1 Zouave (Zuhaf): Fransız ordusundaki Kuzey Afrikalı Berberi birliklerine verilen isim, bu birliğe mensup asker. (yay.n.)
"İşte burası," dedi simsar, eliyle boş bir odanın kapı görevi gören pislik içindeki örtüsünü aralayarak.
Çıplak ve penceresiz oda, bir mezardan biraz daha büyük ve en az onun kadar hüzün vericiydi. İçerisi kedi sidiği, kümes hayvanı leşi ve kusmuk kokuyordu. Rutubetten kararmış duvarlar mucize eseri ayakta duruyorlardı; odanın zeminindeki hayvan dışkıları, top top fare pislikleri halı misali her tarafı kaplıyordu.
"Buralarda bundan daha uygun bir kiralık ev bulamazsınız," diye bizi temin etti simsar.
Babam gözlerini, zeminde bir yerlerden sızan suyu kaplamış iğrenç hamamböceklerinin üzerinde gezdirdi önce, sonra kafasını yukarı kaldırdı, üstü küçük sineklerin leşleri ile kaplı örümcek ağ
larına bakh; simsar avını kollayan bir sürüngen gibi göz ucuyla ba
bamı izliyordu.
"Tamam, tutuyorum," dedi babam, simsarın yüzünden rahatlama ifadesi okunuyordu.
Ağzından bu söz çıktıktan sonra sırtındaki bohçalarımızı, denkle
rimizi odanın bir köşesine bıraktı.
"Ayakyolu avlunun dibindedir," diye keyifli keyifli anlatmaya başladı simsar. "Bir de kuyu var ama şu anda kurumuş vaziyette.
Çocukların ona fazla yaklaşmamalarına dikkat etmek lazım. Geçen yıl bir kız çocuğunun kaybı hepimizi çok üzdü, ahmağın biri kuyu
nun kapağını kapatmayı unutmuş. Bunun dışında belirtmem gere
ken herhangi bir şey yok. Kiracılarımın hepsi sorunsuz, düzgün in
sanlardır. Hepsi memleketin yoksul yerlerinden gelen iflahı kesilmiş zavallılar, hiç şikayet etmezler. Herhangi bir isteğiniz olursa mutlaka bana danışın, benden isteyin," diye ısrarla tembih etti. "Tanımadığım insan, tedarik edemeyeceğim şey yoktur, hem de gece gündüz, yeter ki sen paradan haber ver. Belki bilmiyorsunuzdur diye söylüyorum;
her türlü hasır, battaniye, yorgan, hırdavat, gaz ocağı falan isterseniz kiraya veriyorum, bilmiş olun. Yeter ki siz isteyin. Siz isteyin ben size su kaynağını avucumda getiririm, yeter ki içine para koyun."
Babam adamı dinlemiyordu; daha şimdiden ondan nefret etmişti.
O, yeni evimizin içine eşyayı yerleştirirken amcamın, simsarı hafifçe
çekerek uzaklaştırdığını ve avucuna gizlice bir şeyler sıkıştırdığını fark ettim.
"Al şunu, bu bir müddet onların kafalarını ütülemeyip rahat bı
rakman için yeterli olacaktır."
Simsar kağıt parayı arsızca ışığa doğru tuttu, uzun uzun inceledi, önce alnına dokundurdu, sonra öptü ve sırıtarak:
"Derler ya paranın kokusu olmaz, ama Allah biliyor ya, mis gibi kokusu var ... "
Babamın boşa harcayacak zamanı yoktu. Hiç vakit kaybetmeden, en kısa zamanda önündeki dik yokuşu tırmanmak, kendi ayaklan üzerinde durmak istiyordu. Hemen ertesi sabah tan ağarırken, beni de yanına alarak üç-beş kuruş kazanmamızı sağlayacak bir iş arama
ya yollandı, angarya bile olsa razıydı babam. Ne var ki şehirde kim
seyi tanımıyor, çok fazla yer bilmiyor, nereden başlanması gerektiğini kestiremiyordu. Hava karardığında, ellerimiz boş, yorgunluktan tü
kenmiş bir vaziyette eve döndük. Annem gün boyu evimizi temizle
miş, eşyamıza biraz çekidüzen vermişti. Çok acıkmışbk, hayvanlar gibi çabucak yedik ve kafayı vurup yathk.
Sabah çok erkenden babamla birlikte yeniden iş peşine düştük.
Uzunca bir süre yürüdükten sonra ileride gördüğümüz itişip kakışan bir kalabalık dikkatimizi çekti.
"Ne var orada?" diye sordu babam, paçavralarına sarınmış bir di
lenciye.
"Limandaki bir yük gemisini boşaltmak için hayvan gibi kuvvetli adamlar arıyorlar," diye yanıtladı dilenci.
Babam hayatının fırsatını yakaladığını sandı bir an. Bana oradaki, Nuh nebiden kalma ucuz, esnaf aşevi ile koltuk meyhanesi karışımı dükkanın önünde kendisini beklememi söyledi ve bir koşu kalabalı
ğın içine daldı. Onu gözden kaybetmeden önce son olarak kendine yol açabilmek için sağa sola vurduğu dirsek darbelerini görmüştüm. Köle gibi çalıştırılmaya götürülen çaresiz insanların tıka basa dolduruldu
ğu kamyon hareket ettikten sonra babamı kalabalıktan geriye kalanlar arasında göremedim; babam seçilenler arasındaydı, işi kapmıştı.
Kızgın güneş altında,
y
erimden hiç kımıldamadan saatler boyunca babamı bekledim. Etrafımda kıyafetleri lime lime dökülen insanlar,bi-naların dibinde bulabildikleri gölgeliklere adeta yapışarak çömelmişler, akıl almaz bir şekilde kımıldamadan bekliyorlardı. Hepsinin yüzünde aynı ifade vardı; anlamsızlık ve bir önceki geceden kalma bir iz. Sanki ne olduğunu bilmedikleri bir şeyleri bekler gibiydiler. Akşam karanlığı çökmeye başlayınca, içi içini yemekten usanmış halde sessizce dağılı
yorlardı. Etrafta sadece sokakta yaşayan ayyaşlar, kimsenin ilişmedi
ği birkaç deli ve sürüngen bakışlı karanlık adamlar kalmışh. Aniden,
"İmdat, hırsız!" diye bir haykırış duyuldu ve işte o anda Pandora'run kutusu açıldı: Kafalar kalkh, vücutlar yay gibi gerildi ve her şeyi gözle
rimle, bizzat kendi gözlerimle gördüm; bir avuç gözü dönmüş yabanıl insanın geri geri kaçan, üstü başı yırtık, genç bir çocuğa saldırdıklarını gördüm. Hırsız oydu. Haykırışları haftalar boyunca rüyalarıma girecek olan çocuğu bir anda linç ediverdiler. Hak ettiği cezayı vermenin gu
ruru ile hiçbir şey olmamış gibi dağılan vahşi katiller, artlarında kendi kanında yüzen, üzerine yerden kalkan toz toprağın yapışhğı ergenlik çağındaki çocuğun cesedini bırakmışlardı. O sırada aniden bir adamın bana doğru eğildiğini fark edip korkuyla yerimden fırladım.
"Korkma ufaklık, seni korkutmak istemedim," diye ellerini hava
ya kaldırdı adam beni rahatlatmak için. "Sabahtan beri buradasın.
Şimdi evine dönme zamanı. Sana göre bir yer değil burası."
"Babamı bekliyorum," dedim adama, "sabah kamyonla gitti."
"Peki, nereye gitti senin o ahmak baban? İnsan nasıl olur da böyle bir yerde ufacık çocuğunu unutabilir? .. Uzakta mı oturuyorsun?"
"Bilmiyorum ki ... "
Yanıhm adamın canını sıkmışh. Kocaman kolları kıllı, yüzü gü
neş yanığı, bir gözü sakat, iri yarı bir adamdı. Ellerini beline koydu, çaresizce etrafına bakındı, sonra bana doğru istemeye istemeye de olsa ayağının ucuyla bir peyke iteleyerek yağdan kararmış masaya oturmamı söyledi.
"Birazdan etraf zifiri karanlık olacak, benim de kapamam gerek arhk. Buralarda kalamazsın, anladın mı ha? .. İyi yerler değil buralar.
Zebani gibi herifler var buralarda ... Yemek yedin mi sen?"
Başımla hayır işareti yaphm.
11 Ahhh, ah! Tahmin ediyordum."
Dükkana girdi ve metal bir tabak içinde, beklemekten kahlaşmış bir çorba getirip önüme koydu.
"Hiç ekmeğim kalmadı ama ... "
Geçip yanıma oturdu, benim mahzun mahzun çorbayı kaşıklama
mı seyrediyordu.
"Baban gerçekten de sersem herifin biriymiş!" diye mırıldandı iç geçirerek.
Gece karanlığı çökmüştü arhk, lokantacı dük.kanını kapadı ama gitmedi. Tahta kirişe bir gaz lambası asb, sonra asık bir suratla yanı
ma oturdu. Önümüzdeki meydanın karanlığında hızlı adımlarla sağa sola koşuşturan adamların gölgeleri görülüyordu. Evsiz barksız takı
mı meydanı ele geçirmişti artık. Bir kısmı yaktıkları ateşin etrafında kümelenmiş, bir kısmı ise yere uzanmıştı. Saatler geçiyor, duyulan sesler azalıyor, ama babam hala ortalıkta görünmüyordu. Saatler iler
ledikçe lokantacının öfkesi artıyordu. Evine gidebilmeye can atıyor, ama beni yalnız bırakırsa sonumun geleceğini de biliyordu. Babam meraktan ve endişeden beti benzi atmış bir halde ortaya çıkhğında, lokantacı artık patlamıştı, babama çıkışmaya başladı:
"Sen kendini nerede zannediyorsun, ahmak adam? Mekke'de mi?
Böylesine pislik bir yerde çocuğunu bırakmak fikri nereden geldi ak
lına? Burada, benim diyen babayiğitlerin bile güvenliği yok, biliyor musun sen?"
Babam beni sağ salim bulduğu için o kadar rahatlamıştı ki lokan
tacının bütün laflarını bengisu gibi yuttu, sesini bile çıkarmadı. Beni bir başıma koyuvermek.le büyük bir hata yaptığını, lokantacı olmasa beni tekrar bulabilmesinin imkansız olduğunu anlamıştı.
"Kamyonla gitmiştim," diye kekeledi, ne diyeceğini bilemiyordu.
"İş bitince bizi tekrar buraya getireceklerini sanıyordum. Yanılmışım.
Şehri tanımıyorum, liman da zaten iki adımlık yer değil buradan.
Kayboldum. Dolanıp durdum buraya çıkan yolları ararken. Saatlerdir dolap beygiri gibi dönüyorum şehirde."
"Asıl doğru dürüst dönmeyen senin kafan be adam," dedi lokan
tacı kızgınlıkla, gaz lambasını asılı olduğu yerden hırsla söküp alır
ken. "İnsan iş ararken evladını evde bırakır ... Hadi şimdi düşün
peşi-me, Allah'ın hiçbir yerde kazmadığı zehirli yılan çukurları arasından geçeceğiz."
"Çok sağ olasın kardeşim," dedi babam.
"Benim yaptığım atla deve değil, değmez. Çocuklara kıyamıyorum, kimsenin onlara dokunmasına razı değilim, hepsi bu. Gelmeseydin, gün ışıyıncaya kadar onunla kalırdım. Bu kerhane gibi sokaklarda sa
baha çıkamazdı, benim de vicdanım rahat etmezdi."
Bizim insanların gırtlağının diri diri kesildiği bu yerlerden, hiç
bir sorunla karşılaşmadan çıkmamıza yardım etti lokantacı, ardından kötü şöhretli mahallelere bulaşmadan, eve bir "bütün" halinde döne
bilmemiz için etraflarından ne şekilde dolanmamız gerektiğini anlath ve sonra arkasını dönerek, kopkoyu karanlığın içinde kayboldu.
Babam lokantacının tavsiyelerini harfiyen uygulamaya başlamış
tı artık. Beni anneme emanet ediyordu. Sabah uyandığımda çoktan gitmiş oluyordu. Akşam eve geldiğinde ise ben uyumuş oluyordum.
Onu artık hiç göremiyordum.
Özlüyordum babamı.
Avluda beni mutlu edecek hiçbir şey yoktu. Sıkılıyordum. Arkadaş niyetine yaşlı bir köpekten başka bir şeye sahip olmadan tek başıma büyütülmüştüm, avluda sabahtan akşama durmaksızın bağrışıp çağ
rışarak, biraz soluklanmak için bile ara vermeden birbirlerine giren çocuklarla nasıl ilişki kurabileceğimi bilmiyordum. Trans halinde bir
birlerine vurup duran ruhlar gibiydiler. Hepsi benden küçüktü, bir
ikisi handiyse yerden bir karış yüksekte olmalarına rağmen, kulakları öylesine tırmalayan şamata kopartıyorlardı ki. Kapımızın önüne otu
rarak onları izlemekle yetiniyordum, bana saygı duyarak, mutlaka bir kırık çıkık ya da parçalanan diz ile sonuçlanan anlamsız oyunları
nın dışında tutuyorlardı beni.
Avlumuz, ülkenin kırsal bölgelerinden göçmüş beş aile tarafından paylaşılıyordu; hepsi ya topraklarını kaybederek iflas bayrağını çek
miş köylüler, ya da anlaşmaları toprak ağaları tarafından sona erdi
rilmiş Hames1erdi.1 Kadınlar, şafakla birlikte iş bulma umuduyla
yol-1 Kharnes (Harnes): Kuzey Afrika ülkelerinde toprak sahibinin toprağını sürüp, ekip biçen ve ürünün beşte birini alan köylü, yancı. (ç.n.)
lara düşen erkeklerinin yokluğunda, peydahladıklarının oyun adına giriştikleri kavga dövüşlere pek fazla kafa yormayıp, kuyunun etra
fında toplanarak bu sıçan çukuruna bir anlam kazandırırlardı. Onlara göre veletleri bu oyunlarla yaşamın acımasızlığına, puştluğuna ken
dilerini hazırlamaktaydılar. Bunu bir an önce öğrenmeleri ise en iyi çözümdü. Çocuklarının, artık gündelik hale gelen birbirlerinin kafa
larını gözlerini yarmalarından sonraki uzunca süren ağlama seansla
rının ardından tekrar barışmalarını ve bu süreci mümkün olduğunca kısa tutup inanılmaz bir savaşçı ruhla yeniden birbirlerine girişmele
rinden mutluluk duyduklarını söylemek bile mümkündü ... Kadınlar birbirleriyle gayet iyi anlaşıyorlardı, hatta saygı duyulacak bir daya
nışma içindeydiler. Aralarından biri hastalanınca, diğerleri hastanın kazanının kaynaması, bebeğine bakılması ve başucunda beklenmesi konularında aralarında hemen örgütleniveriyorlardı. Ufacık bir şe
kerlemeyi, tatlıyı bile aralarında paylaşmayı becerebiliyor, yaşadık
ları mutsuzlukları insanı duygulandıran içten bir kanaatkarlığa dö
nüştürebiliyorlardı. Onlara hayranlık duyuyordum. Aralarında, açık saçık sözler etmeyi seven Bedire vardı, erkeksi, dişi bir fil gibiydi.
Yaşam kaynağımızdı sanki. Anlattığı şeylerin edepsizliği anneme sıkınhlı anlar yaşatsa da diğerleri ona bayılıyorlardı. Bedire'nin beş küçük afacanı ve ergenliğin zorluklarını yaşayan iki oğlu vardı. Bir zamanlar, ne işe yaradığını pek anlamasa da aletinin boyu, büyükbaş hayvanları bile kıskandıracak aklı kıt, otistik bir çobanla evlendiril
mişti... Sonra Betül vardı, kırk yaşlarında, kara kuru, saçları o yaşta bembeyaz olmuş, uzun boylu, suratı dövmelerle dolu, daha Bedire ağzını açmadan gülmekten iki büklüm kıvrılan bir kadındı. Zorla de
desi yaşında bir adamla evlendirilmişti, görülmeyen şeyleri görme yeteneğine sahip olduğunu söylerdi hep; el falına bakar, rüya yorum
ları yapardı. Komşu kadınlar rüyalarının ne anlama geldiğini sormak için hep ona gelirlerdi. Üç beş patates, birkaç kuruş ya da bir kalıp sa
bun karşılığında onlara gelecekten haberler verirdi. Bu hizmet avlu
muz sakinleri için bedavaydı ... Yezza vardı, kocasının her iki gecede bir düzenli olarak dövdüğü, yusyuvarlak hatları, pelte gibi sallanan kocaman memeleri olan bir kadındı. Yediği tokat ve yumruklardan
surab artık ezilmiş, ağzında ise neredeyse hiç diş kalmamışb. Yazgısı kısır olmaktı, bu da kocasını özellikle çıldırtıyordu. Mama vardı, bir alay küçük şeytanın arasına gırtlağına kadar gömülmüş, yılmadan on hizmetçi kadar çok çalışan, albna sığındığı çabnın bir gün başına çökmesinin önünü almak uğruna her türlü tavizi vermeye hazır bir kadın ... Ve nihayet Hadda vardı, henüz ergenlik çağında iki çocuk sahibi olan Had da, huriler kadar güzel Had da... Kocası bir sabah erkenden iş aramak için evden çıkmış ve bir daha geri dönmemişti.
İçine kapanmış, hiçbir şeyi, hiçbir geliri olmayan, yaşama tutunma
sını avlunun diğer kiracılarının dayanışmasına borçlu olan Hadda.
Bütün bu kadınlar, her gün kuyunun başında toplanır, günün en aydınlık vakitlerini, henüz kabuk bağlamamış bir yaranın içine bıçak sokup karışbrırcasına geçmişlerini kurcalayıp durarak geçirirlerdi.
Ellerinden alınan meyve bahçelerinden, uçsuz bucaksız yumuşak eğimli tepelerden, orada, yani bütün talihsizliklerin ülkesinde bırak
tıkları ve bir daha ne zaman görebileceklerini bilmedikleri yakınla
rından söz ederlerdi. İşte o zaman, üzüntüden yüzleri buruşur, ses
leri çatallaşırdı. Üzüntü ve özlem onları tam sarıp sarmalayacakken Bedire ortaya atılır ve ilk kocasıyla yaşadığı yatak muhabbetlerinden birini anlatmaya koyulur, sihirli bir formülün onulmayan eski yara
ları geçici olarak kapatması misali, yürek yarası anılar unutulur ve kadınlar gülmekten kırılarak yerlere yatarlardı; neşe, hüzne galebe çalar ve avlumuzun kötü kaderinin bir kısmının üstünü örterdi.
Şakalaşmalar, kahkahalar bazen hava kararana kadar devam eder-di. Arada sırada, erkeklerin evde olmamasını fırsat bilen simsar Bliss yeni dolaplar çevirmek üzere avlumuza gelirdi. Bliss'in yüksek sesle gırtlağını temizlediğini duyan kadınlar hemen adeta buharlaşırlardı.
Çocuklara bir dakika bile tahammülü olmayan simsar, bomboş avluya girer, incir çekirdeğini dahi doldurmayacak şeyler için çocuklara bağı
rır çağırır, bizleri nankör, iyilik bilmez, ciğeri beş para etmez köylüler olmakla suçlar,
hepimizi
kapı dışarı etmekle tehdit ederdi. Bu son sözleri özellikle, sinsi ve kör bir bit gibi, üstelik hiç de utanmadan güzel Hadda'run kapısının önünde söylerdi. Simsar avluyu terk ettikten son
ra, bütün kadınlar onun farfarasından hiç etkilenmeden, hatta