• Sonuç bulunamadı

Tanrının nabzı

Belgede Yasmina Khadra. Armağan Sarı (sayfa 60-77)

Senin vücudun olmadığı zaman ...

"Ağzına sağlık, güzel söylüyorsun!" diye ezgiyi kesti Tahta Bacak.

Berber, başından aşağı bir kova buzlu su boca edilmiş gibi oldu.

Ezginin güzelliğini ve o anın büyüsünü bozan bakkalın hödüklüğü keyfini kaçırmış, içini karartmıştı. Benim de keyfim kaçmıştı, gündüz düşlerimden aşağı atılmıştım sanki.

Berber, önce bakkalı ciddiye almak istemedi. Başını birkaç kez sal­

ladıktan sonra ezgisine kaldığı yerden devam etmek üzere gırtlağını tekrar temizledi, ama kasılmış ses telleri berbere yardımcı olmuyorlar­

dı; yüreği de ses telleriyle aynı fikirdeydi, söylemek istemiyordu artık.

"Ne zararlı ve boktan herifsin sen ya!"

"Aptal, iç karartıcı şarkılarınla kafamı ütülüyorsun," diye kızgın­

lıkla homurdandı Tahta Bacak, tembelce sağından soluna dönerek.

"Biraz etrafına bakın ya," diye komşusu Tahta Bacak'ı eleştirmeye başladı. "İnsanların canı sıkılıyor, bok içinde yüzüyorlar, ölüyorlar.

Tavuk kümesi gibi bu yoksul evleri bizleri yutuyor, kötü kokular ze­

hirli gaz olmuş bizleri boğuyor ve bir tek insan bile gülümsemesiyle yüzünde çiçek açtırmaktan aciz. Tüm bunların üstüne bir de duygu­

larımızı ezgilerimize dökemezsek, yaşayabilmek için ne kalıyor biz­

lere, söyler misin Allah aşkına!?"

Tahta Bacak hafifçe doğruldu, işaret parmağı ile kafasının üstün­

de, kirişteki çengele asılı duran kendirden ip rulolarını gösterdi.

"Bak işte sana bu kalıyor. Birini seç, bir ucunu ağacın dalına bağla, diğer ucunu da boynuna dola, sonra da ani bir hareketle bacaklarını kıvır, kendine doğru çek. Sonrası kolay, sonsuza dek rahatsın, hiçbir pislik gelip senin uykunu kaçıramaz."

"Neden ilk olarak sen yapmıyorsun, değil mi ki aramızdaki en iğrenç kişi sensin?"

"Yapamam. Bacağım protez, kıvrılmıyor."

Berber, bu konuşmalardan sonra pes etti. Kendini toparladı, tek­

rar çömeldi, başını ellerinin arasına aldı, ezgisine sessizce yüreğinin derinliklerinde devam edecekti. .. Şarkısını boş yere söylediğini bili- .

yordu. Esin perisi yoktu. Bir gün öyle bir kadına sahip olma ihtima­

linin sıfır olduğunu biliyordu, o kadını iç geçirmelerinin yardımıyla hayalinde yaratıyordu kendi kendine. Dükkanındaki kırık gardırop aynası, fiziğinin imkansızlığını, umutlarının densizliğini ona hatırlat­

mak için vardı sanki. Küçücüktü, neredeyse kamburdu, çok zayıftı, çirkindi ve üstelik inanılmaz fakirdi; ne kafasını sokacak bir damı, ne de ailesi vardı ve bu kahrolasıca varlığını bir zerre olsun düzeltebil­

me şansına sahip değildi. Sadece yaşama tutunabilmek adına, kendi rüyasını canlandırıyordu zihninde, çünkü geriye kalan koskoca bir dünya idi ve bu dünyanın içinde ne var ne yoksa, hepsi birden on­

dan kaçıyordu. Bu bastırılmış ve imkansız düş, köşesinde kemirdiği, kendini gülünçlük örtüsü ile örtmeden istenilemeyecek, muhteşem lezzetli ama üzerinde hiç et kalmamış kocaman bir kemik parçasın­

dan başka bir şey değildi.

Yüreğim parçalanıyordu onun için.

"Yaklaş, ufaklık," dedi Tahta Bacak, bir taraftan da şekerleme ka­

vanozlarından birinin kapağını açıyordu.

Bana bir şekerleme uzattı, beni oturmam için yanına davet etti ve uzun uzun yüzüme baktı.

"Yüzünü göster biraz bana, evlat," dedi parmak uçlarıyla çenem­

den tutup kafamı kaldırarak. "Hımmm! Tanrı seni yaratırken özel olarak ilgilenmiş, oğlum. Özenip bezenmiş! .. Nasıl oluyor da gözle­

rin mavi senin, annen Fransız mı?"

"Hayır."

"O zaman büyükannen Fransız olmalı?"

"Hayır."

Pütürlü elleri önce saçlarımın arasında gezindi, sonra yanağıma doğru indi.

"Gerçek bir melek suratın var, ufaklık."

"Çocuğu rahat bırak!" diye bağırdı, sokağın köşesinde beliren simsar Bliss.

Yaşlı gumiye, korkuyla elini yüzümden çekti.

"Kötü bir şey yapmıyorum," diye homurdandı.

"Neden söz ettiğimi iyi anladın," dedi Bliss. "Seni uyarıyorum,

babası kolay bir adam değildir. Öbür ayağını da o koparır da ruhun bile duymaz,

sokağımda

iki bacağı kesik, kıçı yerde sürünen bir ada­

mın dolaşması benim de hiç mi hiç hoşuma gitmez. Şanssızlık ve bela getirdiğini söylerler hep."

"Sen ne diyorsun Bliss!"

"Git başkalarına bulaş, ahlaksız. Sen gırtlak gırtlağa gelmeyi, bo­

ğazlamayı seversin, o hayvan damı gibi dükkanında küflenip çocuk­

lara sulanacağına, neden İspanya'ya gitmiyorsun? Ortalığı kan gö­

türüyor orada, üstelik taş gibi ete de ihtiyaçları var, senin gibi yani!"

"Oraya gidemez," dedi berber. "Bir bacağı protez ve kıvrılmıyor."

"Kapa çeneni sen, hamamböceği," diye bağırdı Tahta Bacak, du­

rumu kurtarmak için. "Yoksa o paslı, mikroplu usturalarını tek tek yuttururum sana."

"Tamam da, bunu yapabilmen için önce beni yakalaman gerek.

Sonra bil ki ben bir hamamböceği değilim, anladın mı? Ne bir bok çukurundan çıktım ne de antenlerim var."

Simsar Bliss, onların yanından uzaklaşmam için işaret etti.

Tam kalkıyordum ki, evlerin arasındaki dar bir sokaktan çıkıp ge­

len babamı gördüm. Onu karşılamaya koştum. Vaktinden önce eve dönüyordu; ışıl ışıl gülücükler saçan yüzünü, koltuğunun altına sı­

kıştırdığı paketi görünce keyifli olduğunu anladım hemen. Elimdeki şekeri görünce nereden aldığımı sordu, sonra hemen bakkala doğru seğirtti, parasını ödemek için. Tahta Bacak, basit bir şekerleme lafı ol­

maz, yüreğimden geçti dercesine babamın kendisine uzattığı parayı almayarak, eliyle itmeye çalıştı; babam bu gözle bakmadığını söyle­

yerek parayı almasını istedi.

Sonra birlikte eve döndük.

Babam kahverengi kağıt kaplı paketi önümüzde açtı ve her birimiz için aldığı hediyeleri bizlere verdi; anneme bir başörtüsü, kız kardeşi­

me bir elbise, bana da pırıl pırıl parlayan bir çift kauçuk çizme almıştı.

"Delilik bu," dedi annem.

"Neden?"

"Bunların hepsi kim bilir kaç paradır, o paraya senin ihtiyacın var halbuki."

)

"Bu sadece bir başlangıç," dedi babam, keyifliydi. "Size söz veri­

yorum, çok kısa bir süre sonra buradan taşınacağız. Çok çalışıyorum, başaracağım. İşler yolunda gidiyor, o zaman neden bundan faydalan­

mayalım ki? Perşembe günü bir tüccarla buluşacağım, adamın ana caddeye bakan bir dükkanı var. Ciddi birisi, ticareti de iyi biliyor üs­

telik. Beni ortak olarak alacak."

"Yalvarırım İsa. Eğer gerçekleşsin istiyorsan, planlarından hiç söz etme. Biliyorsun, talih yüzüne hiç gülmedi."

"Her şeyi anlatmıyorum, rahat ol sen. Çok güzel bir sürpriz ola­

cak. Beni işe almak için, müstakbel ortağım belli bir meblağı ödeme­

mi şart koştu, ve ... Ve bu parayı biriktirdim ben!"

"Tamam, İsa daha fazla anlatma ne olur!" diye bir kez daha ısrar etti annem, sonra da nazara ve kem gözlere karşı ağzıyla etrafa, "tüü, tüüü" diye tükürdü. "Bırakalım işler kendi mahremiyetinde yürü­

sün. Kem gözler çok konuşanları hiç mi hiç affetmez."

Babam sustu, ama gözleri hiç alışık olmadı

g

ım şekilde, bir zaferin keyfini yudumluyormuşçasına parlıyordu. O gece kaderiyle yeniden barışmasını kutlamak istiyordu; tavukçuya gitti, bir horoz kestirdi, eve gelmeden önce orada tüylerini yoldu, içini boşalttı ve küçük bir sepete koyarak, üstünü örtüp eve getirdi; o gece, çoğunlukla yiyecek pek fazla bir şey bulamayan komşularımıza duyduğumuz saygıdan dolayı çok geç ve gizlice yedik yemeğimizi.

Babamın etekleri zil çalıyordu. Kendilerini düğün yerinin ortasın­

da bulan bir avuç kafadar bile onun kadar mutlu olamazdı. Kalan günleri parmak hesabı ile sayıyordu. Beş gün kaldı; dört gün kaldı;

üç gün ...

İşine gidip gelmeye devam ediyordu, ama erken dönüyordu eve.

Sırf benim onu karşılamak için kollarımı açarak ona doğru koştu­

ğumu görebilmek için ... Eve geldiğinde beni uyumuş bulmak onun keyfini kaçıracaktı, bunu biliyordu. O yüzden beni ayakta görmek istiyordu; benim, artık rüzgarın döndüğünden, gökyüzümüzün bu­

lutlardan arınıp masmavi olduğundan,

benim babamın

da bir çınar ağacı kadar sağlam olduğunu, sadece kollarının gücü ile dağları bile yerinden oynatacağını anladığımdan emin olmak istiyordu ...

Ve nihayet dört gözle beklenen o perşembe günü geldi, çattı.

Mevsimlerin, varlığını inkar ettikleri günlerden biriydi. Böyle günlerden yazgı bile kendini korurdu, hatta şeytanlar bile. O per­

şembe de böyle günlerden biriydi işte. Babam anlamıştı aslında. Gün doğumundan beri bu işareti yüzünde taşıdığını görebiliyordum.

Yaşamımın geri kalanında, babamın o günkü yüz ifadesini hep anım­

sayacağım. Aforoz edilmiş gibi, şiddetli sağanak ve gök gürültüsün­

den çirkinleşmiş, sefil, öfkeli, lanet bir gündü. Gök kararmış, bu işin içinden nasıl çıkacağını düşünüyordu.

"Böyle bir günde dışarı çıkmayı düşünmüyorsundur herhalde,"

dedi annem.

Babam, gözlerini gökyüzünü kötü bir alamet gibi kaplayan mavi karanlığa sabitlemiş, odamızın eşiğinde çakılmış gibi dikiliyordu.

Buluşmasını ileri bir güne atıp atmamayı düşünüyordu. Ama baht, kararsız insanlara gülmezdi. Bunu iyi biliyordu ve içini kemiren erte­

leme fikrinin de onu yolundan alıkoymaya çalışan şeytana ait oldu­

ğunu düşünüyordu. Birden bana döndü ve ona eşlik etmemi söyledi.

Belki de beni yanına almakla kaderi yumuşatacağını, darbelerin ağır-lığını hafifletebileceğini sanmıştı. '

Üstüme hemen kukuletalı ganduramı, ayaklarıma da kauçuk çiz­

melerimi geçirdim ve babamın peşine düştüm.

Buluşacağımız yere vardığımızda, yağmur iliklerimize işlemiş­

ti, sırıls�klamdık. Ayaklarım çizmelerimin içinde yüzüyordu ade­

ta, kapşonum ise sırtımda taşıdığım bir testiye dönüşmüştü. Sokak bomboştu. Kaldırımda devrilmiş bir at arabasından başka hiçbir şey yoktu ortalıkta ... Ya da biz öyle zannediyorduk. Çünkü El Moro oradaydı; insanın kaderine saldıran vahşi bir yırtıcı kuştu sanki.

Durduğumuzu gördüğü an saklandığı yerden fırladı aniden. Gözleri bir av çiftesinin namlusunun ucunu andırı

y

ordu; göz çukurlarının içinde ölüm yatıyordu sanki. Babam, onun burada karşısına çıkabile­

ceğini hiç düşünmemişti. El Mora olayı fazla uzatmadı; önce sert bir kafa darbesiyle saldırdı babama, bunu tekme ve yumruk darbeleri izledi. Neye uğradığını şaşıran babamın, direnmeye başlaması için bir süre geçmesi gerekti. Sonra yiğitçe dövüşmeye başladı, her

dar-beye darbeyle karşılık veriyordu, pabucu ucuza bırakmayacaktı, ka­

rarlıydı bunda. Ama El Moro ustaydı; pişkin haydutlara özgü aldatıcı oyunları, darbelerden sakınma becerisi, silik, suskun köylünün, yani babamın dövüşme cesaretini körüklemeden öteye gidemiyor, cesa­

retlendikçe de babam inanılmaz sert darbeler alıyordu. En son bir çelmeyle babam yere düştü. El Moro üstüne kapaklandı, adeta bir şeylerden öcünü alıyor, babama tekrar ayağa kalkına şansı vermeden vuruyor, vuruyor, vuruyordu ... Kaskatı kesilmiştim. Kötü bir düşte gibiydim. Bağırmak, yardım çağırmak istiyordum, ancak sadece isti­

yordum, isteğime yanıt veren tek bir damarım, tek bir kasım yoktu, sesler ağzımdan çıkmıyordu. Yerde yatan babamın kanı, yağmur su­

larına karışıyor, derelerden akıp gidiyordu. El Moro'nun umurunda bile değildi. Tam olarak ne istediğini biliyordu. Babam kendinden ge­

çip debelenmeyi bırakınca, leş kargası avının üstüne eğildi, gandura­

sını yukarı doğru sıyırdı, ağzına kadar parayla dolu keseyi babamın koltuk altına saklamış olduğunu görünce, şimşek çaktığında gecenin aydınlanması gibi yüzü ışıdı El Moro'nun. Bir bıçak darbesiyle, baba­

mın koltuğunun altındaki para kesesini on1zuna bağladığı ipleri kes­

ti, keseyi koparırcasına çekip aldı, eliyle tartar gibi yaptı, ağırlığından tatmin olmuştu, sonra beni hiç umursamadan uzaklaştı ve kayboldu.

Babam uzunca bir süre yerde uzanmış halde kaldı, yüzü kan re­

van içindeydi, gandurası çıplak karnına kadar sıyrılmıştı. Başka bir gezegende gibiydim. Oradan nasıl, ne şekilde evimize döndüğümü­

zü hiç hatırlamıyorum.

"Sattılar beni," diye lanet okuyordu babam. "O köpek benim için oradaydı. Beni bekliyordu. Üstümde para olduğunu biliyordu.

Biliyordu, biliyordu ... Bu bir tesadüf olamaz, hayır; o pislik herif be­

nim için oradaydı."

Sonra sustu.

Günler, geceler boyu bir tek kötü söz dahi etmedi.

Adak mumlarının eridiğini, sağanak yağmur altında topak topak toprakların un ufak olduğunu görmüştüm; babam da tıpkı bu hal­

deydi. Yemeden, içmeden, köşesine büzülmüş olarak, acımasızca, tel tel eriyordu babam. Başını eğip dizlerine dayıyor, parmaklarını

ense-sinde kavuşturarak, sanki nefes bile almadan hıncını, küskünlüğünü kafasında sürekli evirip çeviriyordu. Ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin son sözü hep yazgısının söylediğini anlamışb artık, ne dağ­

lar üzerine edilen yeminler, ne en dindar adaklar, yazgısının çizdiği yolu değiştirmeye yetiyordu.

Bir gece, sarhoşun birinin öfke kusan naralarını duyduk, sesler so­

kaktan geliyordu. Sövüp saymaları sanki bir mezarın içine girip ora­

da dönüp duran şiddetli rüzgar gibi avlunun içinde yankılanıyordu.

Erkeklere köpekler, kadınlara kancık domuzlar diye hakaretler savu­

ran, insanları sefiller, alçaklar, daha da karanlık günleriniz olacak diye tehdit eden kudurganlık ve aşağılama dolu canice bir sesti; cezalan­

dırılamayacağından son derece emin, bu duygunun verdiği cesaretle sakillik ve kahpelik dozunu gittikçe artıran acımasız bir derebeyinin, bir egemenin sesiydi; bu küçük, zavallı insanların kıyamet gününü anımsatan bin tane sövgü ve nara arasında bile tanımlamakta zor­

luk çekmeyecekleri bir sesti: El Moro'nun sesi! .. Sesi tanıyan babam, kafasını o kadar ani bir şekilde kaldırdı ki kafasının arkasını şiddetle duvara çarptı. Uzun saniyeler boyunca öylece buz kesmiş gibi kaldı;

ardından, kendi gölgesinin içinden ortaya çıkan bir hayalet gibi ayağa kalkıp gaz lambasını yaktı, bir köşeye yığılı çamaşırların yanına çö­

meldi, çamaşırların arasına elini sokup karıştırdı, bir şeyler arıyordu, aradığını buldu, deriden eski bir torbaydı, açtı torbayı. Gözleri alevle­

rin yansımasıyla parlıyordu. Nefesini tuttu, trans halindeydi, kararlı bir şekilde elini torbanın içine soktu. Elini torbadan çıkardığında avu­

cunun içinde, sapından tuttuğu bir kasap bıçağı parlıyordu. Ayağa kalktı, gandurasını giydi, bıçağı kukuletasının içine sakladı. Annem köşesine büzülmüş titriyordu. Kocasının artık çıldırdığını anlamış­

tı, ama onu mantıklı davranmaya dave� etmeye cüret edemiyordu . Zaten bu tür hikayelere kadınlar burunlarını sokamazlardı bizde.

Babam kapının örtüsünü araladı ve zifiri karanlıkta kayboldu.

Kasırgaya okunan bir ezan sesini anımsatan ayak seslerini işittim.

Avlunun dış kapısı önce ağlar gibi gıcırdadı, sonra kendi üstüne ka­

pandı; ardından, sessizlik. .. Bu sessizlik sabaha dek beni uçurumun kenarında tuttu.

Babam gizlice geri döndüğünde şafak söküyordu. Gandurasını çıkartb üstünden, bir kenara fırlattı ath, bıçağı torbasının içine yer­

leştirdi tekrar, ardından o lanet perşembe gününden beri sığındığı köşeye geçti. Tekrar büzüldü ve hiç kımıldamadı.

Haber, bir saman alevi gibi çabucak yayıldı Jenane Jato'da. Simsar Bliss zafer edası içinde, bağırarak kapı kapı dolaşıyordu mahallede:

"El Moro öldü, artık rahatlayabilirsiniz iyi yürekli, namuslu insanlar.

El Moro artık etrafı kasıp kavuramayacak; birisi yüreğine sapladığı bir hançerle onu gebertti."

İki gün sonra babam beni amcamın eczanesine götürdü. Kıpkırmızı gözleri, uzamış sakalı ile ateşli bir hastalığın pençesine düşmüş bir insan gibi titriyordu.

Amcam, bizi karşılamak üzere tezgahın ön tarafına geçmedi.

Dükkan sahiplerinin kepenklerini açmaya henüz başladıkları saba­

hın

köründe onu ziyarete gelmiş olmamıza pek anlam veremiyordu.

Babamın geçen günkü saldırgan tavrından ötürü pişmanlık duydu­

ğunu, hatasını telafi etmek için geldiğini sanan amcam, babamın tek­

düze bir sesle söylediklerini duyunca rahatladı:

"O gün haklı olan sendin, Mahi. Oğlumun benim yanımda hiçbir geleceği yok."

Amcam şaşkınlıktan ağzı açık kalmış, kardeşine bakıyordu.

Babam önümde diz çöktü. Parmaklarıyla sıkıca omuzlarımdan kavradı, canımı yakmıştı yine. Gözlerimin içine bakarak:

"Senin iyiliğin için evladım. Seni terk etmiyorum, seni reddetmi­

yorum; sadece şansını kullanmanı istiyorum."

Alnımdan öptü - sadece saygı duyulan büyüklerin yapabileceği bir jestti bu - bana gülümsemeye çalıştı, beceremedi, ayağa kalktı ve koşar adımlarla kendini sokağa attı, gözyaşlarını kimsenin görmesini istememişti.

Amcam şehrin Avrupalı yakasında güzel, insana huzur veren, çepe­

çevre dökme demir parmaklıklı, pencerelerinde dışa doğru açılan ah­

şap panjurları olan sağlı sollu evlerin bulunduğu, asfalt kaplı bir soka­

ğın sonunda oturuyordu. Özenle budanmış incir ağaçlarının yükseldiği kaldırımlarıyla çok güzel bir sokaklı. Kaldırımlarında, yaşlı insanların oturup gelen geçenleri seyrettikleri sıra sıra banklar vardı. Çocuklar küçük parklarda gönüllerince oynuyorlardı. Üzerlerinde, ne Jenane Jato'nun çocuklarının paçavraları, ne de sevimli yüzlerinde kötü yaz­

gı alametleri vardı, yaşamın zevk ve nimetlerini özgürce soluyorlardı.

İnanılmaz bir huzur ve sükunet hüküm sürüyordu mahallede; kulağa sadece çocukların neşeli gülüşleri ve kuş cıvıltıları çalınıyordu.

Amcamın evi tek katlıydı, girişte küçük bir bahçe, yan tarafta ise, kenarları çiçek ve bitkilerle bezeli kısa bir yol vardı. Mor çiçekli be­

gonyalar, bahçe duvarını aşmış boşlukta sallanıyorlardı. Evin önün­

deki verandanın üstü, dalları binlerce kez birbirlerine dolaşan bir asma ile örtülüydü.

"Yazın üzüm salkımları her yandan sallanır," dedi amcam bahçe kapısını iterken. "Koparmak için parmaklarının ucunda yükselmen yeterli olacaktır."

Gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Çok mutluydu.

"Burası çok hoşuna gidecek evladım."

Evin kapısını kırk yaşlarında, kızıl saçlı bir kadın açtı. Yuvarlak suratlı, gözleri su yeşili renginde güzel bir kadındı. Evin kapısında beni ayakta görünce, iki elini birleştirdi, kalbinin üstüne götürdü, bir an öyle kaldı, sesi çıkmıyordu. Sonra bakışları koşarmışçasına amca­

mınkileri aradı, "patronun" onayına ihtiyacı vardı, o muydu bu ço­

cuk ve "patron" başıyla hafifçe onayladı.

"Aman Tanrım! Ne kadar güzel bir çocµk," diye bir çığlık attı, ar­

dından bana daha yakından bakabilmek için yere doğru eğildi.

Kollarıyla beni o denli çabuk kavradı ki, neredeyse arkaya doğru düşecektim. Bazen sert ve ani, hatta erkeksi hareketler yapabilen güç­

lü bir kadındı. Beni kollarının arasına aldı, sımsıkı sarıldı, kalbinin abşlarını hissediyordum. Bir lavanta tarlası kadar güzel kokuyordu, göz kenarlarında birikmiş, akıp akmamakta tereddüt eden yaşlar, ye­

şil gözlerinin güzelliğini bir kat daha ortaya koyuyordu.

"Sevgili Germaine," dedi amcam, sesi titriyordu. "Sana Yunus'u ta­

ruşbnyorum, düne kadar yeğenimdi, ama bugünden itibaren oğlumuz."

Kadının tüm bedeninin titrediğini hissediyordum; kirpiklerinin kenarında asılı duran gözyaşı damlası, heyecandan bir nefeste yana­

ğından aşağıya doğru süzüldü.

"Jonas," dedi kadın zor engellediği hıçkırıklarını bastırmaya çalı­

şarak. "Jonas, ne kadar mutlu olduğumu bilemezsin!"

' "Arapça konuş, henüz hiç okula gitmedi."

"Hiç önemli değil, çaresini buluruz."

Hala titriyordu, ayağa kalktı, elimden tutarak beni bir salona sok­

tu; gözüme bir ahırdan bile büyük görünen salon muhteşem mobil­

yalarla bezenmişti. İki sallanan koltuk ile aralarına yerleştirilmiş tek ayaklı yuvarlak bir masanın bulunduğu verandaya açılan uzun per­

delerle bezeli büyük camlı kapıdan içeri gün ışığı süzülüyordu.

"Burası artık senin yeni yuvan Yunus," dedi Germaine.

Mutluluktan ağzı kulaklarına varan amcam, bizim peşimizden geliyordu, koltuğunun altında bir paket vardı.

"Birkaç parçcı giyecek aldım ona. Yarın da sen başka şeyler alır­

sın."

"Tabii, her şeyiyle ben ilgileneceğim. Hadi sen git artık, müşterile-rin seni bekliyorlardır."

"Anladım, anladım, onu sadece kendine saklamak istiyorsun!"

Germaine tekrar bana doğru eğildi, hayran hayran bakıyordu:

"Çok güzel anlaşacağımızı zannediyorum, değil mi Jonas?" dedi bana Arapça.

Amcam, elindeki giysi paketini komodinin üzerine bıraktı, rahat

ve huzurlu bir tavırla kanepeye yerleşti, ellerini dizlerinin üstüne koydu, fesini hafifçe arkaya doğru devirdi.

ve huzurlu bir tavırla kanepeye yerleşti, ellerini dizlerinin üstüne koydu, fesini hafifçe arkaya doğru devirdi.

Belgede Yasmina Khadra. Armağan Sarı (sayfa 60-77)