• Sonuç bulunamadı

Ülkemizde sosyal devletin bir ilke olarak anayasaya girişi 1961 Anayasası ile birlikte başlamış olsa da uygulama olarak Osmanlı Devleti’nden itibaren süre geldiği görülmektedir. Osmanlı Devleti döneminde, sosyal güvenlik alanında 18. yüzyılın sonuna kadar devlet kendi üzerine herhangi bir sorumluluk almaktan kaçınmış, bireylerin sosyal ve mesleki riskler karşısında korunmasını aile, meslek kuruluşları ve vakıflar üstlenmiştir. Bu sebeple kurumsallaşmış uygulamaların varlığından söz etmek pek de mümkün görünmemektedir (Erbaş, 2005: 35). Osmanlı Devleti’nde sosyal yardıma yönelik olarak yalnızca memur ve subaylar ile kamu kesiminde çalışanların yaşlılık ve hastalık durumları söz konusu olduğunda korunmalarını sağlamak için birtakım sandıklar kurulmuştur. Bu sandıklardan ilki 1806 tarihinde kurulan Askeri Tekaüt Sandığı iken, bir diğer sandık ise 1881 tarihinde kurulmuş olan Sivil Memurların Tekaüt Sandığı’dır. Bu sandıkları 1890 tarihinde Seyrüsefain Tekaüt Sandığı, 1910 tarihinde Hicaz Demir Yolu Memur ve Müstahdemlerinin Hastalık ve Kazaları İçin Yardım Sandığı ve 1917 tarihinde Şirketi Hayriye Tekaüt Sandığı izlemiştir (Yağmur, 1986: 58). Söz konusu olan bu sandıkların tıpkı Batı ülkelerindeki örnekleri gibi sosyal sigorta sistemine öncülük ettikleri görülmektedir (Hacımahmutoğlu, 2009: 67).

19. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde ise yerel yönetimler de sosyal yardım alanında birtakım faaliyetlerde bulunmaya başlamışlardır. 1877 tarihli Dersaadet Belediye Kanunu ile İstanbul’daki belediyelere, Vilayet Belediye Kanunu ile de İstanbul dışında bulunan belediyelere sosyal yardım ve hizmet alanlarında sorumluluklar yüklenmiştir. Bu kanunlara göre; yoksul hastanelerinin düzenlenmesi, herhangi bir işte çalışamayacak durumda olanlar için sanayi okulları açılması, görme engelli, dilsiz ve yetim çocukların eğitilmesi gibi görevler belediyelerin yerine getirmesi gereken sorumluluklardan sayılmıştır. Ayrıca, belediyeye ait gelirlerin, giderler çıkarıldıktan sonra kalan kısmının kırkta birinin ihtiyaç sahiplerine aylık olarak

verilmesi de yine bu dönemde oldukça yaygın olarak görülmüş bir uygulamadır.

Dönemin yarı resmi kuruluşlarından olan Himaye-i Etfal (Çocuk Esirgeme) ve Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyetleri ise sosyal yardım alanında etkin kuruluşlar olarak değerlendirilemese de sosyal politika açısından önemli bir yer teşkil etmektedirler.

Süreci daha iyi analiz edebilmek adına Türkiye’de sanayileşmenin geç başlamış olduğunun bilinmesi göz ardı edilmemesi gereken bir gerçektir. Sanayileşmenin geç yaşanması nedeniyle çalışma hayatına ilişkin sosyal politika uygulamalarının ortaya çıkışı da bu duruma paralel olarak gecikmiştir (Hacımahmutoğlu, 2009: 68-69).

Nitekim, sanayileşme öncesi ekonomisi tarıma dayalı olan bir devletin çalışma hayatına yönelik olarak pek fazla düzenleme yapması beklenilemezdi.

Sosyal devlet anlayışına ilişkin hükümler Cumhuriyet’in ilanından sonra ilk olarak 1924 Anayasası’nda yer almıştır. Ancak bu anayasada devletin sosyal görev ve sorumluluklarını düzenleyen hükümlere açıkça yer verilmemiştir. Söz konusu anayasa bazı maddelerinde eğitim ve öğretime yönelik hizmetlerin para alınmadan yerine getirileceği hususunda düzenlemelere gitmiştir (Kantarcı, 2003: 76). Dolayısıyla 1924 Anayasası’nın sosyal devlet ilkesini benimsemiş bir anayasa olduğunu söylemek mümkün değildir.

İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde, birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de demokrasinin gerçekleştirilmesine yönelik adımlar atılmaya başlanmış ve çok partili bir siyasal hayata geçilmiştir. 1945 yılında, 3008 sayılı ilk İş Kanunu’nun uygulanmaya başlanması ve çalışma hayatıyla ilgili alanların düzenlenmesi, yürütülmesi ve denetlenmesi ile görevli olan Çalışma Bakanlığı, bunu takip eden yılda iş gücü piyasasının düzenlenmesine yönelik İş ve İşçi Bulma Kurumu kurulmuştur (Koray, 2005: 162).

1960’lı yıllara gelindiğinde ise tüm dünyada hakim olan Keynesyen ekonomi politikaları ülkemizi de teğet geçmemiş ve devletin sosyo-ekonomik hayata müdahalesine temel oluşturan sosyal devlet ilkesi 1961 Anayasası’nda açık ve net olarak benimsenmiştir.

27 Mayıs 1960 Darbesi’nden sonra oluşturulan 1961 Anayasası, Türk sosyal politikası için bir milat olmuştur. Sosyal politika alanında yaşanan bu dönüşümde, şüphesiz 1961 Anayasası’nda benimsenmiş olan sosyal hukuk devleti ve sosyal adalet

anlayışının etkisi büyük olmuştur. Bu doğrultuda çalışma hakkı, sendika hak ve özgürlüğü, grev ve toplu sözleşme gibi haklar anayasal güvence altına alınmış; ayrıca sendika-devlet ilişkileri için de daha dengeli bir zemin oluşturulmuştur. Anayasanın getirmiş olduğu sosyal ve siyasal özgürlük havası içinde işçi örgütlenmeleri hız kazanmış ve işçiler, yeni yasal haklarından faydalanmak amacıyla birtakım etkinliklerde bulunmuşlardır. Bu durum işverenleri de yeni sisteme uymaya zorlamış ve endüstri ilişkileri, bir nebze de olsa toplu ilişkiler biçimine doğru evrilmeye başlamıştır.

Böylelikle, 1961 Anayasası hem sosyal politikada yeni bir dönemin habercisi olmuş hem de işçi ve işveren ilişkileri için yeni düzenlemelerin ortaya çıkması adına başlangıç olmuştur (Koray, 2005: 164).

1961 Anayasası’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini içeren 2.

maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir’’ (1961 Anayasası, md. 2) şeklinde belirtilmiş ve açıkça sosyal devlet hükmüne yer verilmiştir.

Söz konusu olan bu döneme gelinceye değin devlet sosyal güvenlik, ilköğretim vb. gibi sosyal politika alanlarında uygulamalar yaparak sınırlı konularda faaliyet göstermekteyken; 1961 Anayasası’ndan sonra daha farklı alanlara da yönelmiş ve gelişme göstermiştir (Koray, 2005: 165). Anayasanın iktisadi ve sosyal hayatın düzenini içeren 41. maddesinde “İktisadi ve sosyal hayat, adalete, tam çalışma esasına ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması amacına göre düzenlenir. İktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı demokratik yollarla gerçekleştirmek;

bu maksatla, milli tasarrufu arttırmak, yatırımları toplum yararının gerektirdiği öncelikleri yöneltmek ve kalkınma planlarını yapmak devletin ödevidir’’ (1961 Anayasası, md. 41) şeklinde belirterek devletin yükümlülüklerini genişletmiştir.

Türkiye, planlı kalkınma dönemine 1961 Anayasası sonrasında girmiştir.

Anayasanın 127. maddesiyle birlikte sosyo-ekonomik ve kültürel kalkınmanın bir plan dahilinde gerçekleştirilmesinin gerekliliği vurgulanmıştır. Böylece Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuş ve 1963 yılı ile birlikte Birinci Beş Yıllık Plan uygulanmaya başlanmıştır. Konulan hedeflerin bazılarına ulaşılmış olsa da yaşanan ekonomik ve siyasal tıkanıklar 1980 Darbesi’ni beraberinde getirmiştir. Darbe ile birlikte demokratik

rejim askıya alınmış, devamında yeni bir anayasa oluşturularak Türkiye’nin anayasal çerçevesi değişim geçirmiştir (Koray, 2005: 165-166).

Oluşturulan 1982 Anayasası’nın 5. maddesi devletin temel amaç ve görevlerini şu şekilde belirtmiştir: “...kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak;

kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır’’ (1982 Anayasası, md. 5).

Anayasanın 3. bölümünde yer alan Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler kısmında sosyal devlet çatısı altında devletin üstlenmesi gereken sosyo-ekonomik görev ve sorumluluklar belirtilmiştir. Ancak, mevcut anayasanın 65. maddesinde devletin sosyo-ekonomik alanlarda ifade edilen görevlerini, ekonomik istikrarın korunması dikkate alınarak ve mali kaynakların yeterliliği ölçüsünde yerine getireceği hükmüne yer verilmiştir (Kantarcı, 2003: 77-78). Böylelikle devletin hangi durumlarda bahsi geçen görevleri yapmakla yükümlü olduğunun sınırları netlik kazanmıştır.

1982 Anayasası, hem getirmiş olduğu sınırlayıcı hükümlerle demokratik mekanizmaların ve toplumsal güçlerin gelişmesini kısıtlamış hem de liberal felsefesiyle devletin denge ve uzlaşma unsuru olan rolünden sapmasına neden olmuştur. Bu anayasa, aslında 1980 sonrasının liberal ekonomik anlayışıyla örtüşmektedir. Hatta o dönemin başbakanının “sosyal devletin öldüğünden’’ açıkça söz ettiği bilinen bir gerçektir. Dönemin önemli konuları arasında borsa ve faizdeki dalgalanmalar, bütçedeki açıklar vb. gibi daha çok küresel ekonominin ve neo-liberal politikaların yön verdiği konular varken; toplumsal sorunlar artmasına karşın bu sorunlar esas gündemi oluşturamamışlardır (Koray, 2005: 167-168). Benimsenmiş olan neo-liberal anlayışın etkisiyle bir yandan gelir dağılımında dengesizlik baş göstermiş ve bunun sonucunda üst tabaka ile alt tabaka arasındaki fark giderek büyümüş, öte yandan da hızlı kentleşmenin neden olduğu sorunlardan dolayı sosyal yardıma muhtaç olan bireylerin sayısında artış meydana gelmiştir. Nihayetinde sosyal yardım alanındaki politikalara önem verilmeye başlanmıştır (Karagöl ve Dama, 2015: 15). Bu bağlamda geniş anlamdaki sosyal politikalardan ziyade sosyal politikanın bir aracı olan sosyal yardımın daha ön plana çıktığı söylenilebilmektedir.

Devlet eliyle yürütülen bazı sosyal yardım uygulamalarının yasal düzenlemeleri kronolojik olarak şu şekilde sıralanabilmektedir (Hacımahmutoğlu, 2009:

88-90):

• 1 Ocak 1977 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunan 2022 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanun ile 65 yaşın üzerinde veya engelli olan muhtaç durumdaki vatandaşlar için aylık bağlanması görevi Emekli Sandığı’na verilmiş, daha sonra bu görev 20 Mayıs 2006 tarihinde yürürlüğe giren 5502 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu ile Sosyal Güvenlik Kurumu’na bırakılmıştır.

27 Mayıs 1983 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunan 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu ile Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na (SHÇEK) muhtaç durumda olup da temel ihtiyaçlarını gidermekte güçlük çeken kişi ve ailelere ayni ve nakdi yardım sağlama görevi verilmiştir.

• 18 Nisan 1984 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunan 227 sayılı Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile VGM’ne verilen görevler şunlardır: Gerekli görülen yerlerde aşevi, öğrenci yurtları, eğitim tesisleri açma, muhtaç ve görme engellilere aylık bağlama ile sosyal yardım ve sosyal hizmetler sunma vb.

14 Haziran 1986 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunan 3294 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu ile fakru zaruret içerisinde ve ihtiyaç sahibi olan vatandaşlar ile Türkiye’ye kabul edilmiş veya gelmiş olan kişilere yardımda bulunmak, sosyal adaleti sağlayıcı önlemler alarak gelir dağılımını adil bir biçimde yapmak, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı özendirmek amacıyla Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu kurulmuştur.

• 18 Haziran 1992 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunan 3816 sayılı Ödeme Gücü Olmayan Vatandaşların Tedavi Giderlerinin Yeşil Kart Verilerek Devlet Tarafından Karşılanması Hakkında Kanun ile ihtiyaç durumundaki vatandaşların ayakta ve yatakta yapılan tedavilerinin giderleri ile ilaç giderlerinin karşılanması görevi Sağlık Bakanlığı’na verilmiştir.

9 Aralık 2004 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunan 5263 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun ile 3294 sayılı Kanun’un amaçlarını gerçekleştirme ve faaliyetlerini uygulama görevi Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü’ne (SYDGM) bırakılmıştır.

20 Mayıs 2006 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunan 5502 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu ile SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı Sosyal Güvenlik Kurumu adıyla tek bir çatı altında toplanmıştır. 1 Ekim 2008 tarihinde ise 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yürürlüğe girmiştir (www.isvesosyalguvenlik.com, 2017).

29 Haziran 2011 tarihinde toplumsal refahı ve kalkınmayı sağlamak adına dezavantajlı gruplar başta gelecek şekilde toplumun tamamına yönelik politikalar oluşturmak (www.aile.gov.tr, 2017) hedefi doğrultusunda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kurulmuştur.