynak, 2015: 1570).

Bazı âşıklar usta-çırak ilişkisinden geçmez. Bunun yerine kendilerine bir aşığı örnek alırlar ve zamanla örnek aldıkları âşık gibi söylemeye başlarlar. Her ne kadar örnek alınan aşığın şiirleriyle muhteva ve biçim yönünden bir özdeşlik sağlansa da ustanın hal ve hareketleri ve saz çalış biçimi gibi konularda bir eksiklik hissedilir. Usta-çırak ilişkisinde ustanın çarşı pazar gibi ihtiyaçlarına bile yardımcı olan çırağın oluşturduğu aidiyet hissinin manevi ustalık olarak nitelendirebileceğimiz bu hususta sağlanması pek mümkün görünmemektedir. Ayrıca âşıklık kolu ya da mektebi olarak da bilinen aynı âşıklık geleneğinin nesilden nesile aktarılmasında da sorun teşkil etmektedir.

Âşık kolları genellikle ilgili kola ismini veren âşıkla başlatılır fakat bazı kollarda merkez ismin de ustası vardır. Örneğin Ruhsati’nin ustası Kusurî, Şenlik’in Nuri, Huzurî’nin ise İznî olmasına rağmen, güçlü şiirleriyle ustalarının önüne geçmiş ve sonraki âşıklar üzerinde ustalarından daha büyük etkiler bırakabilmişlerdir. Azerbaycan’da âşık koluna “mektep” denilmektedir. Elesker ve Âşık Alı mektebi örnek olarak gösterilebilir. Öyleyse nedir kol? Doğan Kaya bu açıklamaların ardından âşık kolu için şu tanımı yapmıştır: “Çıraklık geleneği içinde, birbiri ardına yetişen âşıklar tarafından, odak hüviyetindeki usta aşığa bağlılık duyarak, ona ait üslup, dil, ayak, ezgi, konu, hatıralar ve hikâyelerin devam ettirildiği mekteptir” (Kaya, 2000: 14).

Diğer bir husus da bade içme geleneğidir. Bilindiği gibi her âşık bade içmez ve irticalen söyleme yani doğaçlama yeteneğine sahip değildir.

Âşıklığa ilahi bir misyon yükleyen Köprülü ise, 19. ve 20. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğunda halkın saz şairlerini âşık olarak adlandırdığını ve aşıkların maddi ve cismani aşktan ruhani veya manevi bir aşka ilerlediklerini, saz çalıp şiir söylemeyi ise dini bir unsurdan, mürşit, pir ya da bizzat Hızır Peygamberden rüyada öğrendiklerini anlatan menkıbeler bulunduğunu söylemektedir. Böylece âşıklar halk tarafından “hak âşıkları” olarak da bilinmektedir. Halk tarafından bu kadar ilgi gören âşıklık, toplumun yüksek sınıfı olarak görülen zümresinde pek itibar görmez (Köprülü, 1962: 12-14). Saz şairleri ise kendilerini birçok bakımdan yüksek sınıfın hayranlık beslediği klasik şairlerden üstün görmektedir. Bu duruma sebep olarak irticalen herhangi bir kafiye üzerine manzume söyleyebilmelerini ve saz çalabilmelerini göstermektedirler. Gerçi 19 ve 20. yüzyıllarda meslekten yetişmemiş olan âşıklar saz çalamamaktadır (Köprülü, 1962: 18-19). Bu bakımdan Köprülü, âşıkların kendilerini iki gruba ayırdıklarını nakleder: Yüksek zümreye has şiirler yazan “kalem şairleri” (klasik şairler) ve halk toplantılarında doğaçlama şiirler üretip onları çalıp söyleyen meydan ya da saz şairleri (Köprülü, 1962: 18). Saz çalmayan Bayburtlu Zihni, Dertli, Emrah, Çankırılı Zâhmi, Yozgatlı Nâzi gibi sadece şiir söyleyen âşıklara da “kalem şuarası” denilmekteydi (Kabaklı, 2008: 13; Karataş, 2011: 64).

Sözlü kültür ortamında meydana gelen, cönklere7 kaydedilerek günümüze kadar ulaşan temelleri İslam öncesi döneme dayanan “Âşık Tarzı Şiir Geleneği” hem içerik hem de biçim açısından Türk milli kültürünü yansıtan unsurlara yer vermektedir. Âşıklar kendilerinin veya halkın duygu ve düşüncelerini aktarırken toplumun kültürel unsurlarını eserini oluştururken bir araç olarak kullanır. Şiirleriyle bu kültürel unsurların nesilden nesile aktarılmasını sağlar. Birer kültür unsuru olarak insanın insanlarla, diğer canlılarla, doğayla ve birçok durumla ilgili kanaatlerinin sözel bir ifadesi olarak betimlenebilecek inançlar ve bu sözel ifadenin gösterim ya da ayin sırasında ifade ediliş biçimi olan ritüeller toplumun sosyal hayatında önemli bir yere

7 Cönk: Halk edebiyatı üzerine yapılmakta olan araştırmaların önemli bir kaynağı olan, el yazması defter

özellikle koşma, mani, atasözü, destan, türkü, ağıt, ilâhî, nefes gibi saz şiiri ve folklor terimlerini içermektedir. Çoğunlukla meşin kaplı, değişik renklerde kâğıtlardan meydana gelen, dikdörtgen biçimdedir ( Kabaklı, 2008: 14).

sahiptir yani inanç ve ritüellerin devamı kültürün devamıyla eşdeğer tutulabilir (Özdemir, 2011: 190-191). Günümüzde ise âşıklığın en önemli ritüeli olan usta-çırak ilişkisinin neredeyse ortadan kalktığını görmekteyiz. Bu yüzden âşıkların birçoğunun ritüellere hâkim olmadıkları için geleneğin eskisi kadar canlı olmadığı söylenebilir. Araştırmanın uygulama bölümünde bu konu hakkında detaylı bilgi verilecektir.