• Sonuç bulunamadı

Kapitalist üretim biçiminin zorunlu ve eğilimsel olarak karşı karşıya kaldığı krizler kapitalizmin genel yapısı ve işleyiş biçimi ile ilgilidir. Kapitalist üretim biçimi ne bir kişi ile ne de bir kurum ile tanımlanabilir. Kapitalizm bir üretim tarzı sebebiyle var olan bir mantık, düşünce ve hareket biçimidir. Bu malların üretimine dayanan bir mantık ki, orada kullanım değeri sadece artık değerin destekçisi, tabii artık değer de yeniden sermayeye dönüşmek kaydı ile (Beaud, 2015, s. 181). Bu çerçevede değerin gerçekleşmesi için süreçte üretilen metanın satılması zorunludur ancak süreç içerisinde sermayenin birikimi duraklar ve tıkanır bu da krizin kaçınılmazlığıdır. Zorunluluk içsel süreci ifade etmesi anlamında krizin bu kaçınılmazlığını anlatır. Zorunluluğun işlememesi için gerekli dışsal koşulları yok etmekle, zorunluluk asla yok edilmiş olmaz, ancak zorunluluğun işlemesi geciktirilmiş olur. Yani organizmanın içsel bütünlüğündeki zorunlu kriz eğilimi organizmanın dışında işlev gösteren olguların düzenlenmesi ve ortadan kaldırılması ile zorunluluğu ortadan kaldırmaz ancak ortaya çıkışını ileri bir tarihe erteler. Bu erteleyiş ancak kaçamama hali organizmanın krizinin tarihselliğini ortaya koyar.

Tarihsellikle tanımlanan kriz her farklı üretim biçiminde bir değişim ve aşama anlamını da içinde barındırır. Bu sebeple tarihsellik ile tanımlanan her kriz aynı nitelikte değildir. Üretim biçiminin genel soyutlanma ya da gerçekleşme

85

düzeyleri konusunu temel almamız gerekirse tarihsellikle tanımlanan krizler üretim biçiminin içeriğini ya da işlevini kendine tabi kılmaları temelinde ayrılabilir.

Bir sistemi, bir üretim biçimini geride bırakıp bunun yerine başka bir sistemi ya da üretim biçimini ortaya çıkaran krizler tarihsel geçiş dönemi krizleridir. Geçiş durumu bir aşama mevhumunu gündeme getiren bu nitelikteki krizler soyutlama düzeyinde bir değişikliğin ortaya çıktığını anlatır. Bu niteliği ile diğer krizlerden ayrılır ve yapısal bir nitelik taşır. Yapısallığı soyutluk düzeyinde içeriğin niteliksel olarak değişimi anlamına geldiğindendir. Örneğin, feodalizmin çözülme süreci içinde, feodal üretim biçiminin kriz anında, bir fırsatlar alanı olarak değil de bir zorunluluklar alanı olarak piyasaların ortaya çıkması, aynı zamanda, toplumun yeniden örgütlenmesi ve bireysel hayatların yeniden düzenlenmesi anlamına da geliyordu (Üşür, 2003, s. 215). Bu yeniden örgütlenme ve hayatın yeniden düzenlenmesi gerekliliği, krizlerin yani farklı bir biçimde ifade edecek olursak, içerik ve formun çatışma anının formu parçaladığı ve yeni bir içerik ile birlikte formu baştan kurguladığı anlamına gelir. Bu bir yapısal değişim olma niteliği taşır ve geçiş dönemi anlamına gelir.

Tarihsel geçiş dönemi krizlerinin yanı sıra sosyal ve ekonomik yapının çözülmesini beraberinde getirmeyen bir nitelik seyreden krizler de bulunur. Sosyal ve ekonomik çözülme getirmeyen bu tarz krizler sonuçları itibari ile değerlendirmeye tabi tutulabilir. Bu noktada krizin; yapısal bir kriz mi olduğu, yoksa sistemin işleyiş mekanizmalarını değiştirmeksizin ve kendisini değişen koşullara uyarlamak suretiyle yeni başka bazı mekanizmalar getirerek varlığını sürdürebilir kılacak nitelikte bir kriz mi olduğunun tespiti önem kazanır. Eğer böyle bir kriz varsa, bu krizler yeniden yapılandırma krizi olma niteliğini taşır

86

(Üşür, 2009, s. 37). Bir diğer ifade ile üretim biçimi yerini geçiş dönemi krizlerinde olduğu gibi yapısal olarak terk edip yeni bir üretim biçimine bırakmaz fakat farklı bir mekanizma, farklı işlevler, farklı üretme ve dağıtma biçimlerini ortaya çıkaran nitelikler gösterir. Kapitalizm, kapitalist olmayan bir üretim biçimine yerini bırakmaz; ama başka mekanizmalarla, üretme biçimlerinde, aktarma biçiminde ve sınıflararası ilişkilerde değişmeler ortaya çıkar (Üşür, 2009, s. 39). Yeniden yapılandırma krizi olarak krizin tarihselliğini nitelendirilmesinin sebebi de budur.

Krizlerin tanımlama niteliklerinden bağımsız olarak, üretim biçiminin kapitalist olduğu tarihselliği başlangıç noktası olarak belirlersek krizlerin, ister tarihsel yapısal krizler olsun, ister tarihsel yeniden yapılandırma krizleri olsun yalnızca tek bir ülke içinde değişikliğe yol açmadıklarının, üretim biçiminin genelliği ve yayılma eğilimi çerçevesinde etki alanına sahip olduklarının vurgulanması gerekir. Bununla birlikte kapitalist üretim biçimi ülkelerle daha doğru bir ifade ile ulus devletlerle ayrı düşünülebilecek bir nitelik arz etmez. Kapitalist üretim biçimi ulusu aşar küresel nitelikte hareket eder bir yapı göstermekle birlikte kurumsal mekanizmaları tanımsal ayrılığının siyasal alanının toplumsal formu olarak devlet, ulus devlet ile bağlantısına tabidir. Marx’ın da vurguladığı gibi kapitalist için hiçbir ulustan ya da hiçbir ulusal sadakatten söz etmek mümkün değildir; karın maksimizasyonu onları nereye sürüklerse o yöne giderler ancak bu durum onların özellikle kendi belirli ulusal devletlerinden bağımsız oldukları ya da onlara ihtiyaç duymadıkları anlamına gelmez. Karı maksimize etmek her durumda bir organizasyonun ve uygulamanın (diğer şeylerin yanı sıra, işçi sınıfını kontrol altında tutmak) varlığına ihtiyaç duyar; bu organizasyon ve uygulama bugünün tarihselliğinde ve öngörülebilir gelecekte ancak ulus devlet tarafından karşılanabilir

87

bir nitelik taşır (Wood, 1999, s. 12). Bu bağlamda krizler sonuçları anlamında ne kadar uluslararası nitelik gösterseler de krize dokunma anları her anlamda ulusal nitelikler taşımaya devam etmektedir. Ulus devletin kapitalist üretim biçiminin özgüllüğünde siyasal alanın formu olarak taşıdığı konum özellikle tarihsel yeniden yapılandırma krizlerinde, geçiş dönemi krizleri söz konusu olduğunda yeni formun oluşumsallığı ortaya çıkacağından bu bağlamda tartışma dışıdır, özel bir yer taşır.

Kapitalist üretim biçiminin krizlerinin zorunlu ve eğilimsel niteliğine karşı olarak bu zorunlulukların ertelenmesi yeniden yapılandırmayı devreye sokar ve bu yeniden yapılandırma siyasal alanın toplumsal formu olarak devleti öncelikli bir konuma çeker.

Marx, yasa adlandırması ile kapitalist üretim biçiminin toplumsal ilişkileri ile kurulan maddi güçleri anlatır ve bunları eğilimler olarak adlandırır. Kar oranlarının azalması eğilimi yasası da bu durumdan bağımsız değildir. Marx’ın yasa ve eğilimleri, üretim biçimini tanımlayan toplumsal ilişkilerden ortaya çıkarlar; bu sebeple de zorunludurlar ancak ampirik sonuçları doğrudan doğruya belirlemezler (Fine & Saad-Filho, 2012, s. 121). Bu sebeple anlaşılan yasa-eğilimlerin kaynaklarını ve kendilerini bütünsel üretim süreci bağlamında birliktelikleri içinde anlamak gerekir. Konu kar oranlarının düşme eğilimi yasası için söz olduğunda bu karşıt eğilimler ile birlikte anlaşılmalıdır. Doğada olduğu gibi üretim biçiminin özgüllüğünde de tüm hareket ve gelişmeler karşıtların evrensel birliğinin sonucudur. Hareketi ve değişimi açıklamak için bir dış itki kavramını işin içine sokmaya gerek olmamasının sebebi budur. Kendisi bir çelişki içeren hareket (tarihsel işlev), ancak çatışan eğilimlerin ve maddenin tüm biçimlerinin (toplumsal form) bağrında yatan iç gerilimlerin bir sonucu olarak mümkündür (Woods &

88

Grant, 2011, s. 69). Kapitalist üretim biçiminin zorunlu ve eğilimsel olarak işleyişinden doğan kriz, üretim biçiminin soyut eğilimini belirler. Bu krizin zorunlu ve soyut niteliğinin karşısında tarihsel bir somut yönelim belirir. Somut yönelimin tarihselliği kapitalist üretim biçiminin ekonomisine özgü şartlar ile şekillenir ve üretim biçiminin içeriğinin devamlılığı koşulu ile işlerlik kazanır. İşlerlik kazanan üretim biçiminin soyut eğilimlerini yavaşlatan, duraklatan veya geciktiren fakat engelleyemeyen tarihsel somut yönelimler karşıt eğilimlerdir. Bu noktada soyut ile somut olanın bağlantı ve çelişkilerinin izini sürmek temel noktadır.

“Toplumsal emeğin üretici güçlerinin, özellikle de, sabit sermayenin, gerçek makinelerin dışındaki, bir bütün olarak toplumsal üretim sürecine dahil olan muazzam kütlesi hesaba katıldığında, bugüne kadar iktisatçıları meşgul etmiş olan zorluğun, yani kar oranının düşmesini açıklamanın zorluğunun yerini, bunun tersi, yani, bu düşüşün neden daha büyük ya da daha hızlı olmadığını açıklamanın zorluğu alır. İşin içinde, genel yasanın etkisini bozan ve ortadan kaldıran ve ona sadece bir eğilim olma niteliğini veren karşıt yönlü etkiler de bulunmalıdır; genel kar oranının düşmesini bir eğilim olarak tarif etmemizin nedeni de budur” (Marx, 2015, s. 237).

Marx, kar oranının düşme eğilimini esas eğilim olarak belirlemekle birlikte, karşıt eğilimlerin varlığından da bahsetmektedir. Marx bu karşıt eğilimlerin geçici olduğunu söyler ve karşıt eğilimleri sıralar: Emeğin sömürülmesi derecesinin yükselmesi yani işgününün uzatılması ya da emeğin yoğunlaştırılması yoluyla artı-değerin oranının artırılması, ücretlerin artı-değerinin altına düşürülmesi, değişmez sermaye öğelerinin ucuzlaması, göreli aşırı nüfus, dış ticaret ve hisse senetli sermayenin büyümesi (Marx, 2015, s. 237-245). Bu başlıkların hiçbiri ne kar oranlarının düşme eğilimini doğrudan karşılar ne de yaşanan krizi kesin bir biçimde erteleyebilir. Karşıt eğilimler, kapitalist üretim biçiminin toplumsal formu olan piyasanın kar oranlarının düşme eğilimi yasasını bir eğilim olarak tanımlanmasına neden olan temel parametreler olarak tanımlamak belirleyicidir. Bu durum piyasa

89

formu yanında, tamamlayıcı ve biçimlendirici olarak kapitalist üretim biçiminin siyasal alanının toplumsal formu olarak devletin üretim biçiminin sürdürülebilirliğine yönelik işlevlerinin yeniden tanımlanmasına sebep olur. Bu bağlamda karşıt eğilim; piyasa tarafından ya da kapitalizmin ekonomik alanı tarafından üstlenilen bir işlevin ya da görevin kapitalizmin siyasal alanı yani siyasal formu tarafından üstlenilmesi ya da siyasal form lehine terk edilmesi biçiminde tanımlanabilir. Kapitalist üretim biçiminde ekonomik alanın sıkça karşılaştığı krizler ve bu krizlerin sonuçları üretim biçiminin bütünselliği temelinde her zaman siyasal alanın toplumsal formu olarak devletin etkinlik alanı bir diğer değişle gerçekleşme anında yani işlevine ilişkin sonuçlar doğurmuştur. İşleve ilişkin bu sonuçlar karşıt eğilimlerin harekete geçtiği anları belirler. Devletin herhangi bir andaki işlevlerini anlama söz konusu toplumun kapitalist gelişimindeki krizlerin tarihinden ayrıştırılamaz (Carnoy, 2014, s. 185). Bu bağlamda zorunlu ve eğilimsel olarak kapitalist üretim biçiminde ortaya çıkan krizler yalnızca ekonomik alanın toplumsal formu olarak piyasada değil kapitalist üretim biçiminin özgün bütünselliğinde siyasal alanın toplumsal formu olarak devlette de belirli sonuçlara sebep olur.

Ekonomik çöküşün etkilerini azaltmak için devlet kullanılmakta bir başka ifadeyle, devlet toplumsal yaşamı biçimlendirmektedir (Akbulut, 2007, s. 176). Bu bağlamda siyasal alanın toplumsal formu olarak devletin, üretime ilişkin içeriği dışlanmadan kavranması gerekir. Toplumsal bir form olarak devlet, ekonomik içeriği yok sayılmadan kavrandığında, ekonomik alanın ve bu alanın toplumsal formu olarak piyasanın hareket edişinde etkili olduğu ve bu çerçevede de aynı düzeyde ekonomik alandan gelecek etkilere karşı da tamamen korumasız olduğu

90

gözlemlenebilir. Bu bağlam krizler ile toplumsal form olarak devleti birlikte düşünmenin başlangıcını da oluşturur. Kapitalist üretim biçiminde; yaşanmış veya kapitalizmin tarihselliği içinde yaşanacak olan olası krizlerin sorumlusu ya da bu krizlerden çıkışın başat aktörü olarak addedilen siyasal alanın toplumsal formu, krizin üretim biçiminin zorunluluğunda işleyen ve gerçeklik kazanan ekonomik alanında, sorumluluk üstlenen ve siyasal alanın koşullarına göre çeşitli aynı zamanda her farklı kriz anında farklı işlevler kazanmıştır. Bu bağlamda ekonomik alandan ayrı ancak yanı sıra olarak varlık kazanan siyasal alanının krizle ilişkilendirilmesi bu ayrılığın yapısal değil kurumsal olduğunu anlatır. Bu çerçevede siyasal alanının toplumsal formunun kapitalist üretim biçiminin ekonomik alanının krizlerini görmezden gelmek gibi bir şansı yoktur. Kapitalist üretim biçiminin toplumsal formlarının ayrı alanlarında meydana gelen krizlerine bütünsel anlamda cevap verme kabiliyeti bir anlamda kapitalizmin zorunlu olarak krizler ile işleyen yapısı ile ilgilidir. Toplumsal bir form olarak devletin, tarihsel işlevi olarak tamamlayıcı ve biçimlendirme hali bir formun diğer bir forma müdahalesi biçiminde şeklinde de görülebilir. Kapitalist devlet müdahalecidir; ama müdahaleciliği kapitalist hareket yasalarının bağlamıyla sınırlıdır. Devletin yapabileceklerini mantıksal çıkarsamayla bulabiliriz; ama kapitalist devlet tikel doğasını anlamak için analizin kapitalist gelişmenin hareket kurallarına referansla yürütülmesi gerekir (Carnoy, 2014, s. 182). Bu bağlamda ekonomik alanın formu olarak piyasanın bağımlılık ve zorunluluk temelli işlevleri tartışmadan uzaklaştırılmamalı piyasanın yanı sıra kapitalist devlet formunun tarihsel işlevleri ile tarihsel krizler arasındaki ilişki karşıt eğilimler somutluğunda anlaşılmalıdır.

91

Devletin kapitalist üretim biçiminin bir toplumsal form olarak hareket biçimi, işlevi bu bağlamda kapitalist üretim biçiminin genel işleyiş kurallarından bağımsız değildir. Üretim biçiminin bütünselliğinde kurumsal bir ayrılıkla kendine özgü siyasal alanda form katılığına ulaşan devlet kapitalist üretim biçiminin çelişkilerine tabidir, ancak bu çelişkilerle tanımlanabilir ve çelişkilerle işlev kazanır. Hirsch’ün çalışmalarından da izlenebileceği gibi Alman Türevci Yaklaşımı (German Derivation School) devletin formunu ve işlevini sermaye birikim sürecinden çıkarsar. Özellikle kar oranlarının düşme eğilimi, kapitalist sınıfın fiziki ve mali altyapıya yönelik harcamalarını ve insan kaynaklarına yatırımı bu eğilime karşı düzenleyen bir devleti kurmasını gerektirir (Carnoy, 2014, s. 21). Bu temel üzerinde kapitalist devletin tarihsel rolü diğer bir ifade ile tarihsel işlevi kar oranlarının düşme eğilimine koşut olan karşıt eğilimlere referansla anlaşılabilir.

Sermaye, ancak metaların mübadelesi ve sermayenin değerlenme süreci, toplumsal olarak yönetilir ve örgütlenirse ki yasal ilişkiler ve devlet gücü bu gereklilikten kaynaklanmaktadır, gelişebilir ve ayrıca sermaye, ancak değer yaratan meta emek gücü devamlı olarak üretilir ve yeniden üretilirse ve yeni emek gücü yaratılırsa büyüyebilir (Brenner & Pröbsting, 2011, s. 99). Bu durumun sağlanamaması üretim biçiminin sürdürülebilirliğinin sağlanamaması ve üretim biçiminin sistemik olarak krize eğilmesi anlamına gelir. Kapitalist üretim biçiminin özgüllüğü siyasal zorun ayrı bir alanda devlet formu olarak kurumsallaşmasını örgütlemesi sürdürülebilirlik sorunu ile ilgilidir. Devletin kapitalist üretim biçiminin genel işleyiş biçimine tabi olan tamamlayıcılık ve biçimleme işlevi, içeriğin yapısal dönüşümüne sebep olacak bir krizden öte krizin genel eğilimine karşıt eğilimler ile yön vererek farklı mekanizma, farklı işlevler, farklı üretme ve

92

dağıtma biçimlerini ortaya çıkararak tarihsel olarak yeniden yapılandırmayı tetiklemesidir. Bu yeniden yapılandırma krizi ile birlikte kapitalist üretim biçimi yerini kapitalist olmayan bir üretim biçimine bırakmaz ama işlevlerin farklı formlara terkedilmesi ya da farklı formların lehine bırakılması ile üretme ve aktarma biçimlerinde ve sınıflar arası ilişkilerde değişimler ortaya çıkarır. Bu bağlamda kapitalizmin sürdürülebilirliği tarihsel olarak yeniden yapılandırma krizleri ve karşıt eğilimlerin bir arada varlığı ile temelden ilgilidir. Bu bağlantı devletin tarihsel işlevlerinin anlaşılmasını zorunlu kılar.

Nicel birikimlerin nitel dönüşümler doğurduğu soyutlaması diyalektiğin temel kurallarından biridir. Kapitalist üretim biçiminin genel eğilimleri de bu durumun dışında değildir. Üretim biçiminin gelişiminde ekonomik alanın ve onun formu olarak piyasanın tarihsel rekabet ile değişen yapısı ve kriz eğilimi karşıt eğilimler temelinde siyasal alanın formu olarak devletin tarihsel işlevlerinin de değişimini tetikler. Kapitalist üretim biçimi ile birlikte, üretimin siyasetten ya da siyasal sınırlılıktan ayrılığı ve kurumsal olarak yalıtılmışlığı, toplumsal dönüşümün dinamosu haline gelir (Thomas, 2010, s. 49). Kapitalist organizmanın formlarının tarihsel işlevlerinde yaşanan bu dönüşüm ve değişim yeniden yapılandırmadır.

Devlet kapitalist üretim biçimi koşullarında yabancılaşılan ve yabancılaşıldıkça türetilen bir formdur. Kapitalist üretim biçimi siyasal alanı zor ve meşru otorite ile tanımlar, ekonomi dışı olan şeklinde farklılaştırır ve devletin işlevleri biçiminde sınırlandırır. Ekonomik alan ile siyasal alan, müstakil olma ya da birbirleriyle hiçbir bağlantısı olmama anlamında, birbirlerinden ayrı olmadığı belirtilmiş, kurumsal bir yalıtılmışlık olarak tanımlanmıştı. Bir başka ifade ile her bir alan diğer alanda olup bitenden görece özerk, fakat bu olup bitene bağımlıdır.

93

Siyasal alanın formu olarak da devletin işleyişi ekonomik analizin kurumsal olarak dışsal bir bütünleyici parçası olarak düşünülmelidir. Ancak bunun bir sonucu olarak kuram, devlet etkinliğinin ekonomik gelişme tarafından nasıl belirlendiğini kurama dahil eder ve devlet müdahalesinin olanaklarının ve sınırlarının neler olduğu konusunda sistematik bir açıklama verir. Krizin mevcut durumunda devlet müdahalesi, sadece kendine yeterli bir piyasanın etkilerini değiştirmeyi hedefleyen ikincil bir faaliyet değil, aynı zamanda, kapitalist üretim ve piyasa ilişkileri için keskinlikle hayati bir eylemdir (Jessop, 2009, s. 86). Devlet müdahalesi bu bağlamda işleve içkin olmakla birlikte işlevin yapısallığında değildir, krizin niteliğine göre konjonktüreldir. Devlet sermaye birikiminin sürekliliğini sağlaması ve bu sürekliliğin koşullarını oluşturması, piyasa ile olan bütünsel ilişkisinin kapsamasındadır ve yapısallıktan kaynaklanan bir olağan durumdur. Kriz ise bu bütünsellikte “olağandışı” durumu anlatır. Bu olağandışı durumda ekonomik alanın toplumsal formu olarak piyasa, siyasal alanının toplumsal formu olarak devlete belirli karşıt eğilimleri harekete geçirtmesine sebep olur. Bu durum devletin sermaye birikimini sürdürme biçiminin yapısallığının bir işlevsel somutluğudur. Bu bağlamda devlet müdahalesi, devletin işlevine içkin fakat konjonktüreldir.

Ekonomik olan ile üretim biçiminin özgül tanımında ekonomi dışı olanın sürdürülebilirlik temelinde bu eklemlenmesi ekonomi dışı olanın tamamlayıcı ve biçimlendirici niteliğinden ortaya çıkar. Siyasal alanının toplumsal formu olarak devlet sermayenin birikim dinamiğini şekillendirmekle ve aynı zamanda bu dinamik tarafından şekillendirilmekle tarihsel işlevinin konumunu ve sınırlarını ortaya koymaktadır.

94

Alman Türevci yaklaşımı devletin kapitalist üretim biçimi içinde tarihsel işlevini sermaye birikim sürecinden çıkarsar. Kapitalist üretim biçiminin zorunlu eğilimleri, kapitalist sınıfın fiziki ve mali altyapıya yönelik harcamaları özellikle kar oranlarının düşme eğilimine karşı düzenli bir işleyiş kurulmasını gerektirir. Bu işleyiş karşıt eğilimlerin kurumsallaştığı tarihsel işlevi ve siyasal alanın formu olarak devleti tanımlar. Sermaye birikimleri krizleri her ne kadar sınıf çatışmasının öznel süreçlerinin doğrudan bir sonucu olsa da daha çok rekabetçi kapitalist üretim biçiminin nesnel içkin mantıksal kesitidir. Bu sebepledir ki kapitalist devletin tarihsel işlevi bu içkin mantığa referansla incelenebilir. Kapitalist devletin hareket etme biçimi yani işlevi kar oranının düşüşünü dengelemek ve sermaye birikimini yeniden tesisi etmek amacıyla müdahalenin zorunluluğu sebebiyle ortaya çıkar. Bu zorunluluk halini oluş ve gelişimin farklılığında da görmek mümkündür. Bu bağlamda oluşumun yapı ile birlikte toplumsal formun durağan halini, gelişim ise tarihsel işlevin hareketli halini anlatır. Hirsch’e göre, sermaye birikim sürecinin ve bu nedenle devletin gelişiminin ardında, kar oranlarının düşme eğilimi yatar.

Devletin gelişimi düşen kar oranlarından ve bu düşüşü tersyüz edecek karşıt eğilimler geliştirmek zorunluluğundan türer (Hirsch, 1978, s. 71). Bu durum sermaye birikimi ile siyasal alan ve bu alanın kurumsal yapılanması arasındaki uyum tesisi ya da merkezi siyasal süreçlere kaydırma sorunu değildir, mesele sermaye birikiminin iç işleyişi ve çelişkilerinin kurumsal formun işleyişine etkisidir. Bu bağlamda siyasal alanın ekonomik alana ne yaptığı ancak, ekonomik alanın siyasal alana ne yaptığının belirlenmesi ile anlaşılabilir. Devletin işlevi bu çerçevede bireysel sermayelerin kar elde etmesi ya da diğer bir deyişle, artı değerin işçilerden alınması temelinde gelişir. Bu bağlamda devlet ve toplum arasındaki

95

ilişkilerin incelenmesi devlet formunun kapitalist üretim biçiminin çelişkilerinden türetilmesine dayandırılmalıdır (Holloway & Picciotto, 1978, s. 16). Devletin toplumsal bir form olarak genel yapısı kapitalist üretim biçiminin tarihsel özgüllüğünde tanımlanırken, tarihsel işlevi de bu bağlamda kapitalist üretim biçiminin başat içselliği emek-değer üzerinde belirlenmektedir. Bu çerçevede Marksist devlet kuramı, üretim biçimini mekanik bir seyir olarak değil kapitalist üretim biçiminin çelişkili ve çatışan süreçleri bağlamında ekonomi politik üzerinden türetilmektedir.

Devletin eylemi, hareket etme biçimi yani işlevi devlet ve piyasa arasındaki ilişki ve bu formların sınırları temelinde anlaşılmalıdır. Bu ilişkiyi anlamak için, bu ilişkinin kaynağını anlamak ve kapitalist toplumun parçacıklı fakat bütünsel yapısını kavramaktan geçer. Bu parçacıklı fakat bütünsel yapı kapitalist üretim biçiminin çelişkilerinden kurumsal olarak ayrık devlet ve piyasayı formlaştırır ve devletin işlevini de bu iki formun sınırlarında belirler. Kapitalist üretim biçiminin oluşumsallığında belirlenen kurumsal ayrılıklar siyasal alanın formu olan devleti ekonomik alanın hareket etme biçiminden koparır. Bu durum kapitalist üretim biçiminin üretim, dolaşım ve tüketim sacayağı ile tanımlanabilecek yapısında siyasal alanın üretim sürecinden kapitalist üretim biçiminin tanımı gereği dışlanmasıdır. Bir diğer ifade ile burada birbirini tamamlayan fakat iki aynı alanda yerleşik bulunan baskı momenti ile artık’a el koyma momenti arasında kapitalist sömürüyü benzersiz biçimde karakterize eden bir ayrım söz konusudur (Wood, 2007, s. 186). Ekonomi dışı zorun üretimden ayrılması hem devletin hem de piyasanın ayrı uzmanlaşmış alanlarının belirlenmesi demektir. Üretim sürecinden ayrılmış bir form olarak devlet üretimin ve yeniden üretim sonuçlarına karşı tepki

96

vermekte sınırlı bir yapıya sahiptir (Holloway & Picciotto, 1978, s. 25). Fakat bu durum devleti bir form olarak sınırlı konuma kapatması ile birlikte devletin hareket etme biçimini yani işlevini birikim sürecinin gelişmesine reaksiyoner bir konumda tanımlar. Siyasal alanın reaksiyoner konumu kapitalist üretim biçiminin üretim ayağı ile ilgilidir, uzmanlığı gereği kapitalizmin dolaşım ve tüketim ayakları doğrudan siyasal alanın işlevsel kapsamı konumundadır. Birikim sürecinin doğrudan ele alınışı devletin işlevlerinin tamamı için yeterli bir açıklama çerçevesi sunmaz ancak siyasal alanın toplumsal formu olan devletin tarihsel işlevlerini takip etmenin ve anlamanın başlangıç noktasıdır. Bu bağlamda devletin tarihsel işlevleri ve sınırlılıkları birikim süreci ve bu sürecin çelişkili gelişimi temelinde gözlemlenebilir. Birikim sürecinin çelişkili yapısının en temel ifadesi, kapitalist üretim biçiminin ekonomik alanı piyasanın tarihsel işlevlerini belirleyen, kar oranlarının düşme eğilimi yasasıdır. Bu bağlamda kar oranlarının düşme eğilimi ve bunun karşıt eğilimleri devletin tarihsel işlevlerinin gelişimi ve anlaşılması için anahtar konumu belirler. Karşıt eğilimlerin harekete geçmesi kriz içeren bir süreçte, sömürü ilişkilerinin ve genel toplumsal üretimin koşullarının tarihsel yapısının yeniden inşası demektir (Hirsch, 1978, s. 74).Birikim sürecinin zorunlu olarak kriz içeren yapısı ve kapitalist toplumun sürdürülebilirliği yeniden inşanın ya da krizin niteliğiyle belirtmek gerekirse yeniden yapılandırmanın başarılı olup olmadığına bağlıdır.

Yeniden yapılandırmanın tespit edilmesi krizin tarihsel yapısı ile ilgili olduğu kadar ortaya çıktığı ekonomik ve toplumsal yapının içeriği ile de ilgilidir. Her ekonomik toplumsal yapı kurumsallaşmış sistemde krizi önleyici yapılandırmalar içerir ve ortaya çıkabilecek arızi aksaklıklar bu kurumsallaşmış sistemde çözülür.

97

Bu tür arızi aksaklıklar kurumsaldır ve sistem için yapısal bir nitelik taşımazlar.

Aksaklıklar, doğal ve sosyal düzenlemelerin belirli bir dizi parametreleri içinde meydana gelir ve bu doğal ve sosyal düzenlemeler tarafından da çözülürler. Bu düzenlemeler “kriz yönetimi”nin rutin formları ile ilişkilidirler. Ancak ekonomik ve toplumsal yapının yalnızca kurumsal olarak değil yapısal olarak da kriz ile sınanması kriz yönetiminin rutin işleyişinden farklı bir süreci gerekli kılar ve hatta kriz yönetiminin ve en başta toplumsal sosyal yapıdaki kurumsal işlevsel iş bölümünün yetersiz ve kriz üretici niteliği sebebi ile ortaya çıkar. Bu bağlamda karşılaşılan kriz artık kapitalist üretim biçiminin sürdürülebilirliği çerçevesinde bir yeniden örgütlenme ve kurumsal işlevlerin yeniden yapılandırılması krizidir.

Yeniden yapılandırma hem bir bütün olarak kapitalist üretim biçiminin devamlılığı ile ilgilidir hem de toplumsal formların hareket etme biçimlerinin değişme sebebidir.

Egemenliğin ve piyasaların parçalı yapısı kökü aynı mülkiyet ilişkilerinde bulunan madalyonun iki yüzüdür. Bahsedilen parçalılık hali homojenleşmiş siyasal alanın ve ulusal piyasanın yapılandırılması ile ilgilidir. Bu nokta kapitalist üretim biçimini karakterize eden baskı ve dağıtım anlarının ayrı ancak tamamlayıcı iki alan özelinde kurumsallaşmasıdır. Kapitalist üretim biçiminin kurumsallaşması ile ilgili bu temel tartışma üretim biçiminin oluşumu ve işleyiş tarzı ile ilgili bir tartışmadır.

Doğrudan bir ifade ile yeniden yapılandırma konusu ele alındığında merkeze alınacak aktörün tespiti tartışmasıdır. Aktör siyasal alanın kurumsallaşması üzerinden ifade edersek, siyasal alanın toplumsal formu olarak tekil devlet midir yoksa devletlerin oluşturduğu bir dünya sistemi midir?

98

Kapitalist üretim biçimi bir tarihsel geçiş dönemi krizi olarak feodalizmin krizine verilen bir cevap olma özelliği gösterir. Ancak bu tarihsel krize verilmiş tek cevap kapitalist üretim biçimi değildir; kapitalist üretim biçiminin ayırt edici yönü devamlılığı sağlanmış tek cevap olma niteliğidir. Bu bağlamda kapitalist üretim biçimi feodalizmin geçiş dönemi krizinin başat sonucu haline gelmiş krize alternatif cevaplar, örneğin Fransız mutlakiyetçiliği, kapitalist üretim biçiminin genelleşen eğilimini takip etmek zorunda kalmıştır. Üretim biçiminin oluşumsallığı ve genelleşmesi farklılığı bu noktadan izlenilebilir. Genelleşme üretim biçiminin bir yapı olarak kurumsallaşmasından farklı olarak işlerlik kazanması anlamına gelir.

Kapitalist ekonomiler ulusal ayrılıklarla belirlenseler de hepsi ortak hareket yasaları ve süreci paylaşmakla birlikte kapitalist niteliği taşırlar. Bütün bu ulusal kapitalist ekonomiler birbirleri ile ilişki içinde var olabilir ve işlerlik kazanır. İşlerlik kazanma anı üretim biçiminin yapısal niteliklerini açıklayıcı bir konum taşımaktan çok yaygınlık kazanması ya da bir diğer ifade ile genel geçer olması olarak tanımlanabilir. Üretim biçiminin yapısal nitelikleri ancak bir soyutlama ile belirlenebilir. Bu bağlamda kapitalist üretim biçiminin bahsedilen yeniden yapılandırma krizlerine karşıt eğilimlerin belirlenmesi üzerinden tartışılacak kurumsal yapının hangi çerçevede ele alındığı önemlidir. Tekil olarak devletten bahsetmek en başta bir soyutlama halidir ancak bu soyutlama üretim biçiminin özgüllüğünün görünümünü yansıtır. Üretim biçiminin devamlılığı, yeniden yapılandırılması yani katı formların işlev değişimleri de ayrı fakat tamamlayıcı tekil formların temelinde anlaşılabilir. Ulusal, bölgesel ya da “küresel” sınırlılıklar ve ilişkiler üzerinden bir adaptasyon çizgisinin takip edilmesi üretim biçiminin asli özellikleri anlamında yeterli cevabı vermez. Tekil olarak piyasa ve devlet ya da