• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: ʺÖTEKİʺ ÜZERİNE KAVRAMSAL BİR ÇERÇEVE

1.2. Tarih İçinde ʺÖtekiʺ:

Dünya tarihi bir bakıma ʺötekiʺnin tarihidir ve acı biçimde toplumlar tarafından ʺötekiʺ hemen her seferinde düşman olarak nitelendirilmiştir. Günümüz penceresinden dünya tarihine baktığımızda, farklı kültürler arasındaki ilişkilerde diyalogun hemen hiç egemen olmadığını, bunun yerine çatışmanın topyekûn dünya tarihine egemen olduğunu söyleyebiliriz. Böyle olunca dünya tarihi neredeyse savaşlardan ibaret görünmektedir. Toplumların kolayca ʺötekiʺ bulabildiği göz önüne alındığında-ki ʺötekiʺ bulunamadığında iç savaşlarla yetinilmiş böylece kendinden olan ötekileşivermiştir-savaşsız bir dönemin hemen hiç olmadığı dikkat çeker. Bu alt başlıkta, tarih ve ʺötekiʺ bağlamında bir değerlendirme yaparken kronolojiden ayrılmadan geçmişten günümüze ötekileştirme sürecini, ötekileştirmenin kökenlerini ve nedenlerini göstermeye çalışacağız. Ancak unutulmamalıdır ki tarih bilimi bizzat disiplinler arasıdır. Tarihî olayların kökeninde ekonomik, sosyolojik, etnolojik, dinsel vb. pek çok unsur bulunduğundan, tarihi anlayabilmek, açıklayabilmek ve yorumlayabilmek için mutlaka diğer disiplinlere de ihtiyaç duyulmaktadır.

İnanır’a göre, ʺötekiʺ kavramının, yani insanın kendi grubu dışındaki insanları farklı olarak görme eğiliminin, tarih içinde geriye doğru gittikçe, çeşitli coğrafyalarda yaşayan toplumların farklı tarihsel değişim sürecinden ve bunu izleyen farklı zihinsel yapılanmalardan ortaya çıktığı görülür. ʺBir sınır çizildikten sonra karşı tarafın, ‘ötekinin’ toprağı, dili, düşüncesi, bir bakıma her şeyi ‘onlar’ adını alır ve bize yabancı olur. Böylece coğrafi sınırlar, görünür biçimde toplumsal, etnik ve kültürel sınırlarla birlikte var olmaktadır.ʺ (İnanır, 2004: 4-5)

Karşı tarafı ʺonlar/ötekiʺ yapan nedenin genellikle ekonomik koşullar olduğu düşünülmektedir. Buna göre,

ʺTarihteki ilk toplumlar bağımsız ve çoğu kere kendine yeterli, kolektif bir üretim birimidir. Üretim ilişkilerinin de eşitlikçi olduğu düşünülürse, her ayrı geçim biriminde daha birey olma bilinci uyanmadan, ayrı bir ‘biz’ bilinci doğacaktır.

Üretimin başlamadığı ya da son derece kıt olduğu bu tarih öncesi dönemlerde, her topluluk, hemen hiçbir barışçı ilişki kurmadığı ʺötekiʺ toplulukları, yiyecek kaynaklarına rakip olan… potansiyel bir düşman gözüyle bakma eğilimindedir.ʺ

(Şenel, 1995: 44)

Lévi Strauss’un incelemelerine göre ʺilkel/yabanılʺ denilen topluluklar dünyayı bir bütün olarak kavrayabilmek için bazı sınıflandırmalara başvurmaktadır. Bu yolda soyut kavramları açıklayabilmek için somut simgeler kullanarak, örneğin kendi klanını bir hayvan ya da bitki totemle, komşu düşman klanı bir başka hayvan, bitki vb. totem ile simgeleme yoluna gitmektedir. (Strauss, 1996: 61-99, 171-194) Buradan, temelde yiyecek odaklı ötekileştirme sisteminin zamanla kalıp ʺötekilerʺ oluşturmakta kullanıldığı tespit edilebilir.

ʺBiz’ ve ‘onlar’ bilinci, ‘ilkel’in simgeci kafasında yalnızca birbirlerine düşman totemler olarak kalmayacak, toplulukların birbiriyle gerçek ya da varsayımsal ilişkileri bu iki simge-diyelim ki şahin ve timsah totemlerinin ‘şahin’i ve ‘timsah’ı-arası öykülerde, mitoslarda dile getirilecektir. Giderek türetilen değer yargıları, şahin topluluğunda, şahin ve soyu hakkında hep ‘olumlu yargılar’, timsah ve soyu hakkında hep ‘olumsuz yargılar’ olacaktır, öteki topluluklarla ilişkilerini yalnızca kendi grupları odağından, etnosantrik bir bakış açısıyla değerlendireceklerdir.ʺ

(Şenel, 1993: 44)

Bu klan ve totem mitosu modelinde, etnosantrik düşünüşün hemen tüm ögeleri, kapitalizm ve emperyalizm çağında ırk farklılığının bilincine varılıp ırk kavramı ortaya atılınca ırkçılığın filizlendireceği tohumları saklamaktadır. Şöyle ki, önyargılar üretim birimiyle, dolayısıyla topluluğun çıkarlarıyla ilişkilidir. Ancak bu önyargılar, mitosçu düşünüşten dolayı, gerçeklikle tam örtüşmeyen, akla mantığa uymayabilen irrasyonel yargılardır. İlkel yaşam ve üretim koşullarından dolayı, bunların içine, ilkel insanın grup içindekilere karşı tüm sevgi duyguları ile dış dünyaya, grup dışındakilere, öteki topluluklara karşı duyduğu korkuları, nefretleri ve genel olarak tüm düşleri, istekleri, tutkuları katılmıştır. Bu dönemde özetle ʺötekiʺ algısına ʺyabancı korkusu/ksenofobiʺ yerleşik durumdadır. (Şenel, 1993: 45)

Avcı ve toplayıcı topluluklardan, tarımın, üretimin başlamasıyla yerleşik çiftçi topluluklara geçilmiştir, bu yeni durumda da ʺötekiʺliğin niteliğinde bir değişim

görülmüştür. Bu toplulukların bir kısmı hayvanı evcilleştirip sürü beslemede uzmanlaşarak, çiftçiliği bırakıp göçebe çobanlığa başlamışlardır. Birbirlerine yer bağı ile bağlı olan çiftçi köylerden farklı olarak göçebe çobanların toplumsal birliği ve topluluklar arası ilişkileri düzenlemede kan bağı olarak algıladıkları soy bağı söz konusudur. Göçebe çobanların soy bağı eksenli ötekileştirmelerine cevap olarak, toprağa yerleşmiş, kentler kurmaya başlamış topluluklar, üretim modeli eksenli ötekileştirmeler yapmışlar; göçebe çoban ve avcı toplulukları hayvan gibi yaşayan, vahşi topluluklar olarak görmüşler; günümüzde de kullanılan ʺvahşi halkʺ kavramına köken olmuşlardır. (Şenel, 1993: 46)

Antik Yunan ve Roma dönemine gelindiğinde ötekileştirmenin merkezinde kenttaşlık duygusunun varlığı görülmekteydi. Eski Yunan’da kent devletlerine duyulan bağlılık, kent halkına karşı beslenen olumlu yargılar, öteki kentlere karşı nefret ve düşmanlık6 biçiminde kenttaşlık/hemşehrilik duygusu oluşturmuştu. Schnapper’a göre, Atina’da eşitlik tutkusu, siyasal topluluk olarak örgütlenmiş yurttaşlardan oluşan dar çember içinde ifade edilebiliyordu. Gruplar arasındaki belirgin farklar merkezin yani ʺpolisʺin çevresindeki eşmerkezli dairelerde yer aldıklarını doğruluyor ve onlar arasında kurulan ilişkileri açıklıyordu. Barbarlar, metoikoslar, kadınlar ve köleler, toplumun ve dünyanın farkçı görüşle algılanması kapsamındaydı... Bu karşıtlıkların dayandığı ilke hem siyasal hem kültürel nitelikteydi. Dünyanın göbeği Delphoi’deydi,7kalan kısmı da merkezden giderek uzaklaşan eşmerkezli daireler içinde yer alıyordu. En dış çemberi oluşturan Barbarlar8 aşağı insanlardı. Evrenin bu farklılaşmış algısı, sürekli evrimleşen sayısız ilişkinin temelini oluşturuyordu.(Schnapper, 2005: 36-37)

Polis, aynı topraktan çok, aynı yasaya bağlı yurttaş insanların oluşturduğu topluluktu: Atina polis’i, kan haklarıyla bağlanmış siyasal bir yapı oluşturan ʺAtinalılarʺdı. Polis,

6

Eski Yunan kentleri arasında sık sık savaşlar meydana gelirdi. Özellikle Sparta-Atina mücadelesi tarihte meşhurdur.

7

Yunanistan´da Parnasos Dağı´nın güneybatısında bulunan arkeolojik bir alan ve modern bir kasabadır. Antik çağlarda Yunan halkları için önemli bir dinî merkezdi. Tarih öncesi devirlere kadar eskilere dayandırılan varsayımlarda Yunan tanrıları Apollo ve Athena´ya ibadet edilen bir alandı. Delfi bütün Yunan dünyası içinde Omphalos taşı (dünyanın göbeği, kozmosu yani düzenli evreni simgeleyen)sitesi, dünyanın ve evrenin merkezi olarak yüceltiliyordu. (bkz. http://tr.wikipedia.org/wiki/Delfi)

8

Antik Yunan’da ‘barbar’ sözcüğü günümüzdeki anlamında değil ‘Yunanca konuşamayan kişi’ anlamında kullanılıyordu. Zia Sardar sözcüğün kökeninin ‘barbaroi’ olduğunu, barbar, geveze, boşboğaz ya da Yunanca konuşamayan kişi anlamında olduğunu söyler. (Sardar vd. 2004: 26) Dominique Schnapper ‘barbar’ sözcüğünün ‘bla-bla-bla’ biçiminde anlaşılmaz ses çıkarmaktan köken aldığını düşünür. (Schnapper, 2005: 37)

çeşitli sıfatlarla toplumsal yaşama katılan köleleri, kadınları, çocukları, bazen yaşlıları, yabancıları ve metoikosları dışlıyordu. (Schnapper, 2005: 36-37)

Schnapper’ın dediğine göre, Antik Yunan’da, Yunanca konuşup Yunan kültürünü özümsemiş toplulukları içeren ʺHellenlerʺ9 ile onların dışında kalan ʺbarbarlarʺ ayrımının dışında, göçebe ya da yerleşik olsun, uygarlaşmamış/kentleşmemiş topluluklara ʺvahşi topluluklarʺ denilerek vahşi-medeni ayrımı da yapılmaktaydı. Bunun yanı sıra soylarını tanrılara dayandıran, erdemlerinin bu yolla edinilmiş doğuştan nitelikler olduğunu ileri süren ʺsoylularʺın aristokratçılıkları da söz konusuydu.

Roma İmparatorluğu döneminde ise Romalılar ile öteki halklar ayrımı söz konusuydu. Romalı kavramı, anadilin yanı sıra Latince öğrenmiş, Roma vatandaşlığını elde etmiş, Roma kültürünü benimsemiş olan her dilden, dinden, ırktan, etnik gruptan kimseleri karşılıyordu. Romalılık merkezli ötekileştirmenin Antik Yunan’ın kenttaşlık merkezli ötekileştirmesine benzediği dikkat çekmektedir.

Ortaçağa gelindiğinde genel olarak din merkezli bir ötekileştirme ön plana çıkmaktaydı. Romalılığın yerini alan Hristiyanlık Jacques Le Goff’un deyimiyle ‘dinsel ırkçılık’ (Schnapper, 2005: 37-43) biçimine getirilmekteydi. Feodal toplumun düşünce tarzı, uzun süre iyi olanı ʺbirlikleʺ, kötü olanı ʺçeşitlilikleʺ özdeşleştirdi. Teslis’teki imge doğrultusunda, toplumun kendisi hem bir hem de üçtü. Ancak kendi gösterimini oluştururken rahipler, savaşçılar ve köylüler arasındaki statü farklarına rağmen bütün derinliğiyle birleşik kalıyordu. Birbirini tamamlayan bu farklar hep birlikte, toplumun tek ve uyumlu bedenini oluşturuyorlardı. Ortaçağ Hristiyanları, insanlığın geri kalanını Hristiyanlığa göre tanımladıkları, kendilerini ʺötekiʺlere göre konumladıkları için Hristiyan olmayanlarla kurulan ilişkiler de bu birlik iradesini yansıtıyordu. (Schnapper, 2005: 43)

Aynı dinden olanlara kardeş, diğer din mensuplarına kâfir olarak bakan her iki blok (Müslüman-Hristiyan) ilk büyük tanışmasını Haçlı Seferleri’yle gerçekleştirmişti.

ʺŞüphesiz ki Haçlı Seferleri iki farklı kültürün ilk karşılaştıkları, birbirleri ile ilgili ilk izlenimleri edindikleri önemli bir tecrübedir. İki farklı dünyanın birbirini

9

Platon Devlet’inde durumu şöyle özetler: ‘Helen soyu birbirine dost ve akraba, barbarlarsa yabancıdır.’ (Platon, 2006: 195)

algılamada ve birbirine karşı tavır almasında etkili olan Haçlı Seferleri, iki dünyanın siyasal söylemini etkisi altına almış ve almaktadır.ʺ (Şirin, 2006: 49)

Her iki ʺötekiʺnin büyük bir çarpışmasına sahne olan bu savaşlar ise maddi unsurlardan çok manevi değerlerden beslenmişti. Haçlı Seferlerini düzenleyen Batı’ya göre Müslümanlar alt-insanlardı. 1095’te Birinci Haçlı Seferini ilan eden Papa II. Urbanus,

ʺAşağılanmayı hak etmiş, şeytanın aşağılık kölesi olmuş, insanlık onuru bakımından soysuzlaşmış bu kâfir ırk, her şeye kadir Tanrı’nın seçilmiş halkı karşısında galip gelirse, bu bizim için ne büyük utanç olur… Bir yanda gerçek varlıktan yoksun sefiller diğer yanda boğazına kadar gerçek zenginliğe batmış insanlar, bir yanda Tanrı’nın düşmanları diğer yanda dostları savaşacak.ʺ

(Schnapper, 2005: 44)

şeklinde ferman ederken Müslümanlara karşı beslediği kini ortaya koyuyordu. Bu kin gerçekten de çok büyüktü ve savaş meydanında tam bir vahşet biçiminde somutlaştı. Haçlılar’ın Kudüs’e vardıklarında yaptıklarını, Tyre’ın başpiskoposu William (Historia Rerum in Partibus Transmarinis Gestarum, 12.yy) şu şekilde yazmıştır:

ʺKarşılaşılan her düşmanı ayırt etmeden öldürdüler. Korkunç bir katliamdı, her yer koparılmış baş yığınlarıyla doluydu; öyle ki bir yerden diğerine gitmek veya geçmek ancak katledilmiş vücutların üzerinden mümkün oluyordu. Komutanlar farklı rotalarla neredeyse şehir merkezine girmişlerdi ve ilerlerken, anlatılmaz katliamlar gerçekleştirdiler. Birçok insan, tamamen yıkım maksatlı ve düşmanın kanına susamış bir şekilde onların peşinden gidiyordu.ʺ (Sardar vd, 2004: 35)

Ortaçağ Hristiyanlığının en büyük korkularından biri Hz. Muhammed’di. O, kâbus olup Hristiyanların tahayyülüne yerleşti.10 Buna karşılık bazı nüanslar varlığını sürdürdü. Bazıları Tanrı’yı tanıyan Müslümanları ondan haberi olmayan kâfirlerden ayırdılar. Yine de Haçlı Seferleri ile birlikte Hristiyanların Müslümanlara karşı duyduğu nefret gitgide belirginleşti. Hristiyan ve Müslüman toprakların sınırlarında belli bir ölçüde

10

Dante’nin İlahi Komedya’sını Türkçeye çeviren Feridun Timur, ortaçağ Hristiyan algısında Hz. Muhammed’in durumunu şöyle anlatır: ʺOrtaçağ Hıristiyan dünyasında Hz. Muhammed hakkında dolaşan söylentilere bakılacak

olursa Hz. Muhammed güya Hristiyan’mış ve kardinal mevkiinde bulunuyormuş. Hz. Muhammed’e papalık vaat edilmişse de sonradan her nedense bu vait yerine getirilmemiştir. Buna fena halde muğber olan Hz. Muhammed de öç almak için başka bir din kurmaya karar vermiş ve yine aynı efsaneye göre İslam dini işte böyle bir güceniklik neticesinde kurulmuştur. Meseleye bu görüş açısından bakılınca Dante’nin cehennemde cezalandırdığı kimsenin din kademelerinin en yükseğine çıkmışken menfaati için Hristiyanlık içerisine nifak sokarak dini parçalamaya kalkışan ve sonunda kendisi de parça parça edilen bir kundakçı görülür.ʺ (Timur, 1955: 346)

yaşanan sembiyozun yerini, kaçınılmaz ve amansız bir sürtüşme aldı. Kutsal savaş, Sarazenler11 ile mücadele eden bütün Hristiyan şövalyelerin ideali oldu. (Schnapper, 2005: 44)

Ortaçağ Avrupa’sında Yahudilere de Müslümanlara koşut bir ötekileştirme siyaseti güdüldü. Yaklaşık bin yılına kadar kilise ile sinagog arasında süren rekabet, Hristiyanlar ile Yahudiler arasında süren ilahiyat tartışmalarına da düzenli alışverişe de engel olmadı. Bin yılında, Birinci Haçlı Seferi’yle ortam değişti. Haçlı Seferleri sayesinde katliamlar yepyeni bir tutku ve haklılık kazandı. Yüzyılın sonunda Yahudi karşıtlığı çığırından çıktı. Dönem insanları için dünya, Tanrı ile Şeytan’ın savaş alanıydı. Yahudiler Şeytan’ın ayrıcalıklı uşakları olmuşlardı. Hristiyanları baştan çıkarmakla ve iblisin hizmetine sokmaya çalışmakla suçladılar onları. Ne feodal toplum ne de doğmakta olan şehir toplumu onlara alan bırakıyordu. Silah taşıma ve arazi sahibi olma hakkını kaybetmişlerdi. Öte yandan şehirlerde örgütlenen zanaatkâr ve tüccar loncalarından dışlandılar. Onlara bırakılan tek alan, gereksinim duyulan ve küçümsenen ticaret ve tefecilik gibi marjinal konumlardı. (Schnapper, 2005: 44-47)

Ötekileştirilen bir diğer grup cüzzamlılardı. Üçüncü Laterano Konsilinin kararları doğrultusunda onları diğer insanlardan mutlak olarak ayırdılar. Kiliseye, değirmenlere, fırınlara, pazarlara, çeşmelere, meyhanelere ve hastanelere gitmeleri; Hristiyan mezarlarına gömülmeleri yasaklandı. Kentlerden kovuldular ve başlarına gelebilecek en iyi şey, şehir mekânının dışında kurulmuş cüzzam hastanelerine kapatılarak ağır bir disiplin altında tutulmaktı. (Schnapper, 2005: 44-47)

Ortaçağ Avrupa’sının en ilginç ötekileştirmelerinden biri de Mongollar hakkındaydı.

ʺLe Goff’un anlattığına göre Moğol efsanesi, ortaçağ Hristiyanlığının en ilgi çekici efsanelerinden biriydi. Onları canavarlar olarak betimliyor, ancak yalnızca gerçek imanı kabullenmeye hazır olmakla kalmadıklarını, zaten Rahip Jean tarafından gizlice

11

Haçlı Seferleri sırasında Avrupalı savaşçılar kendilerini Batı olarak lanse etmiş ve Müslümanlara‘Sarazen’ adını takmıştır. Genel olarak Hristiyan olmayan anlamına gelir.

Hristiyanlığa döndürüldüklerini sanıyor ve Müslümanları ezmek için Rahip Jean’ın krallığıyla dolaylı bir ittifak kurmayı hayal ediyorlardı.ʺ12 (Schnapper, 2005: 44-45) Ortaçağ Avrupa’sının gerçek ve en önemli ʺötekiʺsi hiç kuşkusuz Türklerdi. Özellikle Osmanlı Devleti’nin kurulup kısa zamanda Avrupa’ya ulaşması, ardından İstanbul’u fethi, Avrupalıların Haçlı Seferleri’nden beri tanıdığı Türkleri endişeli ve korkulu bir gözle algılamalarına neden olmuştu. Alarslan’ın Arıkan’dan aktardığına göre, kavimler göçünün ardından Orta Asya kavimlerinin ortaçağda Avrupa’da ve Doğu Roma

İmparatorluğu’nda oynamış oldukları rol bir yana bırakılırsa eğer, Türklerle Batı dünyasının karşılaşması Haçlı Seferleri sırasında gerçekleşmiştir diyebiliriz. 11. ve 13. yüzyıllara tekabül eden bu dönemler, Türklerin Yakındoğu’ya yayılarak Anadolu topraklarında yerleşik hayata geçerek bölgeye en hâkim oldukları dönemlerdir. Bu yayılmanın büyük tehlikeleri de beraberinde getireceğini sezen Doğu Roma İmparatoru Alekios Komnenos, Haçlı Seferleri’nin başlamasından on yıl önce, 1088’de Flamenk konta yazmış olduğu mektupta Avrupalı Hristiyanları yardıma çağırmış, Araplar ve Farslarla özdeşleştirilen Türkleri ʺ…dinsiz, hoşgörüsüz, kaba, hoyrat, yıkıcı, vicdansız, acımasız, ahlak kurallarını gözetmez, en korkunç günahı işlemeye yatkın kişilerʺ olarak anlatmıştır. (Arıkan, 1999: 81 aktaran Alarslan, 2008: 138)

Ortaçağ Batı dünyasında oluşan büyük çoğunlukla olumsuz Türk imgesi Osmanlı

İmparatorluğu’nun kuruluşu ve gelişmesi ile giderek güçlenmiştir. Kavram karmaşaları içinde Arap, Sarazen, Müslüman gibi sözcüklerle Türkler eşdeğer tutulmuş, gezginlerin eserlerinde ʺbarbarʺ olarak nitelenmiş, vahşi, zalim, kaba ve akılsız Doğulu anlamında kullanılmıştır. Yıldırım Beyazıd’ın 1394’ten itibaren İstanbul’u kuşatma altına alması, Batılıların gözlerini bu bölgeye çevirmelerine neden olmuş, İstanbul’un fethi ise, büyük yankılar uyandırmıştır. Türk, Avrupa’da artan sürekli bir ilgi odağı haline gelmiştir. Türklerin bütün Balkan yarımadasını ele geçirip Orta Avrupa’ya, Viyana kapılarına dayanmaları ise bu ilginin doruk noktası olmuş, Kanuni döneminde Türkler Avrupa için

12

Ortaçağda Moğol efsanesi bununla sınırlı değildir. Moğolların Efendisi Cengiz Han kitabının yazarı Harold Lamb 1200lü yıllarda yaşayan Aziz Roger Bacon’un, Moğolların son ve müthiş hasadı yapmaya gelen, Hristiyanlık karşıtlığının askerleri olduğu fikrini ifade ettiğini belirtir. ʺBu itikat, yanlışlıkla Aziz Jerom’a dayandırılan garip bir kehanetle de kuvvet buluyordu. Bu kehanet, Hristiyan karşıtlığı zamanında, Türk ırkına mensup, ne şarap ne tuz ne buğday kullanmayan bir halkın Asya dağları ötesinden, Gog ve Mogog diyarından çıkacağını ve dünyaya dehşet salacağını haber veriyordu.ʺ(Lamb, 2006: 8)

gerçek bir tehlike olmuş, hem de yenilmez Türk imajı doğmuştur. (Arıkan, 1999: 82 aktaran Alarslan, 2008: 140)

Avrupa’da artık bir Türk korkusu her yana yayılmış, kökü 16. yüzyıla kadar uzanan,

ʺMama, i Turchiʺ yani ʺAnneciğim, Türkler!ʺ ünlemi (Kumrular, 2008: 7) İtalya’da-günümüze kadar-yaygın olarak kullanılan bir deyiş olmuştur. Yaklaşık 17. yüzyıla kadar süren bu korku (Turkofobi) Türklerin gücünü kaybetmeye başlamasıyla azalmıştır. Günümüz Türklerine miras kalan ʺbarbar Türkʺ imgesinin kökeni bu ortaçağ dönemidir denilebilir. Özellikle Türklerin kökeni ve Türk sözcüğünün etimolojisi hakkında dönem düşüncesi son derece olumsuzluklarla doludur. Fernando Fernandez Lanza’nın

ʺHabsburg-Osmanlı Rekabeti Bağlamında 16. Yüzyılda İspanya’da Türk İmajıʺ, adlı makalesinde ifade ettiği gibi,

ʺAçıklanabilir istisnai durumlar dışında İspanyol kronikçileri ve yazarları Türk kelimesini tamamen pejoratif bir bağlamda ele alırlar. Bazı yazarlar bu tavırlarını kelimenin etimolojisi ile de haklı göstermeye çalışırlar. Onlar, ‘Türk isminin (Turco) ‘acı çektirme’ (a torquendo) veya ‘işkence’ (a tortura) ile ilişkili olduğunu, ‘ellerine düşenlere acılar veren belalılar’ anlamına geldiğini dahi söylemeye çalışırlar. Bazıları aşırı derecede zalim olduklarından onlara ‘trux-trucis’ dendiğini öne sürer. Bazıları bu şeytani soya Türkler denmesinin, antikçağda İskitya kralı olan Herkül’ün oğlu Theucra’dan ileri geldiğini belirtirler.ʺ (Lanza,

2008: 88)

16. ve 17. yüzyılda diğer birçok İspanyol yazar, Türk’ü sistematik olarak şiddet, kötülük ve zalimlikle kimliklendirir. Kökü ne olursa olsun bu kelime her zaman olumsuz kavramlarla bağlantılıdır.13

13

Lanza aynı yazısında Türklerin adı ve orijini üzerine farklı görüşlerin bulunduğunu dile getirmiştir. Yazara göre

bazıları Türklerin Troyalılardan geldiğini söylemeye çalışır, bazıları Türkistan adlı topraklardan geldiklerini, bazıları da orijinlerinin bugün Tatarlar olarak bilinen İskitlere dayandığını. Sonuncusu, yazarların büyük kısmının paylaştığı bir yaklaşımdır. 1528 tarihli bir İspanyol yapıtında, ʺTürkler bir insan grubu ve İskitya milleti, sınırları Germania içinde olan bir vilayet; bu bahsettiğimiz insan grubu ve millet çok büyük ve geniş fundalıklarda ve büyük bataklıklarda yaşar; hukuksuz ve düzensizdirler, sadece avlanırlar… Ne kasabaları ne şehirleri vardır. Bu barbar insan grubu kendisiyle beraber taşıdığı her şeyi hırsızlığa ve dolandırıcılığa borçludur… Ne tarımla uğraşır, ne satın almayı ne satmayı bilir.ʺ denilmektedir. (Lanza, 2008: 88-93) Hâlbuki MEB İslam Ansiklopedisi Türk maddesi ise

İspanyollardan oldukça farklı tanımlar yapmaktadır: ʺTürk adı çeşitli kaynaklarda çeşitli anlamlarla anılır. Çin

kaynaklarında T’u-küe (Türk) ‘miğfer’, İslam kaynaklarında (Türk) ‘terk edilmiş’, Divanü Lügati’t Türk’te Türk ‘olgunluk çağı’ anlamları verilir. A. Vambery’e göre Türk sözcüğünün kökeni ‘türemek’tir. Ziya Gökalp ise sözcüğü ‘türeli’(kanun ve nizam sahibi) diye açıklarken G.Doerfer Orhon Kitabesindeki Türk adının daha çok ‘devlete bağlı halk, tebaa’ anlamında kullanıldığını belirtmiştir.ʺ (İslam An. 1988: 143) Bu tanımlamalardan yola çıkarak İspanyol

Ortaçağdan sonra ‘ötekilik’ adına en önemli kırılma noktası Coğrafi Keşifler’dir.

ʺÖtekiʺ olmanın anlamını 1492 yılındaki keşfe dayandıran Sardar ve arkadaşları ʺİnsan çeşitliliği ve doğası, nedenleri ve etkileri, sonuçları ve implikasyonları hakkındaki bütün tartışma terimleri ve sorular, 12 Ekim 1492 tarihinin olaylarına gider. Bu değişim noktası sadece modern olmanın değil, Batı’dan ayrı Avrupalı değil, ‘öteki’ olmanın