• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2:TANZİMAT DÖNEMİ NESRİNDE ÜSLÛP ARAYIŞLARI

2.3 Bilim- Felsefe Dili

Bilimsel dilin öncelikle terimler üzerinden yürüdüğü bir gerçektir. Tanzimat’la birlikte terimler meselesinin daha çok konuşulmaya ve tartışılmaya başladığı görülüyor. Batıdan bilimsel konuların Türkçeye aktarılması başta olmak üzere, sosyal hayatta yer eden birçok yeni meselenin tartışılır hale gelmesiyle terim meselesinin bir problem olarak ortaya çıktığını görmekteyiz. Başta tıp, hukuk olmak üzere sosyal ve fen ilimlerinde batıdan gelen kavramlara karşılık bulma konusunda çalışmalar göze çarpıyor.

Terimler konusunda öne çıkan problemlerin başında yabancı dillerden giren kelime ve terimlere karşılık bulma meselesi gelmektedir. XVIII. Yüzyıldan itibaren yeni tıbbın yavaş yavaş ülkeye girmesi, siyaset ve hukuk alanında yeni meselelerin ortaya çıkması ve çeşitli bilimlere ait eserlerin yabancı dillerden Türkçeye çevrilmesiyle yabancı sözcüklere karşılık bulma ihtiyacı doğmuştur. Ağah Sırrı Levend’e göre, terim meselesinde üç ayrı seçenek söz konusudur: Latince terimleri olduğu gibi almak, Arapçaya başvurmak, yeni terimlere Türkçe karşılıklar bulmak. Bu üç tercihin de yerine göre ilgi gördüğü anlaşılmaktadır (Levend, 1949: 73).

19. yüzyıl, birçok alanda hem çeviri yoluyla hem de telif eserler vasıtasıyla Türkçeye yeni terimlerin girdiği bir yüzyıldır. Tanzimat’ın ilanından sonra Avrupa ile temasın artması, sosyal konuların gazete ve dergi sütunlarında yer alması yeni kavramların Türkçeye girişini hızlandırmıştır (Levend, 1949:102 ).

Türkçeye giren yeni terimlerden bazıları herhangi bir tetkike maruz kalmadan Türkçeye geçmeye başlamıştır. Nitekim Said Paşa siyaset lisanına ilk olarak giren “istatüko” sözcüğünün lisanımızda karşılığını bulmaya fırsat olmadan aynen geçtiğini ifade eder (Said Paşa, 1327: 40). Devamında ise “diplomasi” ve “politik” kelimeleri de Türkçeye girerek yerleşmiştir (Said Paşa, 1327: 44).

Bu noktada Batıdan geçen terimlerin bir kısmına yeni karşılıklar bulunmaya çalışılmıştır. Münif Paşa, Ruzname-i Cerîde-i Havâdîs’te Fransızca “economie politique”i “idare-i mülkiyye” şeklinde çevirmiş, jeolojiyi ise orijinal şekliyle kullanmış; fotoğrafya, telgraf, elektrik, banka, gibi sözcükleri ise aynen kullanmıştır.

82

Münif Paşa’nın Mecmûa-i Fünûn dergisinde “pedagoji” sözcüğünü “Ehemmiyet-i Terbiye-i sıbyan” tamlamasıyla karşılamıştır. Yine “atom” “cevher-i ferd” ile, fizik bilimi “hikmet-i tabîiyye” terimiyle karşılanmaya çalışılmıştır (Budak, 2011:98-99). Tanzimat’la birlikte sosyal alanlarda belirli kavramlar daha sık işlenmeye başlanır. Örneğin bunlar içerisinde Batıda çokça konuşulan “hürriyet” meselesi Münif Paşa’nın bir yazısında geniş bir şekilde ele alınmış, kavram kendi içerisinde sınıflara ayrılmış, ayrıca parantez içerisinde Fransızca asılları da gösterilmiştir: Hürriyet-i ahlâk (la liberte morale), hürriyet-i siyasiyye (la liberte politique)vb. kavramlar açıklanmıştır. Ağah Sırrı Levend, Türkçeye yeni giren kavramlar ve tabirler ile bunlardan bazılarına bulunan karşılıklar şöyle özetliyor:

“ “opinion publique” deyimine karşılık olarak kullanılan “efkâr-ı umumiyye” tamlaması ile , “crise” kelimesine karşılık olarak bulunan “buhran” kelimesi ve “ buhran-ı vükelâ”, “buhran- malî”, “kavanin-i içtimaiyye”, “hukuk-ı beşer”, “hâkimiyyet-i milliyye”, “münesebat-ı beynelmilel”, “temamiyyet-i mülkiyye”, “hukuk-ı siyasiyye”, “devlet-i meşruta”, “efkâr-ı serbestî” gibi her biri türlü deyimleri karşılamak üzere bulunmuş olan tamlamalar bu kabildendir.” (Levend,

1949: 102).

Yeni terimlerin görüldüğü sahalardan biri de edebiyat olmuştur. Örneğin, Fransızca “style” sözcüğünün Türkçeye “üslûp” olarak girişinden sonra- bir kısmı yeni olmamakla birlikte- “vuzuh”, “ahenk”, “saffet”, “incelik”, “parlaklık”, “ulviyet” gibi yeni kelime ve terimlerin belagat kitaplarında yer almaya başladığı görülüyor (Yetiş, 2006: 334). Terim ihtiyacının en fazla ortaya çıktığı alanlardan biri de tıptır. Osmanlı devletinde 18. Yüzyılda başlayan okullaşma süreci 19. Yüzyılda tıp fakültelerinin açılmasıyla devam etmiştir. 1827 yılında Mustafa Behçet Efendi, Müslüman tabip yetiştirmenin gereği üzerine durduğu bir yazıda bir tıp mektebinin niçin açılması gerektiğini açıklar. (Kâhya,1984: 689). 1839 yılında İkinci Mahmut’un açılışına bizzat katıldığı Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane açılır. Padişah, mektebin açılışında eğitim dilinin Fransızca olacağını belirtir. Bizdeki hekimliğin gelişmemiş olduğuna ve tıp kitaplarının ihtiyacı karşılamadığına vurgu yapan Padişah’ın bu görüşlerinden hareketle tıp eğitiminde öğretim Türkçe olmayıp, Fransızca ile görülmeye başlanmıştır (Uludağ, 1940: 968). Programda Fransızca gramer derslerinin de okutulduğu görülüyor. 1855’te Arapça,

83

Farsça ve Türkçe öğretmek üzere bir sınıf oluşturulmuşsa da sonrasında bu sınıf kaldırılmıştır.

Namık Kemal, “Türkçe Tabâbete Dâir Makale-i Mahsusa”da bu meseleyi geniş olarak ele alır. Yabancı bir dille tıp eğitiminin zorluklarını dile getirir. Tıp eğitiminin “müteaddid mukaddemâta” ve “birçok fünûna” muhtaç olduğunu söyleyen Kemal’e göre Fransızcayı güzelce öğrenmek ise beş altı seneyi almaktadır. Bu yüzden Mekteb-i Tıbbiye’de bazı dersler Fransızca ile tedris olunmaktadır. Hâlbuki layıkıyla öğrenilmeyen bir lisanda tahsil edilen şeyler daima zayıf kalacaktır (Yetiş, 1996: 72-73). Namık Kemal Avrupa’da tıp eğitiminin Latince yapıldığını, bir süre sonra her milletin kendi lisanınca eğitim vermeye başladığını nakletmektedir (Yetiş, 1996: 73). Yine Kemal, “Sâir milel-i mütemaddineden hangisi vardır ki mekteblerinde başka lisan üzere ta’lim-i fünûn olsun.” diye sormaktadır ( Yetiş, 1996: 73).

Tıbbiyede öğretim dilinin yabancı dil ile olup olmayacağı uzun süre tartışılmıştır. Bu noktada önceleri gizli olarak teşekkül eden bir cemiyetin varlığı görülüyor. Bu cemiyetin öncelikli amacı yabancı hocaların Türkçeye verdikleri zararın önüne geçmek için Türkçe tıp kitabı yazmaktır ( Uludağ, 1940: 971).

Tanzimat’tan sonra tıp alanında yapılan önemli yeniliklerden biri de yukarıda da ifade ettiğimiz gibi önceleri gizli bir cemiyet olarak ortaya çıkan Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye’nin teşekkülüdür (1867). Bu Cemiyet’in tıbbiyeye dair çeşitli konuların yanında yeni eserlerin telif ve tercümeleri, ıstılahat-ı tıbbiye üzerine önemli kararlar aldığı bilinmektedir (Ünver,1940: 957).

Cemiyetin yürüttüğü çalışmalar içerisinde Türkçe bir tıp terminolojisi oluşturmak arzusuyla bir Tıp Kâmûsu hazırlığı dikkat çekmektedir. Lugat-ı Tıbbiyye’nin hazırlanmasında birçok eserden faydalanılmakla birlikte eski Arapça tıp kitaplarıyla Burhan-ı Katı, Lehçe- Osmanî gibi sözlüklere de başvurulmuştur. Eserde yer alan “tegadruf”, “hâmız-ı klormâ”, “inkılâb”, “tatavvuk”, “iltihâb-ı sayvanü’l –üzün”, “ef’î-i mücelcel” gibi terimler bu anlayışın sonucunda ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde bilimsel eserlerin Türkçeye kazandırılması için çeviri faaliyeti hızlanmış, eğitimin Türkçe olarak yapılması için de Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiyye-i Şâhâne (1870) kurulmuştur (Kâhya, 1984:699). Çeviri eserlerin hızla çoğaldığı bu dönemde çevirilerde kullanılacak terim meselesi daha da önem kazanmıştır.

84

19. Yüzyılın çok yönlü şahsiyetlerinden biri olan Şanizade Ataullah Efendi (1771-1826) hem bir tıpçı, hem tarihçi hem de bir sözlük bilimcidir. Ataullah Efendi’nin dört ciltlik tarihi, edebî yazıları ve çevirileri mevcuttur. En önemli eserlerinden biri de bir tıp bilgileri kitabı olan Hamse-i Şanizade’dir. Eserin beşinci cildi yazma olarak kalmış ve basılamamıştır. Burada ilk defa “dijital”den bahsedildiği görülmektedir (Adıvar, 1991:215). Şanizade’nin önemli bir tarafının da dilimizde mevcut olan tıp terimlerini yeni kavramlara göre değerlendirmesi eksiklikleri için yeni terimler üretmiş olmasıdır. Şanizade’nin çalışmaları Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye’nin 1873’de hazırladığı Lugat-i Tıbbiye’ye temel olmuştur. 1839- 1870 arası tıp eğitiminin Fransızca olması terimler bakımından Türkçenin kısırlaşmasına yol açmış böyle bir sözlük çalışması ise tıp bilimi açısından faydalı olmuştur (Adıvar, 1991: 215).

Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin Buffon’dan çevirdiği 1849 tarihli bir çeviriden hareketle tıbbî eserlerde Türkçe terimlere yer verildiği, kısa ve anlaşılır cümlelerin tercih edildiği görülüyor. Tamlamalardan mümkün mertebe arıtılmış olduğu görülen bu metinde dikkat çeken hususlardan biri de bazı sıfatların cümlelerin sonuna getirilerek kullanılmasıdır. Böylece sıfat yoğunluğunun metni boğmasına müsaade edilmemiş, tasvir cümleleri çok olmasına rağmen metin tamamen bir tasvir metni olmaktan çıkmıştır. Metnin bir başka üslûp özelliği olarak şiirselliği dikkatlerden kaçmıyor. Bu yönüyle eski inşânın bir şekilde bilimsel yazılarda da varlığını bir süre devam ettirdiği söylenebilir. S ve k seslerinin tekrarıyla oluşturulan aliterasyon ile kelime sonlarındaki ses benzerliklerinin oluşturduğu seci metne bir şiirsellik kazandırarak bilimsel içerikli bir metni edebî metin niteliğine bürümüştür.

“Hurma serçesi ta’bir olunan bir kuştur ki minkaarı kasîr olup evveli galizdir. Kıt’a-i a’lâsı siyah ve kıt’a-i süflâ sarıya mâildir. Ayakları ve tırnakları siyahtır. Cebhesi ve boğazı beyazdır. Başının bâki tarafı ve unuku ve bedeninin a’lâ tarafı ve esfel tarafı ziyâde ve noksan kırmızıya mâil sincabîdir. Gögsünde olan ziyade koyudur. Kuyruğu ve kanadının rîşeleri siyahtır. Kuyruğu cüz’i çatal gibidir ve ziyâde uzundur. Bu kuş cemaat ile tayarân ederler. Tunus eyaletinde, Berberistan’a doğru bizim serçelerimiz mânendi cemaat-i kesîr ile sâkin olurlar. Savtları güzeldir. Saka kuşu ve bülbüllerden dahi ziyade tağridleri vardır.”

85

Devrin çeşitli örneklerinde bilim dilinde sade ve anlaşılır bir dil tercih edilmekle birlikte terimlerin gelişigüzel kullanıldığı görülüyor. Örneğin, Hayrullah Efendi’nin Makalât-ı Tıbbıyye isimli eserinde azot, oksijen, gibi yabancı kelimelerle birlikte “müvellidülmâ”, “müvellidülhumuza” gibi Arapça terimlerin de metinde yer ettiği görülmektedir (Levend,1949: 139).

Tanzimat’tan sonra gazete ve dergi sütunlarında yer almaya başlayan farklı meselelerle ilgili olarak kaleme alınan bu yazılarda devrin okuru açısından yeni sayılabilecek bilimsel meselelerin yanında toplumsal, siyasî ve eğitim konularıyla ilişkili yazıların da yer bulduğu görülmektedir. Teknik konularda yazılan metinlerde öncelikli amaç okuru belirli bir konuda bilgilendirmektir. Bu metinlerde ilk planda ele alınan mesele tanımlanmakta, sonrasında ise Batıdaki gelişiminden bahsedilmektedir.

Yazıya konu olan kavram veya terim, yazının girişinde açıklanıyor, bu açıklamalar ara sözlerle daha da anlaşılır kılınmaya çalışılıyor. Dikkat çeken hususlardan biri ise, açıklamalarda Arapça terimlerin sık kullanılışı gelmektedir:

“Şeker müvellidü'l-ma' ve müvellidü'l-humûza tabir olunan gazlar ile karbondan yani hâlis kömürden mürekkeb olup, taamı leziz ve suda müm- kinü'l-hal ve bazı ameliyat-ı kimyeviyye vâsıtasiyle ispirtoya ve hâmız-ıfahma tahvili kabil bir cisimdir. Pancar ve şeker kamışı ve sorgdenilir diğer bir nevi nebattan istihsal olunur.” (Mecmua-i Fünûn, nr. 17, Cemaziülevvel 1280 /Eylül 1863, s. 226-228;aktaran Kaplan vd.1974: 239 )

Ya da

“ Lisân- efrencîde jimnastik ta’bir olunan ilim, cemî-i harekât-ı bedeniyyeyi ve harekât-ı mezkûre ile his ve akıl ve idrak ve ahlâk ve âdât ve melekât-ı nefsaniyyenin zuhur ve kemâli beyninde kain nisbet ve ta’allukları ta’rif ve beyân eder bir ilimdir ki, ona ilm-i harekât-ı bedeniyye ıtlak olunur.”

(Lisan-ı efrencîde jimnastik ta’bir olunan hareket ve riyâzet-i bedeniyyeye dair risâle-i mütercime-i matbu’adır, (1263/ 1846-1847, s.5-11; aktaran

86

“Kuvve-i Elektrikiyye” isimli makalede önce cisimlerde sürtünmeyle ortaya çıkan elektrikten bahsedilmiş, bu konunun kadim Yunan filozoflarının dahi bilgisinde olduğu vurgulanmış, devamında ise yeni bir tabir olarak elektroskop’tan bahis açılmıştır.

“Delk vâsıtasiyle elektrik hâsıl eden ecsâmın, ber vech-i sıhhat fark ve temyiz olunması için müteaddid âlât istimal olunup, alel-umûm ec- sâm-ı tabii'yede mevcûd hassa-i kehrübaiyyeyi izhâr ve irâe eden âlât-ı mütenevvia elektrik - nümâ mânâsına olarak elektroskop tabir olunur.

İşbu âlâtın en âdisine şakul-i elektrikî tesmiye olunup, bu dahi mür- ver ağacından nohut cesâmetinde masnû' ve ince ipek veyahut keten ip- liği ile ma'mul bir yuvarlaktan ibarettir.” (Mecmua-i Fünûn, nr. 23, zilkade,

1280 / Mart 1863, s. 483-487; aktaran Kaplan vd.1974: 227)

Bilimsel dilin oluşumunu sağlayan kendine has terimlerdir. 18. Yüzyılda ilk belirtileri özellikle tıp dilinde görülmeye başlanan yeni terim ihtiyacı 19. Yüzyılda sosyal bilimlerle birlikte yoğunlaşarak devam etmiş, bu anlamda ihtiyacı karşılamak için kimi zaman Türkçe kimi zaman da Arapça karşılıklar bulunmuştur. Bazı kavramlar ise yeni karşılık bulunmasına fırsat kalmadan Türkçeye yerleşmiş, Batıdaki şekliyle kabul görmüştür. Bilim-felsefe üslûbunun niteliğini de bu terimlerin kullanım şekli belirlemiştir. Görülmektedir ki dilin bu alanında Tanzimatla birlikte bir belirsizlik ve arayış da söz konusudur.