• Sonuç bulunamadı

Sosyal politikalar öncelikle merkezi yönetim ve merkezi yönetimin yerel düzeydeki sac ayağı olan yerel yönetimler aracılığıyla uygulanmaktadır. Ancak bu kurumların yanında sosyal politikaların uygulanmasında ve geliştirilmesinde rol alan başka kurum ve kuruluşlar da vardır. Bunların başlıcaları ise sivil toplum örgütleri, dini kurumlar ve özel sektördür.

1.4.1. Merkezi ve Yerel Yönetimler

Sosyal politikaları uygulayan iki temel kurum vardır. Birincisi ülke genelinde makro politikalar uygulayan merkezi yönetim, ikincisi ise yerel düzeyde sosyal sorunlara yönelik mikro politikalar uygulayan yerel yönetimlerdir (Eryılmaz, 2007: 80).

Devlet, sosyal politika önlemlerinin alınmasında ve bu politikaların geliştirilmesinde görev alan kurumların en önemlisidir. Devlet yaptırım gücüne sahip olması sebebiyle, her dönemde ve her sistemde toplumsal yapıya yön vermiş, sosyo-ekonomik rol ve işlevler üstlenmiştir (Ersöz, 2004: 20). Sosyal politika, toplumun ve devletin varoluşunu ve geleceğini teminat altına almayı hedeflediğinden dolayı, bu konuda ilk sorumluluk devlete ait olmaktadır. Devlet gerek çıkardığı kanunlarla, gerekse oluşturduğu kurumlar aracılığıyla sosyal gelişmeyi, sosyal dengeyi, sosyal barışı, sosyal adaleti ve sosyal bütünleşmeyi sağlamaya çalışmakta; kanunlarla düzenlenen konuların uygulanmasını ve denetimini gözetmektedir. Ayrıca devlet sosyal politika önlemlerinin gerektirdiği masrafları da karşılamaktadır (Tokol, 2000: 23).

Devletin geniş etkinlik alanına sahip olması, onu diğer sosyal politika uygulayıcılarına göre daha önemli bir konuma getirerek, daha baskın bir rol üstlenmesine sebep olmuştur (Aydın, 2008: 38). Devlet, sosyal gelişmeyi hızlandırıcı, toplumun tümünü dikkate alan sosyal politikalara yönelmekte ve eğitim, sağlık, konut, gelir dağılımı, istihdam, sosyal hizmet ve sosyal güvenlik politikaları aracılığıyla, toplumun sosyo-ekonomik refahını sağlayacak önlemleri almaktadır (Güven, 1997: 81).

Yerel yönetimler ise ilk etapta gelirin yeniden dağılımı olmak üzere eğitim, sağlık, konut gibi devlet tarafından üstlenilen temel sosyal politikaların yerel düzeyde sağlanmasında ve birimlerindeki vatandaşların refahının kendi faaliyetleri ile yükseltilmesinde etkin bir kurum olarak görev almaktadırlar. Yerel yönetimlerin bu alandaki etkinliği büyük ölçüde merkezi yönetim ve yerel yönetim arasındaki uyumlu işleyişe ve ülkelerin yönetim sistemlerine göre değişiklik gösterebilmektedir (Ersöz, 2004: 21). Merkezi yönetimden yerel yönetimlere aktarılan mali kaynakların yeterli olup olmaması da yerel yönetimlerin hizmetlerine yön verebilmektedir. Yerel yönetimler gerek merkezi yönetimin geliştirdiği, gerekse kendi geliştirdikleri politikaları yerel düzeyde vatandaşlarına sunmaya çalışan önemli birimlerdir.

1.4.2. Sivil Toplum Örgütleri

Sivil toplum, hiçbir üst kimliğe ve gerçekliğe başvurmaksızın, kendi kendine gelişimini sağlayabilen, bunun için gerekli dinamikleri bünyesinde barındıran, devletten bağımsız, sürekli bir gelişim içinde olan bireyler ve örgütlenmeler topluluğuna verilen ad (Yıldırım, 2003: 228) olarak tanımlanmaktadır. Sivil toplum örgütleri kurumsallaşmış ve elde ettikleri geliri sosyal amaçlar için kullanan, gönüllü bireylerin bir araya gelmesiyle oluşan örgütlerdir (Tokol, 2012: 60). Kâr amacı gütmeyen ve bir hayırseverlik ilkesi doğrultusunda faaliyetlerini gerçekleştiren bu yapılar sosyal sorunların çözümünde etkili olmaktadırlar (Özaydın, 2013: 82).

Sivil toplum örgütlerinin tarihi oldukça eskidir. Ancak küreselleşme olgusuyla birlikte tekrar gün yüzüne çıkmışlardır (Tokol, 2012: 60). Sosyal sorunlarla mücadele eden aktif politikaların yerini, pasif politikaların almasıyla birlikte, devletin sınırlı rolünü paylaşabilecek yapılar da ortaya çıkmaya başlamıştır. Sivil toplum örgütleri, devletin rolünün minimalize edildiği dönemde sosyal politika alanında önemli aktör haline gelmiş (Özaydın, 2013: 85) ve oluşan boşluğu doldurmaya çalışarak sosyal politika geliştiren ve uygulayan başat unsur olmuşlardır.

Sivil toplum örgütlerinin sosyal politika anlamında iki temel fonksiyonu vardır. Bunlardan ilki, demokratik hakların elde edilmesiyken; ikincisi ise ekonomik anlamda bireyler ve gruplar arasında oluşan dengesizliği ortadan kaldırmaya yönelik politikaların geliştirilmesidir. Devletin yetersiz kaldığı durumlarda sivil toplum örgütleri politikalar üretmekte ya da baskı grubu oluşturmaktadırlar. Birtakım sosyal ve ekonomik hakların elde edilmesinde rol üstlenmektedirler. Bu durum sivil toplum örgütlerinin uluslararası alanda etkin bir şekilde faaliyet göstermelerine de sebebiyet vermiştir (Cram 1997; Greenwood 1997’den akt. Şenkal, 2003: 105). Sivil toplum örgütleri gerek gelişmiş, gerekse gelişmekte olan ülkelerde sosyal hayata ve sosyal değişime önemli ölçüde katkıda bulunmaktadırlar. Sosyal refah, sosyal bütünleşme, çevre kirliliği gibi sosyal politikanın bazı amaçlarına yönelik olarak faaliyet göstermektedirler (Şenkal, 2003: 105). Uluslararası Af Örgütü, Greenpeace, Kızılhaç, Özgürlük Evi en tanınmış uluslararası sivil toplum örgütlerindendir (Arslanel ve Eryücel, 2013: 33). Örneğin Greenpeace, dünyanın herhangi bir yerinde çevre kirliliği

ile ilgili bir sorunla karşı karşıya kalındığında protesto faaliyetlerinde bulunmaktadır (Ramia, 2002: 3’ten akt. Şenkal, 2007: 346).

Ülkemizde de önemli etkinlikler gerçekleştiren sivil toplum örgütleri mevcuttur. Türkiye Erozyonla Mücadele Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı, Türkiye Çevre Vakfı gibi kuruluşlar çevre alanında etkinliklerde bulunurlarken;

Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi kuruluşlar ise eğitim alanında önemli çalışmalar düzenlemektedirler. Toplumu zararlı alışkanlıklardan korumaya yönelik çalışmalar düzenleyen Yeşilay ve kadın haklarını savunan Kadın Adayları Destekleme Derneği yine bu tür kuruluşlara verilebilecek önemli örneklerdir.

1.4.3. Dini Kurumlar

İlkçağlardan beri hayırseverlik, yoksullara yardım, iyilik vb. konular özendirilmeye çalışılmıştır. Dünya üzerindeki tüm dinler, yardıma ihtiyacı olan kimselerin korunup, gözetilmesini nasihat ederek (Özdemir, 2007: 354) bu yardımların yaratıcı nezdinde çok kıymetli olduğunu bildirmişlerdir. Dini nitelikli yardımlar ister tek tanrılı, ister çok tanrılı olsun tüm dinlerde fazlasıyla önemlidir (Ersöz, 2004: 15).

Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet getirdikleri kural ve kurumlarla binlerce yıldır sosyal dayanışmanın sürdürülmesinde rol oynamışlardır (Özdemir, 2007: 354).

Dini kurumlar, gönüllülük esasına dayanan ve kâr elde etmek gibi bir amacı olmayan kurumlardır. Varlıklı kimseler düşük gelire sahip, yoksul kimselere yardım ederek onların insanca yaşamalarına destek olmaktadırlar. Bu yardımlar bazen bir kurum aracılığıyla bazen de yoksullara doğrudan yapılabilmektedir. Bu şekilde hayırseverlerin hem kendi vicdani tatminleri, ruhani huzurları gerçekleşmekte hem de yoksul kimselerin ihtiyaçlarını karşılamaları hususunda önemli bir adım atılmış olmaktadır. İslam dini açısından düşünüldüğünde yardımlaşmanın ne kadar önemli olduğu açıktır. İslamiyet dayanışmayı ve düşkün olana el uzatmayı emretmektedir.

Zekât, fitre, sadaka, bağış gibi birtakım araçlarla birlikte toplumun huzur ve barışını artırmayı amaçlayarak, herkesin kardeşçe yaşaması gerektiğini belirtmektedir.

1.4.4. Özel Sektör

Neo-liberal politikaların tüm dünyayı etkisi altına almaya başladığı 1980’li yıllarda; devletin küçültülmesi, özelleştirme, pazarın koşulsuz egemenliği gibi birtakım değerler ön plana çıkmıştır (Şaylan, 2003: 132). Bu yıllarda kamu politikaları Keynesyen yaklaşımdan piyasa ekonomisi yaklaşımlarına doğru kaymış ve birçok ülke, devleti küçültme ve piyasa ekonomisini güçlendirme hedefi doğrultusunda önlemler almıştır (Sezgin, 2010: 155). Neo-liberal söyleme göre, devletin ürettiği hizmetler rekabete kapalı olmakla birlikte aynı zamanda kalitesizdir. O halde kaliteyi yükseltmek için özel sektörün devreye girmesi ve bu hizmet alanlarının rekabete açılması gereklidir (Akçabol, 2007: 149-150’den akt. Yıldız, 2008: 17). Böylelikle devlet, özel teşebbüslerin daha iyi ve daha etkin sunabilecekleri mal ve hizmetleri üretmekten kaçınmaya başlamış ve ancak özel teşebbüslerin yetersiz kaldığı ekonomik faaliyetleri üstlenme yoluna doğru gitmiştir (Aktan, 2003: 118).

Günümüzde özelleştirmenin ulaştığı nokta o denli genişlemiştir ki kamu hizmeti olarak adlandırılan birçok hizmet artık bu vasfını kaybetmiştir (Aktan, 2003:

99). Eğitim, sağlık, enerji, haberleşme, sosyal güvenlik, ulaştırma gibi alanlar mümkün olduğunca özel piyasalara bırakılmaya başlanmıştır (Aktan, 1999: 142). Bu bağlamda küresel çağda artık pek çok hizmet alanı devlet tekelinde olmaktan çıkmış; özel eğitim kurumları, özel sağlık kurumları, özel sigortacılık gibi pek çok kurum ve kuruluş tesis edilmiştir. Buna koşut olarak özel sektör; devletin yerine getirmiş olduğu pek çok işlevi üstlenerek, sosyal politika uygulayan ve geliştiren önemli bir aktör olarak sahneye çıkmıştır.

Özel sektör sağlık, eğitim ve sosyal hizmetler gibi alanlarda faaliyet gösterirken kâr elde etmeyi amaçlamaktadır. Bu tür hizmetlerin tamamen özel sektöre devredilmesi söz konusu değildir. Ancak bu konuda devletin gerekli desteği ve sübvansiyonu vermesi, kamu yönetimi olarak yetişemediği ve yetersiz kaldığı yerlerde ve hizmetlerde vatandaşların yararına olmak üzere özel sektör kuruluşlarını desteklemesi gerekmektedir. Özelleştirme ile amaçlanan şey, özellikle devletin doğrudan hizmet üretme ve sunma noktasındaki rolünün azaltılması ve devletin düzenleyici ve maddi destek sağlayıcı bir işlev üstlenmesidir. Özel şirketler kâr amacı güttükleri için bir okul, hastane veya bakımevi açacakları zaman en fazla gelir getirici

yerleri tercih edeceklerdir. Oysa ihtiyaç olan bir yerde devletin sübvansiyonu ve teşviki ile özel şirket okul da hastane de açabilmektedir (Çevik, 1998: 117).

Ancak sağlık, eğitim vb. gibi hizmetlerin özelleştirilmesi sosyal politika açısından birtakım olumsuz gelişmelere de yol açmaktadır. Çünkü bu tür hizmetler bir ticari mal değildir. Eğer ticari mala ihtiyacınız varsa ve mali gücünüz el verirse satın alırsınız. Bu gibi sosyal yönü olan hizmetlerin özelleştirilmesi, bu hizmetlere ihtiyacı olan kesimlerin, hizmetlerden yararlanma imkânını zorlaştırır (Şenkal, 2007: 157).

Dolayısıyla bu tür hizmetlerin kâr amacı güden özel kurumlara devredilmesi ile birlikte, yalnızca ekonomik gücü olanlar bu hizmetlerden yararlanabilecek, ekonomik gücü yetersiz olanlar ise yararlanamayacaktır. Bu durum ise adaletsizliğe sebep olmakta ve fırsat eşitliği ilkesini zedelemektedir.

Ayrıca özel sektör sakatlık, hastalık ve yaşlılık gibi uzun süreli sosyal sorunların giderilmesi hususunda da yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle, devlet genellikle zorunlu sigorta ve sosyal programları sağlama sorumluluğunu üstlenmekte (Pinch, 1997: 8’den akt. Ersöz, 2004: 18) ve sosyal refah hizmeti sağlama görevini tamamen özel sektör piyasalarına devretmemektedir.