ladı:
"Bizler tembel insanlar değiliz. Biz yaşama zaman ayırıyoruz sa
dece. Ancak Batılılar için durum böyle değil. Onlar için zaman, para demek. Oysa bizim için zamanın bir bedeli yok. Bizim mutluluğu
muz için bir bardak çay yeterliyken, onlara hiçbir mutluluk yeterli
gelmiyor. Aradaki bütün fark bu işte, evladım."
O günden sonra Maurice ile hiç konuşmadım, artık ondan kork
muyordum da.
Sonra, bir kez de o günü yaşadım -yaşadığım onca günün arasın
da bir gün işte- çünkü düş kurmayı öğreniyordum ve gafil avlandım.
Lucette' e, pantolon imalatı yapan teyzesinin, bizimkinin iki ma
halle yukarısındaki Choupot' da bulunan atölyesine kadar eşlik et
miş, yürüyerek eve dönüyordum. Bir Ekim sabahı idi, kocaman, balkabağı gibi bir güneş gökyüzünü süslüyordu. Sonbahar, ağaçların son kalan yapraklarını dökerken, rüzgar kucak dolusu ölü yaprağı yerden kaldırarak daireler halinde döndürüyordu. Lucette ile birlikte mağazalarının vitrinlerine bakmayı sevdiğimiz bulvarda bir de mey
hane vardı. Tepesindeki tabelada yazan adını unuttum, ancak oranın müdavimleri olan ayyaşları çok iyi anımsıyorum; genelde polisin copla giriştiği, gürültücü ve kavgacı insanlardı. Meyhanenin hizasına henüz gelmiştim ki şiddetli bir kavga patlak verdi. Ağza alınmayacak küfürleşmeleri, masa ve sandalye gürültüleri takip etti ve öfkeden kıpkırmızı kesilmiş iri yarı bir adam, boynundan ve pantolonunun paçasından yakaladığı bir dilenciyi kapıdan dışarı fırlattı. Zavallı he
rif, saman balyası gibi ayaklarımın dibine düştü.· Körkütük sarhoştu.
"Bir daha buralarda görünmeyi aklına bile getirme sakın, bit
li pislik," diye tehdit etti meyhane kapısındaki merdivende dikilen dükkan sahibi. "Senin gibilerine göre bir yer değil burası!"
Adam içeri girdi, bu sefer de elinde bir pabuçla dışarı çıktı.
"Pabuçlarını da al, kıçımın kenarının Joha'sı.1 Geçir ayaklarına, ge
bereceğin yere daha rahat ve çabuk ulaşırsın!"
Meyhaneci pabuçları dilencinin kafasına fırlattı, adamcağız ken
dini korumak için gayriihtiyari boynunu omuzlarının içine çekti.
Boylu boyunca kaldırıma yattığı için yolumu kesmişti, karar veremi
yordum, çevresinden mi dolaşmalıydım, yoksa üstünden mi atlama
lıydım.
1 Nasreddin Hoca' ya Cezayfr' de verilen ad, bizdeki gibi nükteleri ve hikayeleri ile tanınan Nasreddin Hoca Cezayir' de gezgin bir derviş olarak bilinmektedir.
(ç.n.)
Dilenci yeri soluyordu, yanağı kaldırıma çarpıp ezilmiş, türbanı ensesine devrilmişti. Sırtı bana dönüktü. Titrek elleri ile bir şeylere dayanmak, tutunmak ve doğrulmak istiyordu, ama o kadar çok iç
mişti ki tüm çabaları boşa gidiyordu. Epeyce çabaladıktan sonra kıçı
nın üstünde doğrulmayı başardı, el yordamıyla pabucunu arıyordu, nihayet buldu, ayağına geçirdi ve sonra türbanını üstünkörü kafası
nın etrafına doladı.
Kötü kokular yayıyordu etrafa, sanırım üzerine işemişti. Düş
memek için bir elinin üstüne abanmış, diğer eliyle bastonunu arıyor
du. Bastonun kaldırımın kenarındaki su giderinin yanında olduğunu gördü, ona ulaşabilmek için tekrar yüzüstü yattı, bastonuna kadar süründü. Aniden benim varlığımın farkına vardı, duraksadı. Kafasını bana doğru kaldırdığında, dünya başıma yıkılmıştı.
Babamdı bu!
Babam ... Dağları yerinden oynatacak, belirsizliklere diz çöktüre
cek, kaderin boynunu bükebilecek güce sahip babam! .. İşte oradaydı, ayaklarımın dibinde, kaldırımın üstünde, pisliğe batmış üstü başı ko
kan, yüzü gözü şiş içinde, dudak kenarlarından kusmuk ve salya sü
zülen, gözlerinin mavisi, suratındaki mavilikler kadar trajik; babam! . . Bir enkaz .. . Bir paçavra yığını ... Bir trajedi!
Bana sanki bir hortlakmışım gibi bakıyordu. Çapak içindek� şiş gözlerinin iyi görmediği belliydi, yüzü bir çöp toplayıcısının e] leri arasındaki eski bir ambalaj kağıdı gibi buruş buruş olmuştu.
"Yunus?" sözcüğü döküldü ağzından, dudakları kımıldamadan.
Bir çığlık değildi bu ... Tonunu yitirmiş bir hayret ifadesi ile hıçkır
ma arzusu arasında gidip gelen bir hırıltı, bir inlemeydi.
Allak bullak olmuştum.
Durumun ciddiyetinin farkına varmış olmalıydı ki, aniden doğru
lup, ayağa kalkmaya çabaladı. Gözlerini benden ayırmadan, yüzün
de sarf ettiği çabanın yol açtığı gergin çizgilerle, bastonuna abandı, hiçbir inleme sesi çıkartmamaya çaba gösteriyordu. Ama dizlerinin ihanetine uğradı ve sendeleyerek tekrar düştü, bu kez düştüğü yer rögar kapağıydı. Benim için, yıllarca çabalayarak yarattığım kumdan şatonun yıkılmasıydı sanki, geçmişin vaatleri_nin ve en kutsal, en
de-�erli dileklerimin pulları, kabukları soyuluyordu keşişlemeden esen rüzgarın acımasızlığıyla. Acımın tarifi mümkün değildi. Ona doğru eğilip, kolunu boynuma atıp, onu yerden kaldırmayı ne kadar çok isterdim. Bana elini uzatmasını, benden destek alarak ayağa kalkma
sını isterdim. Başka bin bir şey daha isterdim, bin zıplama tahtası, bin sırık isterdim onu ayağa dikebilmek adına, ama gördüklerimi ka
bul etmeyi reddedecek sadece gözlerim kalmıştı, bedenimin hiçbir uzvu çağrılarıma cevap vermiyordu. Ben babamı, ayaklarımın dibine çökmüş, korkuluk gibi bir kılıkla, uzamış kapkara tırnaklarıyla, akan burnuyla tahayyül edemeyecek kadar çok seviyordum.
Sarhoşluğunu yenemediğinden, doğrulabilmek için delice nafile çırpınışlarla kendini helak ediyordu, ezilmiş elinin bir işaretiyle ben
den gitmemi istedi.
Son bir gurur gösterisiyle, derin bir nefes aldı ve tekrar bastonuna abandı. Kalan öz saygısının ta dibine kadar inerek kırıntıları topladı, bir öne bir geriye doğru yalpaladı, bir eliyle duvardan destek aldı, baldırları yumuşamıştı artık; ayakta kalabilmek için tüm varlığıyla, duygularıyla amansız bir savaş veriyordu. Hala var olduğunu san
dığı gücüne dayanmak istiyordu, ölüme terk edilmiş, yere yıkılmak üzere olan yaşlı bir yılkı atı gibiydi. Sonra bir adım, bir adım daha;
uzaklaşıyordu. Her attığı adımda, daha düzgün yürüyebilmek, du
vardan uzaklaşmak için büyük çaba gösteriyordu, aslında düzgün yürüyebileceğini kanıtlamaktı çabası. Kendi kendiyle giriştiği bu do
kunaklı savaşta, yıkımın en yiğit, ama bir o kadar da grotesk yanı göze çarpıyordu. Fazla uzağa gidemedi, çok sarhoştu, birkaç metre sonra soluklanmak niyetiyle durdu, gidip gitmediğimi anlamak için geriye dönüp baktı. Ellerim kollarım sallanır halde ve gördüklerim
den dolayı en az onun kadar sarhoş, yerimden bile kımıldamamıştım.
İşte o an, bana o bakışı fırlattı, öyle bir bakış ki yaşamım boyunca yakamı hiç bırakmadı; en mert babanın, evlatların en mükemmeline edeceği de dahil her türlü yeminin içinde boğulabileceği, düşmüş, zavallı bir bakıştı ... Öylesine bir bakış ki, insanın tüm yaşamı boyun
ca sadece bir kez atabileceği bir bakıştı bu, çünkü ardında ya da son
rasında yaşama dair başka hiçbir şey yoktur. Bakışlarını bana son kez
yönlendirdiğini anladım; bende hayranlık ve dehşet uyandıran, beni pamuklar içinde koruyan ve hazır ola geçirten, seven ve yüreğimi sızlatan o gözler bir daha bana bakmak için kalkmayacakh artık, bu son bakışıydı.
"Ne zamandır bu durumda?" diye sordu doktor, stetoskobunu çantasına yerleştirirken.
"Eve geldiğinde öğle saatleriydi," dedi Germaine. "Bir şeyi yoktu.
Sonra masaya geçtik, yemek için. Henüz biraz yemişti ki, birden aya
ğa fırlayıp tuvalete koştu ve kustu."
Doktor, ince uzun, solgun suratlı bir adamdı. Antrasit rengi elbi
sesi, ona bir kahin havası veriyordu. Gözlerini benden ayırmadan, otoriter bir tavırla çantasını kilitledi.
"İtiraf etmeliyim ki neyi var çözemedim. Ateşi yok, terlemiyor ve hiçbir soğuk algınlığı belirtisi göstermiyor."
Germaine ile birlikte yatağımın ayakucunda duran amcam, hiç
bir şey söylemiyordu. Doktorun beni muayene etmesini, arada sı
rada ona endişeli gözlerle bakarak sonuna kadar dikkatle izlemişti.
Doktor ağzımın içine bakmış, küçük bir el lambası ile gözlerimi ve gözkapaklarımı izlemiş, parmaklarıyla defalarca kulak arkalarımı kontrol etmiş, nefesimi dinlemişti. Yataktan kalkarken kafasında ihti
yatlı şeyler tasarladığı belliydi.
"Mide bulantılarına karşı bazı ilaçlar yazacağım. Bugün mutlaka yatakta kalması gerek. Normalde geçecektir. Bünyesinin kabul etme
diği bir şeyler yemiş olmalı. Geçmezse beni arayın lütfen," dedi.
Doktor gittikten sonra Germaine yanımda kalmıştı. Tedirgindi.
"Sokakta bir şeyler mi yedin?"
"Hayır."
"Karnın ağrıyor mu?"
"Hayır."
"O zaman neyin var yavrum?"
Neyim olduğunu bilmiyordum. Her yöne doğru hareket ediyormu
şum gibi geliyordu. Kafamı kaldırdığım an başim dönüyordu. Sanki bağırsaklarım birbirlerine dolaşmış, ruhum ise uyuşup körelmişti...
Uyandığımda hala geceydi. Sokağın gürültüleri kaybolmuştu.
Dolunay odamı aydınlatıyor, hafif bir rüzgar bitkilerin uçlarıyla cil
veleşiyordu. Saat çok geç olmalıydı. Normalde komşularımız gökyü
zündeki yıldızları saymadan yatmazlardı. Ağzımda ödümsü bir tat vardı, boğazım yanıyordu. Üstümdeki yorganı ayağımla itekleyip, ayağa kalktım. Bacaklarım titriyordu. Pencereye yaklaştım, burnumu cama dayadım ve bir siluetin geçmesini bekledim. Her gece kuşunda babamı bulmak istiyordum.
Germaine sessizce odaya girdi, yüzü buğuluydu, vücudu ise buz kesilmişti. Beni tekrar yatağa yatırmak için sabırsızlanıyordu. Ben ise onun söylediklerini işitmiyordum. Yer yer, yüzü annemin yüzünün altında kayboluyordu; daha sonra babamın yüzü her ikisininkini de iteleyerek karşıma geçiyordu, her ikisinin nöbetleşe gözümün önüne gelişled ile birlikte karnıma dayanılması güç ağrılar saplanıyordu.
Ne kadar süre hasta kaldığımı hatırlayamıyorum şimdi. Tekrar okulun yolunu tuttuğun1da Lucette çok değiştiğimi, artık eski ben ol
madığımı utanarak itiraf etmişti. Evet, içimden bir şeyler kopmuştu.
Simsar Bliss, amcamı görmek için eczaneye gelmişti. Daha kapı
da gırtlağını temizlemeye başladığında tanıdım onu. Başka kimsede olmayan bir gırtlak temizleme biçimi vardı. Geldiğinde, dükkanın ar
kasındaki küçük odada derslerime çalışıyordum. Bulunduğum oda ile dükkanı ayıran perdenin dalgalanmasından onu görebiliyordum.
İliklerine kadar ıslanmıştı, üstünde ona çok büyük gelen, kenarları fistolu eski bir maşlah, bacaklarında çamura batmış gri bir şalvar, ayaklarında ise döşemede kocaman çamur izleri bırakan kauçuk ter
likler vardı.
Amcam muhasebe defterini kapadı ve kafasını kaldırdı. Simsarın bu ziyaretinin hayırlı bir amaç taşıyabileceğini düşünmüyordu.
Bliss'in yolu Avrupalı mahallelere çok nadir düşerdi. Güç durumda kalmış hayvan bakışlarını gördüğünde, uğursuz bir rüzgarın kendi
sine doğru esmeye başladığını anlamıştı amcam.
"Evet?"
, Bliss hemen elini başındaki fesin altına sokarak başını sertçe
ka-şımaya başladı; bu onda büyük bir sıkıntının içinde olduğunu ifade etmek için yaphğı bir tik halini almışh arbk.
"Kardeşiniz hakkında görüşmeye geldim, doktor bey."
Amcam ani bir hareketle önündeki muhasebe defterini kapattı ve arkasına, bana doğru döndü. Onları izlediğimi anladı. Tezgahın öbür ucuna geçti, Bliss'i tuttuğu gibi oturduğu iskemleden kaldırdı, dükkanın en uzak köşesine çekti. Ben de daha iyi duymak için arada
ki perdenin arkasına geçmiştim.
"Ne olmuş kardeşime?"
"Kayboldu ... "
"Ne? .. Ne demek kayboldu?"
"Yani, evine gelmiyor."
"Ne zamandan beri?"
"Üç haftadır."
"Üç haftadır mı? Üç hafta geçmiş, sen şimdi mi haber veriyorsun bana?" diye çıkıştı amcam.
"Karısının kabahati. Kocalarının yokluğunda bizim kadınların nasıl olduklarını bilirsin. Komşularından yardım istemek yerine yu
valarının yanmasını yeğlerler. Zaten ben de bu sabah Falcı Betül' den öğrendim. Kardeşinin karısı dün ondan falına bakmasını istemiş.
Avucunun içindeki çizgilerden kocasının başına ne iş geldiğini oku
masını istemiş Betül' den, o da kardeşinden üç haftadır hiçbir haber almadıklarını öğrenmiş bu sayede."
"Allahım!"
Çabucak çalışma masasına döndüm.
Amcam küçük odanın perdesini araladığında beni defter ve kitap
larımın arasına gömülmüş halde gördü:
"Bir koşu git Germaine'i çağır buraya, dükkanla ilgilensin, benim halletmem gereken acil işlerim çıktı."
Okul eşyamı toparladım ve sokağa çıkhm. Çıkarken Bliss' in gözle
rine bakmışhm bir şeyler sezebilir miyim diye ama, o gözlerini kaçır
mak için kafasını çevirmişti. Deliler gibi koşmaya başladım sokaklarda.
Germaine yerinde duramıyordu. Bir müşterinin işini halledip
yol-cu ettikten sonra hemen aradaki perdeyi açıp yanıma geliyor, beni kontrol ediyordu. Benim sükunetim onu endişelendiriyordu. Bazen dayanamıyor, tam arkamda durup parmak uçlarında yükselerek omzumun üstünden ezberlemeye çalışhğım metinlere göz atıyordu.
Saçlarımı okşuyor, oradan elini alnıma kaydırarak ateşimin olup ol
madığını kontrol ediyordu.
"İyi oltl uğun dan emin misin?"
Ona cevap vermedim.
Babamın, sarhoşluk ve utanç içinde titrer vaziyette bana fırlathğı son bakış, doymak bilmez bir kurt gibi içimi kemirmeye başlamıştı.
Akşam olalı saatler geçmesine karşın amcam henüz dönmemişti.
Tufan gibi yağmurun ıssızlaştırdığı sokakta bir at tökezleyip düşmüş, çektiği arabayı da kendisi ile birlikte devirmişti. Arabanın içindeki kömür bütün yola yayılmıştı; atına ve kötü havaya lanet okuyan ara
bacı çaresizlik içinde bir çözüm bulmaya çalışıyordu.
Germaine ile birlikte camdan, ön ayakları kıvrılmış, boynu bü
külmüş halde yerde yatan atı seyrediyorduk. Atın yeleleri yağmur suyuyla yolun döşeme taşları üzerinde dalgalanıyordu.
Yardım bulmaya giden arabacı, yağmura ve çakan şimşeklere meydan okuyan bir avuç gönüllüyle geri gelmişti.
Aralarından biri atın üzerine doğru eğildi.
"Senin beygir, sizlere ömür," dedi Arapça.
"Dalga mı geçiyorsun, sadece kayıp düştü."
"Sana hayvan kaskatı kesilmiş diyorum."
Arabacı, atının öldüğünü kabullenmek istemiyordu. Hayvana bakmak için kendini zorladı, başucuna diz çöktü, elini sürmeye cesa
ret edemiyordu atına.
"Bu imkansız. Çok canlı bir hayvandı."
"Hayvanlar yakınmayı bilmezler," dedi hayvanın öldüğünün far
kına varan gönüllü. "Basmışsındır kamçıyı ve işte sana sonuç bu, ar
kadaşım."
Germaine eline bir manivela aldı ve önce eczanenin demir ke
pengini yarıya kadar indirdi, sonra şemsiyesini elime tutuşturdu ve dükkanın ışıklarını söndürüp, beni dışarı çıkardı. Kilitleri taktıktan
sonra, şemsiyeyi elimden aldı, beni kendine çekip sımsıkı sarıldıktan sonra birlikte koşar adımlarla eve yollandık.
Amcam biz eve geldikten çok daha sonra geldi. Her tarafından yağmur suları akıyordu. Germaine, holde amcamın sırılsıklam man
tosunu ve ayakkabılarını çıkartmasına yardım etti.
"Neden yatmadı?" diye sordu, çenesinin ucuyla beni işaret ederek.
Germaine omuzlarını silkti ve merdivenden hızla üst kata çıktı.
Amcam dikkatle beni süzüyordu. Islak saçları, tavandaki avizenin ışıkları altında parlıyordu. Ama bakışlarındaki ifade karanlıktı.
"Senin şu anda odanda uyuyor olman gerekirdi. Yarın okulun var, biliyorsun."
Germaine elinde bir ropdöşambır ile geri döndü, amcam alıp üs- · tüne geçirdi, çıplak ayaklarına terliklerini de giydikten sonra bana doğru ilerledi.
"Hadi beni mutlu et, evladım. Odana çık."
"Konunun babası olduğunu biliyor," diye bilgilendirmek istedi kocasını Germaine.
"Konuyu senden önce öğrendi o. Ama bu yatmaması için bir ge
rekçe değil."
"Benden söylemesi, ne olup bittiğini öğrenmeden gözünü dahi kırpmayacaktır, bilesin. Söz konusu olan babası."
Germaine'in son sözlerinden hiç haz etmeyen amcam, bakışlarıy
la bu kızgınlığını belirtmeyi ihmal etmedi. Ama Germaine direniyor
du. Endişeliydi ve benden gerçeğin saklanmasını da haksızlık kabul ediyordu.
Amcam iki elini birden omuzlarıma koydu:
"Her yerde aradık. Hiç kimse görmemiş. Sıkça gittiği yerlerde bile, şu son günlerde kimse onu gördüğünü hatırlamıyor. Annenin ise nerede olabileceğine dair hiçbir fikri yok. Zaten neden ortadan kay
bolduğunu da anlamış değil... Aramaya devam edeceğiz. Simsar'la birlikte üç güvenilir adamı sadece bu işin peşinde koşmakla görev
lendirdim, izini bulabilmek için bütün şehri arayacaklar ... "
"Ben nerede olduğunu biliyorum," dedim birden. "Zengin olma
ya gitti ve çok güzel bir arabayla geri gelecek."
Amcam sayıklıyor muyum acaba diye endişeyle Germaine'e bak
tı, Germaine hafifçe kirpiklerini kapatarak onu rahatlattı.
Odama çıktım, yatağıma uzandım, bakışlarımı tavanda sabitleye
rek babamı bir yerlerde sadece bir kol hareketi ile büyük hazineler toplarken hayal ediyordum, tıpkı pazar öğleden sonraları Lucette'in babasının bizi götürdüğü filmlerdeki gibi. Bu arada Germaine du
rumumu kontrol etmek, artık sakinleştiğimden emin olabilmek için defalarca odama geldi. Her gelişinde uyuyormuş gibi yapıyordum.
Başucuma geliyor, usulca elini alnıma koyuyor, ateşim var mı, yok mu diye yokluyor, yastıklarımı düzeltiyor ve üstümü sıkıca örtükten sonra odayı terk ediyordu. Karanlıkta kapanan kapının tıkırtısını du
yar duymaz, üzerimdeki örtüleri fırlatıyor, gözlerimi tekrar tavana dikiyor, seyrettiği olağanüstü görüntülerin büyüsüne kapılmış bir çocuk gibi, başımın üstünde perdeye dönüşen tavanda, babamın se
rüvenlerini izliyordum soluk soluğa.
Simsar Bliss ve amcamın sırf bu iş için tuttuğu üç güvenilir adam elleri bomboş geldiler. Her yeri fellik fellik aramışlardı; polis karakol
larını, hastaneleri, genelevleri, batakhaneleri, çöplükleri, pazar yer
lerini, madrabazların, soyguncu ve hırsızların mekanlarını... Babam sanki buharlaşıp yok olmuştu.
Babamın kayboluşundan haftalar sonra, kimseye haber vermeden Jenane Jato'ya gittim. Artık şehri tek başıma sağa sola gidecek kadar öğrenmiştim ve annemi, Germaine' den izin almadan, amcamın eşliği olmadan tek başıma ziyaret etmek istiyordum. Annem bu ziyaretimi sert ve tatsız tuzsuz söylevlerle karşıladı. Varoşların hergele ve na
mussuz insanlarla dolu olduğunu, böylesine iyi giyimli bir çocuğu bu insanların kuytu yerlerde dilim dilim doğrayabileceklerini falan anlattı bana. Ben de ona babam burada mı veya babamdan bir ha
ber var mı diye öğrenmeye geldiğimi söyledim. Annem ise babamın, kimsenin onu merak etmesine ihtiyacı olmadığını, Falcı Betül'ün an
lathklarına göre babamın aslanlar gibi dimdik ayakta durduğunu ve daha şimdiden bir servet biriktirdiğini söyledi ve ekledi: "Geri dön
düğünde önce amcanın evine uğrayıp seni alacak, sonra gelip kız kardeşinle beni alacaksınız, ardından da hep beraber içinde sayısız