• Sonuç bulunamadı

Tanzimat Öncesi Nesir ve Bu Nesre Yaklaşımlar

BÖLÜM 2:TANZİMAT DÖNEMİ NESRİNDE ÜSLÛP ARAYIŞLARI

2.1 Tanzimat Öncesi Nesir ve Bu Nesre Yaklaşımlar

Klasik Osmanlı dönemi edebiyatı bilindiği gibi daha çok şiir türünün temsil ettiği bir edebiyattır. Bu bakımdan nesir ve nesre bağlı türleri ikincil planda kalmıştır. Bununla birlikte genel sanat ve edebiyat anlayışı olan soyutlama, süsleme özelliklerinin nesirle yazılmış yazıların da bir karakteristiği durumunda olduğu söylenebilir.“Osmanlı nesrinin örgüleri karmaşık ve çetrefillidir. Okur arabesk benzeri bir örüntüde kaybolabilir ya da Osmanlı yazınsal nesri bir külliyenin ziyaretçilerini oylumlu düzenlemeleriyle şaşırtan oyunlu bir yapılar topluluğuna benzetilebilir.” ( Kuru, 2010: 15).

Tanzimat öncesi Türk nesri üzerinde az sayıda eser dışında üzerinde yeterince durulmamıştır. Sinan Paşa, Hoca Sadettin, Nâima, Kâtip Çelebi ve Evliya Çelebi gibi önemli nesir yazarlarının eserlerine rağmen eski Türk edebiyatında nesir olmadığı görüşü sıklıkla dile getirilmektedir (Enginün, 2007: 29).

Hâlbuki böyle bir yargıda bulunmak yüzyıllar içerisinde ortaya konulan ürünleri bir çırpıda yok saymak olacaktır. Eski nesrin, bu günkü anlayışa göre özenilecek bir nesir olmadığı söylenebilir. Eski Türk edebiyatında nesir olmadığı iddiası ise daha çok hayatı yansıtan bir araç olarak nesrin bulunmayışına dairdir. Bu iddianın temelinde eski kültürün dünya görüşü ile bugünkü kültür anlayışındaki farklılık yatmaktadır. Eski kültür istisnaları olmakla birlikte aktüel olanı aktarmayı gerekli görmüyor. Bu yüzden nesir dönemi yansıtacak bir nesir olarak gelişmiyor. Nesrin şiirin gölgesinde kaldığı kabul edilse bile ortada nesir ve şiir olarak varlığını devam ettirmiş iki ayrı tür söz konusudur.

Mustafa İsen, XIV. Yüzyıldan itibaren Batı Türkçesinde ilk örnekleri görülmeye başlayan nesrin XVI. Yüzyıldan başlayarak değişmeye başladığını, bir düşünceyi yayma amacından uzaklaşarak sanat gösterme aracına dönüştüğünü bunu gerçekleştirmek için de şiire yaslandığını ifade ediyor (İsen, 2007: 83).

Osmanlı nesrinin nazma olan yakınlığı, benzerlikleri yapılan çalışmalarla da ortaya konulmuştur. Osmanlı Sahası Türkçe Şair Tezkirelerinin Tür Özellikleri üzerine yapılan çalışma bunlardan biridir. Bu çalışmada da nesirde şiire ait çeşitli ahenk unsurlarının kullandığı görülmektedir (Durmuş, 2007).

57

Şiirde ahengi sağlamak üzere kullanılan ritm, armoni, aliterasyon, asonans ve kafiye gibi kullanımların, klasik Osmanlı nesrinin birer parçası haline geldiği; şiire has olan söz konusu unsurların bu nesir için de geçerli olduğu görülmektedir. Birbirini takip eden bazı cümlelerin veya cümleciklerin alt alta getirildiğinde vezinli ve kafiyeli bir manzume izlenimi uyandırdığı görülmektedir. Ayrıca kulak için yapılan ahenk arayışlarının yanında kelimelere dayalı göz için ahenk arayışı nesir yazarı için de geçerli olabilmektedir (Durmuş, 2007: 34-35 ). Bu noktada şunu da ayrıca ifade etmeliyiz ki şiire yaklaştığı söylenen bu nesir bir mensur şiir değildir. Nesir yazarı, düz yazı biçiminde şiir yazmıyor. Yalnızca şiire ait unsurları nesirde de kullanıyor. Nesirle şiirin bir başka kesişme noktası ise mensur metinlerde manzum parçaların yer almasıyla ortaya çıkmaktadır. Nazım- nesir karışık bu eserlerde asıl unsur nesir olmasına rağmen manzun ifadelerin metne anlam yönüyle bir şey ifade etmekten ziyade bir güzellik katmak, metni süslemek için kullanılmıştır (İsen, 2007: 83).

Osmanlı nesri üzerine Tanzimat sonrasında 1860’lardan itibaren başlayan ve Cumhuriyet sonrasında artarak devam eden değerlendirmeler yüzeysel ve izlenimci bir anlayışla şekillenmiştir. Bu anlayışın, bilimsel olmaktan ziyade daha çok genel bir algının ürünü olduğu görülmektedir (Karateke, 2010: 45). Bir dünya görüşü değişiminin doğurduğu bu tavrın geri planında öncelikle saray ve çevresinde oluşan nesrin dilini küçümseme ve reddetme olgusu yatmaktadır (Karateke, 2010: 46). Tanzimat’ın akabinde başlayan eski nesrin dilini küçümseme ve yetersiz olduğuna vurgu yapma olgusunun devrin önemli isimleri tarafından sıklıkla dile getirildiği görülmektedir. Dönemin önde gelen isimleri tarafından getirilen eleştiriler bu nesrin yeniden üretilebilecek, model alınabilecek bir sağlamlığının olmadığı noktasındadır. Ziya Paşa, “Şiir ve İnşa” makalesinde, “acaba bizim mensup olduğumuz milletin bir lisanı ve şiiri var mıdır ? ” sorusunu sorar. Bu sorunun cevabı yazar açıkça söylemese de ima yoluyla “yoktur” şeklindedir. Ziya Paşa’ya göre, yeni bir durum olmamakla birlikte nesir dili anlaşılmaz bir haldedir. Bu durumun sebebi lisanımızı bırakıp İran ulemasını taklit etmemiz ise de bir diğer sebep de nesrin anlaşılmazlığının “hüsn-i kitabet”ten sayılmasıdır. Ziya Paşa’ya göre halk ile devlet arasındaki kopukluğun en önemli nedenlerinden biri de bu anlaşılmaz lisandır.

58

Namık Kemal de özellikle “Bahâr-ı Dâniş Mukaddimesi” ve “Lisan-ı Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” makalesinde eski nesrin birçok açıdan yetersiz olduğuna vurgu yapmaktadır. “Bahâr-ı Dâniş Mukaddimesi”nde Ziya Paşa gibi Osmanlı nesrinin Acem tesirinde kaldığını ifade eden Namık Kemal, “Nergisî’yi anlayabilecek bir adam mümkün müdür ki istifâde edebileceği ma’lûmâttan zaten müstağni bulunmasın?” diye sorduktan sonra:

“Sâniyen eski eserlerimizde kaba Türkçe olarak her ne yazılmış ise gûyâ Türkçe yazılan şeyin mutlaka kaba olması lâzım imiş gibi hemen hiç birisinde mehâsin-i edebiyye iltizam olunmamasıdır. O her satırda azdan az ikisi, her sahifede lâ-akal yirmisi mevcud olan dün ü günler, oluplar, olmağınlar, Türkçe olsa da çekilmez, olmasa da çekilmez” (Yetiş, 1996: 98).

diyerek Osmanlı nesrinin dil ve üslûbundan şikayet eder. Namık Kemal’e göre açık bir şekilde yazılan yazılarda edebî bir güzellik bulunmazken, edebî güzellik olanlarda ise okurun faydalanabileceği bir şey yoktur.

Cumhuriyet sonrasında eski nesrin dili ve üslûbu üzerine yapılan değerlendirmelerin Tanzimat’ın doğurduğu ideolojik birtakım içermelerden hareketle yapıldığı da ayrı bir iddia konusudur. Buna göre eski nesri yok hükmünde gören değerlendirmelerin geri planında ideolojik yaklaşımların olduğu düşünülmektedir. Victoria R. Holbrook’un şiir için yaptığı tespitlerin bir noktada nesir için de geçerli olduğu söylenebilir. Holbrook’a göre Türk devrimini yapanlar Osmanlı Devleti’ni ifade eder hale gelen Osmanlı şiirinin Doğululaşmaya terk edilmesi gerektiğine inanmaktaydılar. Bu sebeple bu şiir için ortaya atılan “zorluk” kavramı bir örtmecedir (Holbrook, 2005: 61). Her halükarda hareket noktası ne olursa olsun Osmanlı nesrine dair değerlendirmelerin belirli kabullerin ötesine geçmediği görülmektedir.

Osmanlı nesrinin üslûbuna dair değerlendirmelerde küçük farklılıklar dışında belirli bir şablonun etkisi görülüyor. Bu değerlendirmelerde üslûp, genellikle üçe ayrılarak sınıflandırılmaktadır. Fahir İz de Eski Türk Edebiyatında Nesir isimli eserinde Osmanlı düzyazısını üslûp tekniği bakımından üçe ayırmaktadır: Sade nesir, orta nesir ve süslü nesir (İz, 1996, V-XXI). Yerleşik hale gelen bu sınıflandırma çeşitli eleştirilere uğramaktadır. Özellikle son dönemde yapılan değerlendirmelerde bu tasnifteki belirsizlikler, eksiklikler vurgulanmaktadır:

59

“Eserlerin üslûplarını tasvir ederken araştırmacıların kullandıkları sâde üslûp, orta üslûp, süslü üslûp ve âlî üslûp gibi terimler eserleri temsil bakımından yetersizdirler. Bu üslûp adları âlî üslûp hariç, eserlerde kullanılan dilin, kelime ve tamlamaların anlaşılabilirliği esas alınarak belirlenmiştir. Hâlbuki sadeliğin ve süslülüğün dil ve kelimelerle ilgili bir yanı olduğu gibi anlatımla ilgili bir yanı daha bulunmaktadır.”( Coşkun, 2010: 73).

Hayati Develi de bu sınıflandırmada sade ve süslü olanı neyin belirlediğine dair bir işaretin bulunmadığını ifade eder. Öyle ki alıntı kelimelerin çokluğu, söz sanatlarının sık kullanılması, cümle yapıları, ayrı ayrı veya birlikte bu sınıflandırmalarda kullanılabilir. Develi’ye göre seci, esas itibariyle anlamı örten bir söz sanatı değildir. Öyle ki secili bir metin orta, hatta sade nesre dâhil edilebilir (Develi, 2010: 86).

Hakan Karateke, “Osmanlı Nesrinin Cumhuriyet Devrinde Algılanışı”nı ele aldığı yazısında bu üçlü tasnifin Osmanlı kültüründe çok yaygın bir kategorizasyon olduğunu ve burada tasnif edilen nesneye ait bir rafine edilmişliğin söz konusu olmadığını belirtiyor. Osmanlılar birçok şeyi üçe ayırmaktadırlar ve bunlara “ednâ”, “evsat” ve “â’lâ” demektedirler (Karateke, 2010: 51). Bu tasnifin Aristo’ya kadar götürülebileceği görülmektedir.

Mehmet Kaplan, bu konuda genelleyici bir yaklaşımla meseleyi ele almaktadır. Kaplan’a göre Tanzimat’tan önce Türk edebiyatında biri halk diğeri yüksek tabakaya ait iki edebiyat ve iki üslûp vardır. Halk edebiyatı ve halk üslûbu eski sözlü edebiyatın devamı niteliğindedir. Halk üslûbunda halk tabakasının dünyaya bakışı varken yüksek tabaka üslûbunda Arap ve daha ziyade Fars zevki etkilidir. Halk üslûbunda görülen sadeliğe karşılık yüksek tabaka üslûbu çok süslüdür (Kaplan, 1993: 88).

Bu ayrımların çok genel bir ayrım olduğu, bu tasniflerden hareketle metinlerin üslûp bakımından ayrıştırılamayacağı açıktır.

Bu eleştirilere karşın, eski nesrin üslûp özellikleri konusunda yeni yaklaşım ve sınıflandırma örneklerinin geliştirildiği de söylenemez. Mesela eski edebiyat nazariyesi ve belagat kitaplarındaki üslûb-ı sâde, üslûb-ı müzeyyen, üslûb-ı âlî şeklinde yer alan üslûp tasnifini eleştiren Okuyucu vd.nin yaklaşımı bir yenilik getirmekten uzaktır:

60

“Bu tasnif sistemindeki eksiklik, Arapça- Farsça kelimelerin ve özellikle tamlamaların yok denecek kadar az olduğu seci’nin bulunmadığı halk nesri diyebileceğimiz türden eserlerle üslûb-ı müzeyyen arasında kalan ve bu iki üslûba da dâhil edemeyeceğimiz eserleri kategorize etmemesidir.” (Okuyucu Vd. 2009:

14).

Bu üslûp tasnifinin “sade nesir, orta nesir, süslü nesir ve ağdalı nesir” şeklinde dört grupta değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir (Okuyucu vd.2009: 14). Bu yeni tasnife göre, sade nesire ( üslûb-sâde) Arapça ve Farsça tamlamaların az olduğu, sanat kaygısı güdülmeyen, secinin hiç bulunmadığı veya nadir görüldüğü nesir örnekleri dâhil edilmektedir. Bu nesrin “halk nesri” olarak da adlandırılabileceği söylenmektedir. Orta Nesir (üslûb-ı mutavassıt) ise Arapça ve Farsça tamlamaların Türkçe kelimelere baskın olduğu, secilerle süslenen, sanat endişesinin hissedildiği nesir türüdür. Süslü nesir ( üslûb-ı müzeyyen) ise sanat yapma kaygısının önde olduğu, tamlamaların bolca kullanıldığı, her cümlesinde seci olan nesirdir. Bu üslûbun en önemli temsilcisi olarak Sinan Paşa gösterilmektedir. Ağdalı Nesir (üslûb-ı âlî) ise Arapça ve Farsça kelimelerin yoğun olduğu, günlük dilde kullanılmayan, eski sözlüklerden çıkarılmış kelimelerin kullanıldığı, uzun tamlamaların ve secilerin bulunduğu nesir örneklerini kapsamaktadır. Bu nesir külfetli nesir olarak adlandırılmıştır (Okuyucu vd. 2009: 14-17).

61

Bu nesir örnekleri üzerinde yapılan istatiksel bir çalışmada elde edilen sonuçlar şöyle gösterilmiştir:

Tablo 6

Üslûp Türü Türkçe Kelime Oranı Arapça Farsça Kelime

Oranı Sade Nesir % 73 % 27 Orta Nesir % 34 % 66 Süslü Nesir % 22 % 78 Ağdalı Nesir % 17 % 83 ( Okuyucu vd. 2009: 17)

Yine Arapça ve Farsça tamlamaların kullanılışı üzerine bu nesir örnekleri üzerinde yapılan bir çalışmada ise tamlamaların kullanılışı, tamlamalardaki kelime sayısı sade nesirden ağdalı nesre doğru kademeli bir şekilde artış göstermektedir (Okuyucu vd. 2009: 18).

Eski nesrin üslûbuyla ilgili olarak Tietze’nin “Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Düzyazı Biçemi” isimli makalesi anılabilir. Tietze’nin bu çalışması 1541-1600 yılları arasında yaşamış olan Gelibolulu Mustafa Âlî’nin düz yazı eserleri üzerine yaptığı bir üslûp inceleme çalışmasıdır. Tietze, Âlî’nin kişisel üslûbunu tespit ederken öncelikle dönemin genel üslûp özellikleri üzerinde durmuş, sonrasında ise yazarın kendi üslûbunu oluşturan ayırıcı nitelikleri tespit etmeye çalışmıştır. Âlî’nin eserlerinde inşâ üslûbunun getirdiği bir kişisellikten söz edilebileceğini belirten Tietze’ye göre bu üslûbun izlerini atasözleri ve popüler deyimlerin kullanımları ile karşılaştırmalar üzerinden takip ederek görmek mümkündür (Tietze, 2010: 189-213).

Daha önce de belirtildiği gibi Osmanlı Sahası Türkçe Şair Tezkirelerinin Tür Özellikleri üzerine yapılan bir çalışmada ise şair tezkirelerinin üslûbu tespit edilmeye çalışılmış, sesbilgisi ve biçimbilgisi ve sözlüksel bağlamda yapılan incelemelerle nesrin bu kolunun üslûp özellikleri ortaya konulmuştur (Durmuş, 2007).

62

Anlaşılıyor ki, eski nesir konusunda genel yargılar yerine doğrudan doğruya metinler üzerinde çalışılarak yapı özellikleri, üslûp çeşitliliği somut verilerle ve tutarlı yöntemlerle ortaya konulmaya ihtiyaç vardır.