1 Goumier (Gumiye): Fransızların sömürge döneminde Kuzey Afrika ülkelerinde yerel halktan oluşturdukları Gumi askeri birliklerindeki askerlerin adı. (ç.n.)
Tahta Bacak yaphğı işten mutlu değildi. Barut kokusunu, kışla yaşamını özlüyordu. Tekrar orduya girmenin ve düşmanla savaşma
nın hayalini kuruyordu. Bu arada hayalini gerçekleştirebilmek için kaybettiği bacağının yeniden bitmesini beklerken, karaborsa kaçak konserveler, şekerli ponçikler ve hileli zeytinyağı satıyordu. Ayrıca, işlerinden fırsat buldukça "diş sökücülüğü" mesleğini icra ediyordu;
defalarca küçük çocukların ağzından çürümüş diş köklerini paslı bir kerpetenle söktüğünü gördüm, çocuklar sanki yürekleri sökülüp alı
nıyormuşçasına acı çekiyorlardı.
Sonra, avlumuzun ilerisinde, makilik bir arazinin bulunduğu boş bir arsa vardı. Bir sabah oraya gitmiştim, iki kopil çetesi arasındaki mahalle savaşları beni çekmişti sanki. Çetelerin birinin reisi, kafa
sı sadece ön tarafta bir tutam saç bırakılacak şekilde kazınmış, tam bir vahşi hayvan olan Daho idi; diğeri ise, kendisini fatih zanneden, muhtemelen zeka geriliği olan yetişkin bir adamdı. Ansızın ayağımın altındaki zeminin adeta kaydığını hissettim, göz açıp kapayıncaya ka
dar, daha ne olduğunu bile anlayamadan, onlarca kol beni kavradı, başımdaki şapkamı, ganduramı, pabuçlarımı üstümden söküp aldılar.
Beni
kirletmek
için çalılıkların ardına sürüklemeye başladılar. O güruhun elinden canımı nasıl kurtardığımı hatırlayamıyorum; tüm varlı
ğım en derinden sarsılmışh, o lanet yere bir daha asla ayak basmadım.
Babam bir kürek mahkumu gibi çalışıyordu, ama aşama kaydede
miyor, olduğu yerde debelenip duruyordu. Erken kalkıp iş aramaya gitmeler günlük adettendi, ama iş aslanın ağzındaydı. Açlıktan mi
desi sırtına yapışmış, sefalet içinde yüzen bir alay insan çöplüklerde can veriyordu, ayakta kalmayı başaranlar da bir dilim kuru ekmek için birbirlerini bıçakla yaralamaktan, öldürmekten çekinmiyorlardı.
Zaman kötü zamandı, uzaktan bakıldığında bir yığın umudu yan
sıtan bir aynayı andıran şehir, içine girildiğinde gerçek bir tuzak ol
duğunu her haliyle kanıtlıyordu. Babam ancak her on seferin sadece birinde iş kapabiliyor ve verdiği onca emeğin karşılığında eline geçen para, yıkanabilmek için bir kalıp sabun alabilmemize zar zor yeti
yordu. Bazı geceler babam eve yüzü çökmüş, sırh indirip kaldırdığı sayısız yükten öylesine ezilmiş bir şekilde yalpalayarak geliyordu ki,
sırhnın acısından sabaha kadar kımıldamadan yüzükoyun yalıyor
du. Çok yıpranmış ve en önemlisi umutlarını yitirmişti. O inatçılığı kuşkunun yükü altında çahrdıyordu.
Haftalar geçiyordu. Babam gözümün önünde mum gibi eriyor, sürekli zayıflıyordu. Gittikçe daha öfkeli, daha kavgacı bir adam ha
line gelmişti, içindeki kızgınlığı, öfkeyi anneme akıtabilmek için sü
rekli bahaneler yaratıyordu. Anneme asla el kaldırmazdı; avazı çık
hğı kadar bağırmakla yetiniyordu, annem ise bu duruma katlanıyor, gıkını bile çıkarmadan suçluymuş gibi başını sürekli önüne eğiyordu.
Her şey kum tanecikleri gibi parmaklarımızın arasından kayıp gidi
yor, geceler bile bize kötü davranıyordu. Babam arhk uyumuyordu.
Sürekli homurdanarak kendi kendine bir şeyler söylüyor ve hırsla el
lerini birbirine vuruyordu. Karanlık odada, bir aşağı bir yukarı volta attığını görüyordum; bazen avluya çıkıp yere oturuyor, bacaklarını kollarının arasına alarak, çenesini dizlerinin arasına gömüyor ve gün doğana kadar kımıldamaksızın öyle kalıyordu.
Bir sabah bana en az yıpranmış ganduramı giymemi söyledi ve beni ağabeyine götürdü. Amcam eczanedeydi, çekmeceleri yerleştiri
yor, kavanozları etajerin üzerine sıralıyordu.
Babam konuya girmekte uzun süre tereddüt etmişti. Gururlu ve sı
kınhlıydı, ziyaret sebebini söyleyebilmek için konunun etrafında dö
nüp durdu: Paraya ihtiyacı vardı ... Amcam sanki bunu bekliyormuş gibi elini hemen para çekmecesine uzattı ve geniş, büyük bir banknot çıkardı. Babam, acı çeker bir halde gözleri paraya dikili kaldı. Amcam kardeşinin elini uzatmayacağını anlamıştı. Kalkb, tezgahı dolaştı ve banknotu kardeşinin cebine koydu. Babam donmuş, başı öne düş
müştü. Hafifçe, "Sağol" diyebildi, sesi kısılmıştı, sağırlaşmışh.
Amcam tezgahın arkasındaki yerine döndü. Yüreğinden bir şey
ler geçtiği belli oluyordu, ancak çıbanı deşip, cerahati akıtmaya cesa
ret edemiyordu. Bakışları, babamın.kilerle köşe kapmaca oynuyor, be
yaz ve temiz parmakları tahtanın üzerinde gergin bir şekilde trampet çalıyordu. Söyleyeceklerini kafasında iyice tarttıktan sonra, iki eliyle birden cesaretine sarıldı ve:
"Zor olduğunu biliyorum İsa. Ama bu işin içinden çıkabilirdin ...
Eğer sana yardım etmeme biraz izin verebilseydin."
"Son kuruşuna kadar sana geri ödeyeceğim," diye söz verdi ba
bam.
"Konu bu değil ki İsa. Bana ne zaman istersen ödersin. İş sadece bana kalsaydı, buna bile gerek yoktu. Sana daha fazla vermeye de hazırım, bil bunu. Benim için kesinlikle sorun değil. Ben senin ağa
beyinim, ne zaman ve ne için olursa olsun ben hazırım ... Sana nasıl ifade etmeliyim bilemiyorum," dedi gırtlağını temizleyerek. .. "Ben seninle konuşma konusunda hep zorluk çektim. Hep senin üzerine geliyor görünmekten çekindim, oysa her seferinde amacım sadece ağabeylik yapmaktı. Ama artık dinlemeyi öğrenmenin zamanı geldi İsa. Dinlemenin kimseye zararı dokunmamıştır şimdiye dek. Yaşam, sonu olmayan bir öğrenme süreci; insan bildiğini zannettiği oranda az bilgi sahibidir, zaman değişiyor, zamanla birlikte zihniyetler de değişiyor."
"Ben işin içinden çıkarım ... "
"Bundan şüphem yok İsa. Bir saniye bile olmadı. Ancak bilmelisin ki iyi niyetleri gerçekleştirebilmek kararlılık gerektirir. Bir şeye kaya kadar güçlü inanmak, onun gerçekleşebilmesi için yeterli olamaz."
"Ne anlatmaya çalışıyorsun, Mahi?"
Amcam sinirli bir şekilde avucunu sıktı. Kafasında ağzından çıka
cak sözcükleri arıyordu, bunları bir süre zihninde süzdükten sonra tekrar konuşmaya başladı:
"Bir karın ve iki evladın var. Olanakları kısıtlı bir insan için önemli bir sorun bu. Bu durum kollarını bağlıyor, kanatlarını kırıyor."
"Onlar benim ailem."
"Ben de, ben de senin ailenim."
"Aynı şey değil."
"Aynı şey İsa. Oğlun, benim yeğenim. Benim kanımdan. Onu bana emanet et. Senin dümen suyunda giderse pek bir şey olamayacağını sen de biliyorsun. Ne iş yapmayı düşünüyorsun? Hamallık, ayakkabı boyacılığı, eşek tellallığı? Gerçeklerle yüzleşmen gerek. Senin yanın
da bir geleceği yok. Bu çocuğun okula gitmesi, okumayı, yazmayı öğrenmesi, doğru bir şekilde büyümesi gerek. Biliyorum, Arap
ço-cukları okumak için yarahlmamışlardır. Onların gideceği yerler ya tarlalar ya da hayvan sürüleridir. Ama ben onu okula gönderip, on
dan eğitimli bir insan yaratabilirim ... Yalvarırım sana, söylediklerimi yanlış yorumlama. Sadece bir dakika, bir tek dakika, ama gerçekçi düşün. Bu çocuğun senin yanında hiçbir geleceği yok."
Babam, gözlerini yere sabitleyip, çene kemiklerini kırarcasına sı
karak amcamın sözlerini uzunca bir süre düşündü. Kafasını kaldırdı
ğında, arhk yüz ifadesini yitirmişti, onun yerine uçuk, akçıl çizgiler
den oluşan bir maske oturmuştu yüzüne.
Ruhen tamamen çökmüştü:
"Gerçekten de, sen hiçbir zaman, hiçbir şeyi anlayamayacaksın, ağabey."
"Bu sözlerle bana haksızlık ediyorsun İsa," dedi amcam.
"Sus ağabey ... Lütfen sus, daha fazla bir şey söyleme. Senin bilgin bende yok, üzgünüm, kusura bakma. Ama bilgili olmak diğerlerini yerin dibine sokmak, onurlarıyla oynamaksa, ben ne senin bilgini is
tiyorum, ne de bilgili olmayı."
Amcam bir şeyler söylemeye çabaladı; babam sert bir el hareketiy
le onu durdurdu. Elini cebine ath, banknotu çıkardı, tezgahın üzerine bıraktı.
"Paranı da istemiyorum artık."
Sonra, omzumu yerinden çıkartacak bir hırsla beni kolumdan kaptı ve kapının önüne, caddeye çıkardı. Amcam bizi yakalayabil
mek için nafile bir hareket yaptı; peşimizden gelmeye cesaret edemi
yordu, eczanenin eşiğinde taş kesmiş gibi çakılı kaldı, babama karşı işlediği hatanın asla ama asla affedilmeyeceğinden emindi.
Babam yürümüyordu, bir kaya kütlesinin yamaçtan aşağı yuvar
lanması gibi yuvarlanıyordu sanki. Kızgın görmüştüm babamı ama bu denli köpürmüş haline ilk kez tanık oluyordum. Patlamasına neredey
se ramak kalmıştı. Suratında.bir sürü tik dans ediyor, sanki gözleriyle yerin yarılmasının ve içine girip yok olmanın yollarını arıyordu. Hiçbir şey söylemiyordu, için için kaynayan sessizliği ve sinirli tavrı ile hiç tanık olmadığım gerginliklerini görecekmişim hissine kapılıyordum.
İyice uzaklaşmıştık ki beni aniden omuzlarımdan tutup sertçe
duvara yasladı, hayır yaslamadı adeta çarptı, kan çanağı gibi göz
lerini benim korku dolu bakışlarımın ta içine kadar soktu, koca bir av çiftesinin patlaması bile beni böylesine şiddetle tepeden tırnağa ti tretemezdi.
"Benim zavallı, hiçbir şeye yaramaz bir adam olduğumu mu zan
nediyorsun?" dedi, burulmuş, kurumuş gırtlağından çıkan hırıltılar
la. "Benim, yavaş yavaş gebersin diye mi bir erkek çocuğu dünyaya getirdiğimi zannediyorsun? .. Bak işte, bu konuda yanılıyorsun. O se
nin samimiyetsiz amcan da yanılıyor. Beni yok edeceğini sanan kader de bal gibi yanılıyor ... Neden biliyor mu�un? .. Evet, belki üstümdeki örtüyü kaptırdım, ama ruhumu henüz teslim etmedim. Daha yaşı
yorum ve hala hayat doluyum. Sapasağlamım, kollarım hala dağları kaldıracak kadar güçlü ve her sınavdan alnının akıyla çıkmış bir onu-rum, gururum var. "
Parmakları omuzlarımı mengene gibi sıkıyor, canımı acıtıyordu.
Farkında değildi. Kızgınlıktan, gözleri çukurlarında ateş topları gibi fırıl fırıl dönüyordu.
"Doğrudur, topraklarımızı kurtarmayı beceremedim, ama anımsa, buğday yetiştirdim, büyüttüm o topraklarda! .. Daha sonra başımıza gelenler benim kabahatim değil. Dualar ve çabalar bazen insanların açgözlülüğü karşısında un ufak olabiliyorlar. Saftım. Ama artık deği
lim. Artık kimse sırtıma vurarak beni pohpohlayamayacak. .. Sıfırdan başlıyorum yaşama, ama birçok şeyin farkında olarak bu defa. Hiçbir zenci kölenin çalışmaya cesaret edemeyeceği kadar çalışaca,�ım, bü
yülere kafa tutacağım ve babanın ne kadar değerli olduğunr, kendi gözlerinle göreceksin. Bizi yutan o kara delikten çıkacağız, amcanın burnundan fitil fitil getireceğim, sana söz veriyorum. Bana inanıyor musun, söyle, en azından sen inanıyor musun?"
"Evet baba."
"Şimdi gözlerimin içine bak ve bir kez daha bana güvendiğini söyle."
Onunkiler arhk göz olmaktan çıkmıştı, ikimizi birden yutmakla tehdit eden iki kocaman kan ve gözyaşı torbasına dönüşmüşlerdi.
"Bana bak!"
Birden eliyle sertçe çeneme yapışh, ona bakmam için kafamı zorla kaldırdı.
11Bana inanmıyorsun, öyle mi?"
Gırtlağıma kocaman bir düğüm toplandı. Ne konuşabiliyor, ne de gözlerine bakabiliyordum. Çenemi sertçe kavrayan eli sayesinde ayakta durabiliyordum.
Aniden diğer eli yanağımda patladı.
"Hiçbir şey söylemiyorsun, çünkü saçmaladığımı, zırvaladığımı düşünüyorsun. Kendini bir bok sanan sümüklü velet! Benden kuş
ku duymaya hakkın yok senin, beni anlıyor musun? Hiç kimsenin benden kuşku duymaya hakkı yok. Senin o aşağılık amcan eğer bana değer vermiyorsa, bil ki benden daha değerli olmadığı içindir."
Babam ilk defa bana el kaldırıyordu. Anlayamıyordum, nerede, nasıl ve hangi yanlışı yapmıştım, neden bana patlamıştı, neden hın
cını benden çıkarıyordu. Onu öfkelendirdiğim için utanç duyuyor ve beni inkar edip beni gözden çıkarmasından korkuyordum, benim gö
zümde o, iç dünyamdaki en önemli varlıktı.
Babam bir kez daha elini kaldırdı, bu kez eli havada asılı kaldı.
Parmakları titriyordu. Şişmiş göz kapakları yüzünü tanınmaz hale getirmişti. Yaralı bir hayvan gibi inledi, ardından hıçkırarak beni göğ
süne bashrdı, kollarıyla sımsıkı sarmaladı bedenimi, o kadar güçlü ve o kadar uzundu ki bir an öleceğimi sandım.
Kadınlar avluda alçak bir sehpanın etrafına kurulmuşlar, güneşle
nerek çay içiyorlardı. Annem de, kucağında Zehra, ölçülü bir şekilde aralarında oturuyordu. Her defasında sohbete eşlik etmese bile arhk bu gruba katılmaya başlamışh. Annem utangaç bir kadındı, hele Bedire edepsizlik dozu yüksek hikayelerine başladığında, kadıncağız utançtan kıpkırmızı oluyor, soluğu kesiliyordu. Bu öğleden sonrasında avluyu hamama çeviren sıcakla boğuşabilmek için konudan konuya atlıyorlar
dı.
Kızıl
saçlı Yezza gözündeki şişliğe yanık yağ sürüyordu; kocası gece yine eve küfelik gelmişti! Diğerleri hiçbir şeyin farkında değilmişler gibi davranıyorlardı. Hem anlayışlıydılar, hem de nazik. Yezza gururluydu; kocasının alçaklıklarına vakarla tahammül ediyordu!
"Birkaç gecedir acayip bir rüya görüyorum," dedi Mama fal
cı Betül'e. "Hep aynı rüya: Etraf kapkaranlık, ben yüzükoyun yere uzanmışım ve biri beni sırhmdan bıçaklıyor."
Kadınlar hep birlikte başlarım Betül' e çevirdiler, merakla yoru
munu bekliyorlardı. Falcı kadın önce surat astı, ardından dudaklarım büktü, kafasını kaşıdı; hiçbir şey göremiyordu.
"Hep aynı rüya diyorsun yani?" diye yineledi Betül.
"Tıpahp aynı."
"Yere uzanmışsın, etraf karanlık ve biri seni sırhndan bıçaklıyor, öyle mi?" diye sordu bu kez Bedire.
"Evet, aynen öyle," diye onayladı Mama.
"Peki, sana saplanamn bıçak olduğundan emin misin?" diye göz
lerini devirerek muzipçe sordu bir kez daha Bedire.
Kadınlar birkaç saniye Bedire' nin neyi ima etmeye çalışhğını çöz
meye çalışhlar ve ardından hepsi kahkahaları koyu verdi. Tabii ki annem, kadın arkadaşlarını neyin bu denli güldürmüş olabileceğini
kesinlikle anlamadığı için, Bedire biraz yardım etmeye çalışh:
"Kocana yavaş yavaş yapmasını söylemelisin."
"Senin işin gücün bu zaten!" diye sinirlendi Mama. "Ben ciddi söylüyorum ayol!"
"Ben de ciddi söylüyorum, vallahi."
Kadınlar bol kıkırdamalı sohbetlerine tekrar döndüler. Mama arkadaşlarının bu saygısızlığından dolayı bir süre surat ash, ancak sonra onların gülmekten iki büklüm olduklarını görünce, önce biraz gülümsemeye başladı, ardından da yavaş yavaş kahkahalara kahldı.
Sadece Hadda gülmüyordu. Büzülmüş, küçücük olmuştu, ama denizkızı gözleri, yanaklarındaki güzel gamzeleri ile insanın içine iş
leyen bir güzelliği vardı. Üzgün görünüyordu, üstelik diğerlerine ka
tıldığından beri tek kelime etmemişti. Birden kolunu alçak sehpanın üzerine doğru uzattı, avucunu açarak Betül' e gösterdi.
"Ne gördüğünü söyle bana."
Sesi keder yüklüydü.
Betül tereddüt etti. Genç kadının umutsuz bakışları alhnda, ken
disine uzatılan küçük eli parmaklarının ucuyla tuttu, hrnağını bu elin şeffaf ayasında uzanan çizgiler üzerinde hafif dokunuşlarla gezdirdi.
"Elin sanki bir peri eli, Hadda. "
"Ne görüyorsun canım komşum, söyle bana. Bilmem gerek.
Dayanamıyorum arhk."
Betül uzun uzun Hadda'nın avuç içini süzdü. Sessizdi.
"Erkeğimi görebiliyor musun?" diye sordu Hadda, arhk dayana
mıyordu, patlamıştı. "Nerede? Ne yapıyor? Başka bir kadın mı aldı, yoksa öldü mü? Yalvarıyorum sana gördüklerini söyle. Artık gerçek
le yüzleşmek istiyorum, acı da olsa söyle."
Betül derin bir iç geçirdi, omuzları düşmüştü:
"Kocanı göremiyorum bu çizgilerde, zavallım benim. Hiçbir yerde göremiyorum. Ne varlığını, ne de en ufak bir izini, hiçbirini hissede
miyorum. Ya çok uzağa gitti, o kadar uzağa ki seni unuttu, ya da artık bu dünyada değil. Ama kesin olan bir şey var, artık geri dönmeyecek."
Hadda yutkundu ama dayandı. Gözleri, falcı komşunun gözlerini bulup yakaladı.
"Geleceğim ile ilgili ne görüyorsun peki canım komşum? Küçük yaşta iki çocuk, ailesiz, kimsesiz tek başımayım, ne olacağım ben?"
"Seni hiçbir zaman yalnız bırakmayacağız," diye atıldı hemen Bedire.
"Eğer kocam beni terk edip gittiyse, benim yükümü hiçbir sırt ta
şımayacakbr artık," diye mırıldandı Hadda. "Ne olacağım ben, ha?
Söyle bana Betül. Bilmeliyim. İnsan kendini en kötüye göre hazırlarsa darbeleri daha kolay hazmedebiliyor."
Betül yeniden komşusunun avucuna yoğunlaşb, tırnağını kesişen çizgilerin üzerinden tekrar tekrar geçirdi.
"Çevrende çok fazla erkek görüyorum Hadda. Ama çok az mut
luluk var. Mutluluk senlik bir iş değil. Küçük aydınlıklar görüyorum, ama bunlar gelip geçen yıllar, gölgeli bölgeler ve kederli günler tara
fından hemen yutuluyorlar, halbuki sen pes etmiyorsun."
"Çok erkek mi? Birçok defa dul mu kalacağım, yoksa yine terk mi edileceğim?"
"Orası kesin değil. Etrafında pek çok insan ve gürültü var. Rüyaya benziyor ama rüya değil. Bu ... nasıl söyleyeyim, insanı hayrete düşü
recek bir şey. Belki de saçmalıyorum ... Kendimi yorgun hissediyorum biraz, bağışla beni."
Betül ayağa kalkh, yorgun adımlarla avludaki odasına girdi.
Annem bunu fırsat bildi ve o da kalktı.
"Kadınları dinlemekten utanmıyor musun," dedi annem, beni odamızın kapı görevi yapan örtüsünün ardına sinmiş görünce.
"Annelerin birbirlerine anlatbklarını bir erkek çocuğunun dinleme
sinin çok ayıp olduğunu kaç kez söyledim sana? .. Hadi, kalk sokağa çık, dikkat et çok uzaklaşma."
"Sokakta benlik hiçbir şey yok."
"Kadınların yanında da senlik bir şey yok."
"Sokağa çıkarsam yine dayak yiyeceğim."
"Sen de kendini savun. Kız çocuğu değilsin ya. Er ya da geç kendi göbeğini kendin keseceksin, bu da kadınların dedikodularına kulak kesilmekle olmaz."
. Dışarı çıkmayı sevmiyordum. O boş arsada başıma gelenler beni
fena etkilemişti. Etrafı iyice kolaçan etmeden dışarıda dolaşmıyor, en ufak şüpheli harekete rastladığımda tüymeye hazır, ürkek adım
larla geziniyordum. Hayta takımından ödüm patlıyordu; özellikle de Daho ismindeki güdük, çirkin ve cin gibi kurnaz o çocuktan. Beni çok korkutuyordu, daha sokağın başında burnunun ucunu göster
diğinde kendimi sanki bin parçaya bölünmüş gibi hissediyordum;
canımı kurtarmak için her türlü engeli aşmaya hazırdım. Yıldırım misali ne yapacağı önceden kestirilemez, bilinmez bir çocuktu. En az kendisi kadar düzenbaz ve acımasız çocuklardan oluşan bir sırt
lan sürüsünün reisi idi, etrafı dehşete boğarak haraç kesiyorlardı.
Kimse nereden türediğini, ailesinin kim olduğunu bilmiyordu, ama ortak kanı sonunun ya bir ipin, ya da bir kazığın ucunda geleceği gerçeği idi.
Sonra, El Moro vardı; yaşamının on yedi yılını zindanlarda ge
çirmiş eski bir mahkumdu. Kütük gibi geniş alınlı, Herkülvari kol
ları ile devasa, iri yarı bir adamdı. Vücudunun her tarafı dövmelerle kaplıydı, oyulmuş gözünü korsanlar gibi kafasını çepeçevre saran meşin bir göz bağıyla gizliyordu. Sağ kaşından başlayıp, dudaklarını yararak tavşan dudağı yapan, sonra çenesine kadar inen derin bir bıçak izi taşıyordu suratında. El Moro, tek başına bir terör ve kar
gaşa kaynağıydı. Nerede ortaya çıkarsa, orada aniden sesler kesilir, insanlar duvar diplerinden sıvışırlardı. Bir sabah onu çok ama çok yakından görmüştüm. Bir sürü çocuk, bakkalımız Tahta Bacak'ın et
rafında toplanmıştık. Yaşlı gumiye, Fas Rifleri'nde1 yaşadığı savaş se
rüvenlerini anlatıyordu; Berberi asi Abdülkerim ve adamlarına karşı savaşmıştı. Biz heyecanla ağzının içine düşmüşken kahramanımızın suratı birdenbire kurşuni mor bir renk aldı. Sanki kalp krizi geçiri
yordu. Ancak gerçek başkaydı: El Moro, bizim tam arkamızda elleri beline dayalı, güçlü bacaklarının üzerinde dikilerek, tepeden tırnağa küçümseyen alaycı bir gülümseme ile bakkalımıza bakıyordu.
"Bu çocukları o rezil savaşlara göndermeye mi özendiriyorsun, kaz kafalı herif? Onun için mi bu zavallı ve namussuz saçmalıkların
la beyinlerini yıkıyorsun? Neden onlara, onca sene sadık hizmetinin
1 Rif Dağları. (ç.n.)
karşılığı olarak üstlerinin seni, üstelik eksik bir bacakla köpeklerin önüne fırlatıp attıklarını anlatmıyorsun?"
Tahta Bacak'ın dili tutulmuştu aniden, ağzı, sudan çıkmış bir balı
ğın ağzı gibi ses çıkartamadan açılıp kapanıyordu sadece.
El Moro açıldıkça açılıyor, giderek daha da öfkeleniyordu:
"Arap köylerini, kabilelerini ateşe ver, hayvanlarını, sürülerini katlet, zavallı yoksul insanları filintanla delik deşik et, sonra da gel bu soysuz zaferlerine methiyeler düz mahallenin ortasında. Ve sen bunun adına savaş diyorsun, ha? .. Bak, kulak ver bana, iyi dinle! Sen var ya sen, olsa olsa şerefsiz bir hainsin ve midemi bulandırıyorsun.
"Arap köylerini, kabilelerini ateşe ver, hayvanlarını, sürülerini katlet, zavallı yoksul insanları filintanla delik deşik et, sonra da gel bu soysuz zaferlerine methiyeler düz mahallenin ortasında. Ve sen bunun adına savaş diyorsun, ha? .. Bak, kulak ver bana, iyi dinle! Sen var ya sen, olsa olsa şerefsiz bir hainsin ve midemi bulandırıyorsun.