gülümse-yerek kafasını sallıyor, hayranlık ifadesi şeklinde algıladığı kaş göz işaretlerimiz onu son derece mutlu ediyordu. Andre'nin bizleri Salt River'ın en yakışıklı damızlık ayguları olarak tanıtması çok hoşuna gitti, ayağa kalkarak tek tek ellerimizi sıktı. Otuzlu yaşlarına ye ya
şadığı onca savaşın yarattığı yıpranmaya rağmen yüzü genç görü
nüşünü korumuştu, incecik dudakları, zarif elmacık kemikleri, canlı bakışları, güldüğü zaman yüz�ü bir kulağından diğerine kadar or
tadan ikiye ayıran ağzıyla basit ve sempatik bir havası vardı, zaten bakışlarımızı ne zaman ona yöneltsek sürekli gülümsüyordu.
"Joe'nun önemli bir sorunu var," diye konuya girdi Andre.
"Firarda mı yoksa," diye endişelendi Jean-Christophe.
"Olur mu öyle şey, Joe ödlek biri değildir. Sorunu başka, altı ay
dan beri tek bir tıkı dahi yok. Bu yüzden taşak.lan öyle bir şişmiş ki, adım atmakta bile zorluk çekiyor!"
"Neden?" diye sordu Simon. "Birliğinde artık sabun dağıtmayı kesmişler mi?"
"Konu o değil," dedi Andre, onbaşının bileğine dostça vurarak.
"Joe artık, iki tarafında kan kırmızısı abajurlar olan bir yatak ile şöyle etine buduna dolgun, kulağına onu azdıracak şeyler şakıyacak ger
çek bir kadın istiyor."
Biz kahkahadan iki bük).üm olurken, Joe da en az bizim kadar gü
lüyor, üstelik de sürekli başını sallayarak arkadaşının söylediklerini onaylıyordu.
"İşte böyle, ben de onu kerhaneye götürmeye karar verdim," dedi Andre, yaptığı jestin ne denli büyük bir şey olduğunun altını çizmek için kollarını yana açarak.
"Seni oraya sokmazlar, bilmiş ol," diye uyardı Jean-Christophe.
"Andre Jimenez Sosa'nın istediği yere gitmesini engellemeye kim cesaret edebilir bu memlekette, ha? Geçenlerde Camelia' da, önüme bir kırmızı halı sermedikleri kaldı. Patronu olan kadın, arkadaşım.
Onu öyle bir kafaya alıp paraya boğmuşum ki beni gördüğünde tere
yağı gibi eriyor. Dostum Joe'yu oraya götüreceğim, sabaha dek, kusa
na kadar altın postların üzerlerinde otlayıp yuvarlanacağız. Ha? Öyle değil mi J oe ?"
)
"Yeh, Yeh!"
diye onaylıyordu Joe, kepini parmaklarının arasında yırtarcasına çekiştirerek."Sizinle gelebilsem benim için de çok iyi olurdu," diye yüreklendi birden Jean-Christophe. "Henüz ciddi anlamda hiçbir kadına el sür
medim de. Benim için de bir şeyler ayarlayabilir misin?"
"Deli misin sen?" diye şaşırdı Simon. "Orospuların her türlü utanç verici hastalığı bulaşhrdığı o kenef gibi yerlere mi gitmek istiyorsun yoksa?"
"Simon' a kablıyorum," dedi Fabrice. "Bize göre yerler değil ora
lar. Üstelik anneme uslu duracağız diye de söz verdik."
Jean-Christophe, arkadaşlarının sözlerine kulak asmadığını gös
termek için omuzlarını silkti. Andre'ye doğru eğildi, kulağına bir şey
ler fısıldadı. Andre kendini beğenmiş bir tavırla burnunu kıvırdı ve şunu söyledi:
"Eğer hoşuna gidecekse, senin cehenneme girmeni sağlayacağım."
Hem havaya giren, hem de rahatlayan Jean-Christophe bana dö-nerek:
"Sen de gelecek misin bizimle Jonas?"
"Hem de nasıl!"
Bu denli içten yanıtlamama ilk şaşıran ben olmuştum.
'
Oran'ın kerhanesi, tiyatro binasının arkasındaki Rue de l' Aque
duc'teydi. Adı çıkmış bu küçük sokağa, sidik kokan, sarhoşların ba
samaklarında süründüğü, sağlı sollu iki merdivenle ulaşılıyordu. Bu
"kurt ağzı "nın girişine henüz gelmiştik ki kendimi kötü hissetmeye başladım, geri dönmemek için büyük bir çaba sarfediyordum. Joe ile Andre, bir an önce varmak için heyecan içinde luzlı adımlarla yürü
yorlardı. Jean-Christophe da onlara adım uyduramıyordu, manzara
dan benim gibi etkilenmiş, o özgür davranışlarından eser kalmamış
tı. Arada bir geriye dönüyor, bana yalandan yürekli bir göz kırpıyor, ben de ona zoraki, donuk bir gülümseme ile cevap veriyordum. Ama arada karşımıza ne mal olduğu belli olmayan bir adam çıktığında, her ikimiz de hemen sokağın yan tarafına zıplıyor, tabanları yağla
mak için bahane arıyorduk. Kerhaneler sokağın bir yanına yan yana
sıralanmıştı, hepsil')in giriş kapısı kocaman ve bas bas bağıran çiğ renklere boyanmıştı. Küçücük Aqueduc Sokağı kalabalıkb; askerler, gemiciler, eş dost tarafından tanınmaktan korkan Araplar, burun de
liklerinden delice soluyarak komisyon peşinde koşuşturan yalınayak çocuklar, Amerikalılar ve Senegalliler, sermayelerini koruyan peze
venkler, kırmızı ve uzun fesleriyle yerli askerler; hepsi kırılgan ve ga
rip bir sıcaklık yayan bu ortamı paylaşıyordu.
Camelia'run sahibi, dev gibi, bağırdığı zaman yer sarsıntısı olmuş
çasına insanı ürküten, etrafı zangırdatan bir kadındı. Sahibi olduğu evi, müşterilerine de, sermayelerine de taviz vermeden kendine has sert prensipleriyle işletiyordu. Vardığımızda, evin eşiğinde nedenini anlayamadığım bir yanlışından dolayı müşterilerinden birine verip veriştiriyordu.
"Yine bir çuval inciri bok ettin, Gege, bilmiş ki bu senin için hiç de iyi bir şey değil! Gelip kızlarımla yine yatmak istiyor musun? .. Bak işte bu sana bağlı Gege, tarp.amen sana bağlı. Neden biliyor musun?
Eğer bu şekilde, bir geri zekalı gibi hareket etmeye devam edersen, bil ki buraya bir daha asla ayak basamazsın ... Beni tanırsın, nasıl biri olduğumu bilirsin! Ben birinin üstünü çizdim mi, bitmiştir artık, top
rağa sokar üstünü de örterim ... İyice anladın mı Gege, yoksa sana resim yapıp öyle mi anlatayım?"
"Bana lütufta bulunmuyorsun," diye itiraz etmeye başladı Gege.
"Ben buraya paramla geliyorum, senin kaltağının vazifesi de benim istediğimi yapmak."
"Sen o paranı al da kıçına sok Gege, e mi? Burası kerhane, işken
cehane değil. Servis hoşuna gitmiyorsa, git o zaman başka yerde ara. Çünkü eğer bu yaptığını bir kez daha yapmaya yeltenirsen, ci
ğerini çıplak ellerimle söker alırım, bilesin, ona göre ayağını denk al."
Neredeyse bir cüce kadar kısa boylu olan Gege, parmak uçların
da yükselerek iri yarı kadının sert bakışları ile yüz yüze gelmeye ça
baladı, cevap vermemek için kendini zor tutuyordu, yüzü öfkeden kıpkırmızı kesilmişti. Sonra tekrar topuklarının üzerine indi, herke
sin içinde bir kadın tarafından aşağılanmak çok zoruna gitmişti, geri