• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: ʺÖTEKİʺ ÜZERİNE KAVRAMSAL BİR ÇERÇEVE

1.4. Psikoloji ve ʺÖtekiʺ:

Latincedeki psyche (ruh) ve logos (bilgi) sözcüklerinin birleşiminden oluşan psikoloji, sözcük anlamı olarak ruh bilimi demektir. Buradaki ruhtan kasıt felsefedeki veya dindeki ruhla ilgili konular değil, insanın algı, düşünce, zekâ, duygu, davranış gibi tamamı zihin veya beynin işlevlerinden kaynaklanan süreçlerdir.

ʺMÖ 4. ve 5. yüzyıllara dek uzanan dönemlerde Platon, Aristo ve diğer Yunan düşünürleri bellek, öğrenme, motivasyon, algı, rüyalar ve irrasyonel davranışlar gibi günümüz psikologlarının ilgilendiği pek çok konuyla ilgilenmişlerdir. Psikolojinin o dönemlerde felsefenin bir alt dalı olmasından dolayı filozofların gösterdiği bu ilgi 19. yüzyıla kadar devam etmiş ancak 19. yüzyılda kullanılan yaklaşımlar ve kabul edilen tekniklerin değişim göstermesiyle psikoloji ayrı bir disiplin olarak ortaya çıkmıştır.ʺ (Sayar-Dinç, 2009: 10)

Ben-öteki ilişkisi psikolojinin bilişsel psikoloji alt dalıyla yakından ilgilidir. Bireyin dış dünyayı algılaması ve zihinde tasarımlama süreçleri, algılamayı etkileyen faktörler, öğrenme, hatırlama, düşünme, hayal etme gibi zihinsel süreçler hep bilişsel psikolojinin çalışma alanlarıdır.

ʺİnsanoğlu anlamlandırmadan yaşayamaz. Kendi varlığını fark etmesiyle birlikte anlam duygusu ile anlam ihtiyacı, at başı giden iki zihinsel-ruhsal süreç olarak işlev görür.ʺ (Güleç, 2006: 28) Anlamlandırma yaparken ise adlandırma ve sınıflandırma yapıldığını daha önce de belirtmiştik. Her tür adlandırma ve anlamlandırma temelde bilgi odaklıdır.

ʺTürü ne olursa olsun bilgi, duyu ve verilerimizden kalkılarak edinilir. Duyu verilerimiz de algılama süreçlerimizle yakından ilişkilidir. Algılarımız da ister istemez evreni anlama ve açıklama çabamızla sınırlıdır. Bir başka deyişle, temel dünya görüşümüz ve insan anlayışımızdan bağımsız bir nesnel algılama söz konusu değildir.ʺ (Güleç, 2006: 24)

Güleç’in yukarıdaki ifadelerinden algılamanın insanın en öznel taraflarından biri olduğu tespit edilmektedir. Bu durumda ʺötekiʺni adlandıran/anlamlandıran bireyin algılarının yorumlanmasında ve bireyin bunları bilgiye dönüştürmesi sürecinde kültür tarafından belirlenen ve dil ile aktarılan anlam dünyası göz önünde tutulmalıdır. Öteki’nin anlamlandırılmasında bu nedenli bir öneme sahip olduğunu düşündüğümüz algının

tanımını yapıp, psikolojide bireyin öteki algısı konusundaki tespitlerine yer vermeye çalışacağız.

Sayar’ın tanımına göre, duyu alıcılarının çevresindeki uyarıcıları sezip uyarıcılardan aldığı enerjiyi sinir sinyallerine dönüştürerek sinir sistemine göndermesine duyum denmektedir. Duyumla gelen uyarıcıların tanımlanması ve anlamlandırılmasına algı denir. Algılamayla son bulmayan bir duyum yok gibidir. Bununla beraber fiziksel ve kimyasal oluşumlar olan duyumların zihinde algılamaya nasıl dönüştüğünü bilim henüz çözebilmiş değildir. Algı daha önceki deneyimler, öğrenmeler, o anki ihtiyaçlar, güdüler ve önyargılardan etkilenir. Bu yüzden aynı uyarıcılar başka kişiler tarafından başka biçimlerde yorumlanabileceği gibi aynı kişi aynı uyarıcıları değişik bakış açısına göre değişik biçimlerde anlamlandırabilir. (Sayar-Dinç, 2009: 34)

O halde algılamayı felsefi, psikolojik, tarihsel, sosyolojik, dinsel vs. boyutu ile ele almak gerekir. ʺAlgılamayı sadece bir anlayış ya da kavrayış biçimi değil; duyum, deneyim ve bilgi bileşenlerinin bir sonucu olarak görmeli; algıyı meydana getiren duyum, deneyim ve bilginin bireylerdeki farklılıkları, algının değişkenliğini doğurduğunu tespit etmelidir.ʺ (Ulağlı, 2006: 84-85)

Algıyı duyum, deneyim ve bilgi bileşeni olarak tanımlamak, algının nasıl oluştuğu sorusunu yanıtlamak için de yardımcı olacaktır.

Ulağlı, algının oluşumunu şöyle bir şemayla göstermektedir: ALGILAYAN→ALGILANAN→ALGI (Ulağlı, 2006: 85)

Yine Ulağlı, algıyı üç ana grupta toplar: Buna göre Görsel algı: Gözlerimiz yardımıyla gerçekleştirdiğimiz algılama şeklidir. Bunu daha çok görsel dünyadan gelen imgelerin algılanması olarak düşünmek gerekir. Sinema, tiyatro, afiş, vs. İşitsel algı: İşitme yardımıyla oluşan algılama biçimidir. Şiir, müzik vb. alanlarda bu tür bir algılamadan bahsedilebilir. Son olarak da Düşünsel algı: Daha çok edebi metinler yardımıyla oluşan algılama şeklidir. Edebi bir metindeki temanın birey tarafından algılanışı bu tür bir algılama olarak değerlendirilebilir. (Ulağlı, 2006: 86)

Algılama kavramını çevremizdeki dünyayı öznel bir kavrayış ve kabullenme şekli diye özetlemek mümkündür. Çünkü bir olguyu algılarken bilinçaltımız, değer yargılarımız,

düşünce ve inançlarımız nesneleri ve olguları olduğu gibi algılamamızı engeller. Bizler sadece bilebildiğimiz ve değer yargılarımız izin verdiği ölçüde algılayabiliriz. O halde ben’in öteki’ni algısında nesnel bir durum söz konusu olamamaktadır. Başta önyargılar, stereotipler, bilinçaltı, deneyimler, ön bilgiler, korkular, rekabet vb. pek çok unsur algılamanın objektifliğini zedelemektedir.

Bu etkenleri hızlıca açıklamak konuyu daha iyi pekiştirecektir. Önce önyargıdan bahsedelim. Algılamanın en belirleyici unsurlarından birini önyargılar oluşturmaktadır. Psikolojide ʺötekiʺ sorunsalı için temel bir motivasyon olan önyargı, gelişim çağında öncelikle ailede öğrenilen bir davranıştır. Bireysel olarak çocukken edinilen önyargılar, sonraları grup önyargıları ile devam etmektedir.

ʺSosyal öğrenme yoluyla edinilen önyargılar çok küçük yaşlarda aile içinde öğrenilmeye başlar. Çocuk, sen kimsin diye sorulduğunda etnik veya dinî grup üyeliğine göre cevap verebilir. Bunun yanında bazı grup etiketlerini öğrenmiştir; bu grup etiketleri küçümseyici sıfatlar içeriyorsa, çocuk bu kelimelerin yalnızca öfkeli olunduğunda ya da kötü söz söylenirken kullanıldığını bilir. Çocuk biraz büyüyüp okula gitmeye başlayınca, içinde yetiştiği mahalle, kasaba onu etkilemeye devam eder. Çocuğun çevresinde söylenilen sözler, yapılan davranışlar, yargılamalar, dedikodular, uydurulan lakaplar çocukların zihinlerinde izlerini bırakırlar ve onların da ana-babaları veya komşuları gibi aynı önyargıları benimsemelerine yol açar. Böylece çocuk kesin özdeşleşmeler kurarak hayatta bazı "yerleri"nin olduğunun farkına varmaya başlar. Gelişen egosu, "ben neyim"in yanı sıra "ben ne değilim" den oluşur. Kendi tarafındakilere ve başkalarına "nasıl davranırım" üzerinde kavramlar geliştirir.ʺ (Gürses, 2005: 149)

İnsana ait ürünü, her durumu insan psikolojisine ve insan kişiliğine bağlayan psikanalitik yaklaşıma göre önyargı psikodinamik bir süreçtir. Psikanalistlere göre önyargılar insanın doğal bir eğilimiyle ilişkilidir.

ʺBu yaklaşım sahipleri, ilk çocukluk yıllarında yaşanan engellemelerin duygusal gerilimler yarattığını ve ileriki yıllarda içinde bulunulan durum tarafından haklılaştırılmayan birtakım saldırgan ve düşmanca duygular duyulduğunda, bunların yansıtma mekanizması vasıtasıyla başkalarına yüklendiği şeklinde bir model geliştirmişlerdir.ʺ (Bilgin, 1996: 103)

Freud, Psikanaliz Üzerine kitabında, ʺÖnyargıların her zaman mahkûm edilemeyeceğini, bazen doğrulanabileceğini, bizi boşuna bir uğraşmadan kurtardıkları için yararlı kabul edildiklerini sezeriz. Bu önyargılar aslında, iyice kurulmuş kesin yargıların sonuçlarına benzer düşüncelerden başka şeyler değillerdir.ʺ (Freud, 2008: 53) der.

Theodor W. Adorno ve Gordon Willard Allport’a göre önyargı, yalın bir olaydan fazlasını ifade eder. Çocukluğun çözülmemiş çatışmalarına bağlı olduğu için kişiliğin oluşumunu doğrudan etkilediğini düşünen bu düşünürlerin çözümlemeleri de doğrudan doğruya psikanalitik yorumun ürünüdür. ʺAllport’a göre önyargılı kişilik insan doğasının itkilerini ortaya koyuyordu. Önyargılar insanın çocuksu, bastırılmış, savunucu, saldırgan boyutunu gözler önüne seriyordu; onun bilinçdışı zihinsel yaşamının yansımalarıydı.ʺ (Schnapper, 2005: 131) Bu tarz kişiliğin psişik tasarrufunun köklerinde derin bir güvensizlik ve kendinden nefret duygusu yatıyordu. Bu özellikler ebeveyniyle ve kardeşleriyle çözemediği çatışmalara bağlı olabilirdi. Egonun yabancılaşması onu güvenlik ve otorite özlemine sürüklüyordu. Ahlaki bakımdan katı çizgiler gösteriyor ve dünyayı dikotomi içinde düşünme eğilimine giriyordu: Güçlüler ve zayıflar, iyiler ve kötüler, biz ve ötekiler, vb. (Schnapper, 2005: 131)

Freud’dan beri, benliğin varlığını sağlıklı bir biçimde sürdürebilmesi için bir düşman yaratmaya gereksinmesinin bulunduğu, böylece kendine olan kızgınlığını ve nefretini bu düşmanlara yönelterek psikolojik sağlığını korumaya çalıştığı savlanmaktadır. Allport’un önyargının temelinde kendinden nefreti görmesi, kendinden nefret eden bireyin kendi yetersizliğini ʺötekiʺ olana yönelterek ondan nefret etmesine yol açtığını imlemesi, kişisel ve toplumsal ilişkilerde algıyı etkileyen önyargının ne denli olumsuzluklara sebep olduğunun tespiti bakımından önemlidir.

ʺThe Authoritarian Personality kitabının yazarı Adorno ve arkadaşlarına göre önyargı, her şeyden önce kendinden pek emin olmayan ya da ‘ego yabancılaşmış’ bir kişiliğin belirtisiydi. Yazarlar bu kişiliğin altı alt tipini ortaya koydular ve bütün otoriter kişiliklerin aynı temel özellikleri gösterdiğini belirttiler. Bu özellikler şunlardı: Çocukluklarında içgüdüleri bastırılmıştı, yaşamı tehditkâr buluyor ve insanlar arasındaki ilişkileri yalnızca iktidar çatışmaları olarak görüyorlardı. Ebeveynleriyle kurdukları ilişki temelde hiyerarşik ve otoriter olduğu, bu ilişkide sömürüldükleri için bundan böyle iktidara yönelen bir tutum takınacak ve

başkalarını sömürme arzusu duyacaklardı. Otoriter tutumunu, cinsel yaşamları ve dinsel uygulamaları kadar siyasal görüş ve davranışlarında da ifade edeceklerdi. Bu tutum en sonunda şu görüşleri savunan bir siyaset felsefesi ve toplumsal bakış açısıyla gösterecekti kendini: Otoriter kişilik, güçle ilgili bütün gösterilere tutkuyla katılıyor ve kendinden aşağıda olduğuna inandığı herkesi küçümseyip dışlıyordu.ʺ

(Schnapper, 2005: 129)

Tekeli’ye göre, ‘öteki’ne ilişkin önyargılar zaman içinde içselleştirilerek, kısa dönemler için belli bir otonomi kazansa da uzun dönemde gruplar arasındaki ilişkilerin yapısal özellikleri temel belirleyici olur. ʺEğer gruplar arası ya da uluslar arası ilişkiler sıfır toplamlı ise, yani biri kazanırken diğeri kaybediyorsa, bu ilişkilerin yapısı değiştirilmeden yani sıfır toplamlı olmayan bir oyun haline getirilmeden önyargıların değişmesi beklenemez.ʺ (Tekeli, 1998: 4)

Önyargıların kolay değişemeyeceğini vurgulayan bir diğer yazar Ulağlı ise toplumun büyük çoğunluğu tarafından gerçek olarak kabul edilen önyargıların tarihsel süreç içinde daha da kök salarak değişmesi olanaksız bir özelliğe bürünebildiğini söyler.27Ona göre ʺözellikle olumsuz atıflarda etkisini daha iyi hissettiğimiz önyargılar ötekileştirme sürecinin en önemli aşamasıdır.ʺ (Ulağlı, 2006: 105) Bu ötekileştirme eylemi sürekli olarak farklı grupların özelliklerinin olumsuzlaştırılması ile yapılır. Araplar=pis, Moğollar=acımasız, İngilizler=soğuk, Afrikalılar=yamyam örneklerinde, önyargıların en önemli özelliklerinden biri olan, bir özelliğin grubun bütün üyelerinde ortak olması

şeklinde genellemesi günlük hayatta sıkça karşımıza çıkmaktadır.

27

Çiğdem Kağıtçıbaşı Yeni İnsan ve İnsanlar kitabında La Piere adında bir sosyologun 1934’te Amerika Birleşik Devletlerinde yaptığı bir araştırmayı aktarır. Deneyin yapıldığı yıllarda ABD’de Uzakdoğululara ve özellikle Çinlilere karşı yaygın bir önyargılı ırk ayrımı vardır. Deney için, ʺLa Piere, genç bir Çinli karı kocayla 66 otel ve

motele ve 184 lokantaya gitti ve her gittikleri yerde kabul edildiler, kendilerine servis yapıldı. Sadece üçüncü sınıf bir motele kabul edilmediler. Bu ilk deneyden altı ay sonra La Piere bütün bu gittikleri yerlere mektup yazarak rezervasyon yapmak istediğini, Çinli müşterilerin kabul edilip edilmeyeceğini sordu. Mektupların ancak yarısına cevap geldi. Bu cevap yazan yerlerin %92’si Çinlilerin kabul edilemeyeceğini bildirdi. %8’i kesin bir cevap vermedi, sadece %1 kadar olumlu cevap verdi. Daha sonra Kutner, Wilkins ve Yarrow (1952) aynı tür denemeyi bu sefer Çinli yerine zenci kimselerle yaptılar ve benzer sonuçlar elde ettiler.ʺ (Kağıtçıbaşı, 1999: 107) Otel ve lokanta sahibi

Amerikalıların Çinlileri ilk seferinde kabul edip onlardan herhangi bir zarar görmemesine karşın önyargılarının kırılmaması, daha önce gösterilen olumlu davranış ile daha sonra belirtilen olumsuz tutum arasındaki çelişkiyi ortaya koymakta; önyargıların, gerçek bilgilerden daha sağlam bağlarla bireylere bağlandığına işaret etmektedir. Albert Einstein’a atfedilen ‘Önyargıyı parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur.’ sözü de önyargıların bu yönüne değinmektedir.

Algılamayı etkiyen bir başka unsur stereotipler/kalıpyargılardır. ʺEtimolojik olarak stereos (katı) ve typos (nitelik, tip) sözcüklerinden oluşan stereotip terimi, genel olarak diğer insanları içine yerleştirdiğimiz kategorileri ifade etmektedir. Bu çerçevede, stereotipler basitleştirilmiş betimsel kategoriler olarak tanımlanabilir.ʺ (Tekeli, 1998: 87)

ʺStereotip, bireylerin ya da grupların genelleştirilmiş ve basitleştirilmiş bir şekilde toplumsal olarak sınıflandırılmalarıdır. Bu sınıflandırma insanlar hakkında sınanmış varsayım ve yargıları içerir.ʺ (Uluç, 2009: 65) Önyargıya yakın sürece işaret etse de gerek işlevi gerekse tanımı bakımından önyargıdan ayrılır. Stereotip, bir grubun üyelerine yönelik sabit, aşırı basitleştirilmiş, aşırı genelleştirilmiş, kişilerin bireysel özelliklerini göz ardı eden ve hepsine ortak özellikler yükleyen, çoğunlukla önyargılı bir kanı, bir grubun tüm üyelerinin paylaştığı düşünülen olumlu veya olumsuz özellikleri taşıyan bilişsel bir şemadır. Stereotiplerin önyargı, kategorileştirme ve genelleme ile bağlantısı bulunmakta olup önyargıdan farklı olmakla beraber, kimi zaman onun bir parçasıdır, kimi zaman da genelleştirmeler ve önyargılarla benzer görülür.

Bilişsel dilbilim geleneğine göre ise stereotip bilişsel kategorilendirme28 yeteneğimizi biçimlendiren çok karmaşık bir sistem içeren özel bir tür kategori olarak görülür. Konu insan ve bu insanları değer yargılarına göre gruplandırmak olunca stereotip önyargıdan geniş, kategorilendirme ve basitleştirme ile benzer bir olgudur. Basitleştirici doğası, sosyal dayanakları, değerler ve duygular ile bağlantıları ve kültürel karşılaşmalarda kural oluşturan karakteri ile stereotip gerçekliği işleme ve yorumlamada aklın gerekli bir aracıdır. (Uluç, 2009: 66-67) Araştırmacılar stereotipleri cehaletin yüzeysel ve hoş olmayan gösterisi olarak gördükleri gibi insanın kategorize etme çabasının gerekli bir aracı olarak da görmüşlerdir. Bu yönüyle stereotiplere olumlu yaklaşanlar da olumsuz yaklaşanlar da vardır.

Kağıtçıbaşı, stereotipleri belirli gruplar hakkında sahip olduğumuz bilgilerin bir özeti olarak görür.

28

ʺKategori’yi suçlamayı, itham anlamına geldiği hukuk dilinden alıp, onu bir şey hakkında tasdik edilen şey anlamına gelecek şekilde kullanan Aristo’da kategori, var olanların kendilerine yüklenen veya izafe edilen sıfat ya da özelliklerle sınıflanabileceği inancını anlatan kavrama karşılı gelir.’ (bkz Cevizci, 2005: 982) ʺKategorizasyon, insanların fiziksel ve sosyal çevrelerini parçalara bölmelerini, tasnif etmelerini ve düzenlemelerini ifade eden bilişsel bir süreçtir.ʺ (Uluç, 2009: 67)

ʺAz bildiğimiz bir grup hakkında tutum geliştirmek için başkalarından duyduğumuz, okuduğumuz bilgileri bir araya getiririz. Böylece geliştirdiğimiz kalıp halindeki bir tutum bize o grup hakkında kestirme yoldan bir fikir, bilgi verir. Bu da çoğu zaman o grubun bir üyesiyle karşılaştığımızda onun davranışı hakkındaki beklentimizi ve ona karşı davranışımızı önceden ayarlayabilmemizi sağlar. Demek ki kalıplaşmış tutumlar sayesinde diğer gruplar hakkında özet bilgiye sahip olarak çevremizi kendi gözümüzde bir düzene sokar, çevremize karşı tepkilerimizi önceden ayarlayabiliriz.

Bir örnek verecek olursak, Japonlar hakkında pek az şey bilen Ahmet, oradan buradan edindiği bilgilerle Japonlar hakkında ‘çalışkan, nazik bir ulus’ diye bir kalıpyargı geliştirmiş olabilir. Buna karşılık Ahmet yine çok az tanıdığı Latin Amerikalıların tembel, eğlenceye düşkün, kaba, gürültücü olduklarını düşünebilir. Kuşkusuz bu kalıplaşmış tutumlar, Ahmet’in bir Japon’la ya da bir Brezilyalıyla karşılaştığında onlar hakkındaki beklentilerine, hatta onlara karşı davranışlarına yön verecektir. Demek ki, genellikle tutumlar ve özellikle kalıplaşmış olanlar, kişi için, her yeni tutum objesi veya karşılaşılan kimse ile ilgili olarak baştan yeni bir öğrenme sürecinden geçmek yerine, bazı eğilim ve beklentileri kullanma olanağı sağlayarak onun işini kolaylaştırır ve davranışlarına düzen ve tutarlılık kazandırır.ʺ (Kağıtçıbaşı, 1999: 124)

Stereotiplerin sosyal bir karaktere sahip olması, bir kişinin özel bir davranış biçimi olmayıp her zaman daha geniş bir sosyo-kültürel grup tarafından paylaşılması, böylelikle sosyalleşme sürecine miras kalması, onun ʺötekiʺ algısına etkisini göstermektedir.

Stereotiplerin öteki algısına etkisini göstermek bakımından Amerika’da yapılan bir deney dikkat çekicidir. Harlak’ın aktardığına göre Katz ve Barly 1933-1935 yılları arasında yaptıkları deneysel araştırmalarda toplumların birbirini algılama şekillerini ortaya koyması bakımından stereotipleri de incelemişlerdir. Katz ve Barly’in deneyinde, ABD’de denek olarak seçilen yüz öğrenci onlu gruplara bölünerek her gruba verilen sıfatlar ve ırkların eşleştirilmesi istenmiştir. Daha sonra bu grupların değerlendirmeleri karşılaştırılarak ortak bir sonuca ulaşılmıştır. Katz ve Barly’in yaptıkları bu deneysel stereotip incelemesinin sonucuna göre ırkların iyiden kötüye doğru sıralaması aşağıdaki gibidir:

1-Amerikalılar, 2-İngilizler, 3-Almanlar, 4-İrlandalılar, 5-İtalyanlar, 6-Japonlar, 7-Yahudiler, 8-Çinliler, 9-Türkler, 10-Zenciler (Harlak, 2000: 43-44)

Ortaya çıkan sıralamadan da anlaşılacağı gibi Amerikalı öğrenciler en olumlu sıfatları kendileri için, daha sonra kendileri ile dil ve kültür birlikteliğine sahip İngilizler için kullanmışlardır. Türklerin son sıralarda olması Amerika’da dönemin Türk algısının ne durumda olduğunu, stereotiplerin Türklere bakan yönünün son derece olumsuz olduğunu göstermektedir.

Yine Harlak’ın Önyargılar kitabında verdiği bir deney örneği de stereotiplerin yabancı toplumu algılama adına ne denli öneme sahip olduğunu göstermektedir. Campbell 1967’de yaptığı bir deneyde, kişinin kendi grup dinamiklerini olumlarken dış grubun olumsuzluk özelliklerini abarttığını görmüştür. Onun deneyinde görev alan deneklere kendi ulus kimlikleri ile yabancıların ulus kimliklerini karşılaştırmaları istenmiş elde edilen sonuçlar bir tablo halinde verilmiştir.

Tablo 2: Stereotipler

(Harlak, 2000: 70)

Tablodan da anlaşılacağı üzere bireyler, kendi toplumları ve yabancı toplumlar hakkında değerlendirmelerde bulunurken sübjektif bir yaklaşımın içindedirler. Kendi toplumu ile ilgili bütün değerlendirmeler oldukça olumlu olmasına rağmen, diğer toplumlar hiçbir iyi özelliğe sahip olmayan kötü toplum olarak algılanmaktadır.

Kendini Betimleme Dış Grupla İlgili Stereotipler

Biz gururluyuz, onurluyuz ve atalarımızın geleneklerine hizmet ederiz.

Biz sadığız.

Biz kendi aramızda dürüstüz ve güveniliriz, fakat yabancılar bize oyun oynamaya kalkarsa enayilik etmeyiz.

Biz cesuruz ve ilericiyiz. Kendi haklarımız için mücadele ederiz, bizim olanı savunuruz ve emir almayız. Kendimizi ezdirmeyiz. Biz barışçıyız. İnsanları severiz, sadece düşmanlardan nefret ederiz.

Biz ahlaklı ve temiziz.

Onlar bencil ve benmerkezcidir, kendilerini bizden daha çok severler.

Onlar klancı.

Onlar yapabilseler bizi aldatırlar. Bizimle uğraşırken dürüstlük ve ahlakı bir kenara bırakırlar.

Onlar saldırgan ve yayılmacıdır. Bizim sırtımızdan geçinmek isterler.

Onlar bizden nefret eden düşman insanlardır. Onlar ahlaksız ve pistir.

Özetle stereotipler, diğer grupların/ötekilerin kendi içlerinde çeşitlilikten ve farklılıktan uzak olduğunu, tüm kişilerin aynı kalıptan çıktığını varsayan yapılardır. Bu tür basite indirgemeci yapılar insan zihnindeki algılama sürecini derinden etkileyecek, ben-öteki ilişkisinde vazgeçilmez başvuru kaynakları olacaktır.

Algılamayı etkileyen psikolojik unsurların bir diğeri de bilinçaltıdır. Psikoloji literatürüne Schopenhauer ile girip Freud’la yaygın bir kullanım alanına sahip olan bu kavram, son yüz yıldır psikologların vazgeçilmez başvuru kaynağı olmuştur.

ʺÖznenin bilincinde olmadığı, ama davranışını etkileyen bir ruhsal duruma bilinçaltı denir. Bilinçaltının etkisine yönelik düşünceler Platon’a kadar uzanmasına karşın, bu konudaki son düşünceler 17. yüzyılda olgunlaşmaya başlamıştır. Schopenhauer, bilinçaltı diye bir kavramdan ilk söz eden kişidir. Bilinçaltına gitmeksizin bilincin bilinç olarak anlaşılamayacağı sonucuna varmıştır. Daha sonra bu düşünceden esinlenen Freud, bilincin çoğu durumda eylemlerin ana kaynağı olamayacağını ve çoğu davranışta bilinçaltının etkisi olduğunu öne sürmüştür.ʺ (Tarlacı, 2008: 1)

Psikanaliz Üzerine adlı kitabında,

ʺİnceden inceye analiz edeceğimiz kendi ben’imiz en içten ben’imizdir. Fakat bu iş