• Sonuç bulunamadı

ama onurunu kaybedersen, diğer kaybettiklerini aramaya bile gerek yok

Belgede Yasmina Khadra. Armağan Sarı (sayfa 100-114)

tur, "

derdi hep bana.

Babam, o gün onurunu yitirdiğini hissetmiş olmalıydı. Üstelik benim yüzümden. Çöküşünün en dip noktasında karşısına çıkmış­

tım ve o bunu kaldıramadı. Kötü kaderin onun görünümünü zede­

lemesine artık izin vermeyeceğini ve bu durumu onurlu bir nokta ile sonlandıracağını bana kanıtlamak, anlatmak için ne kadar çok çırpınmıştı o gün. Choupot' daki o barın yakınlarında bana attığı son bakışıyla, üstelik gülünç bir şekilde ayaklarının üstünde du­

rabilmeye çabalarken, aslında bunu ifade etmeye çalışmıştı bana.

Öyle bakışlar vardır ki insanların çöküşüne dair çok şey anlatırlar;

babamınki ise kesin çöküşü anlatan bir bakıştı.

O güzergahı seçtiğim, meyhanecinin babamı, yani tüm dünyamı bir çöp torbası gibi fırlatıp sokağa attığı sırada o lanet yerin önünden geçtiğim için vicdan azabı çekiyordum; Lucette'in yanından çok ça­

buk ayrılıp bunlara şahit olduğum ve babam da bu tanıklığımı gör­

düğü için yüreğim sızlıyor, dahası içim acıyordu. Her zamanki gibi uzun uzun vitrinleri seyredemez miydik sanki ...

Odamın karanlığında, nasıl bir tavır takınmam gerektiğini kes­

tirememenin sıkıntısıyla acımı kafamda evirip çeviriyordum. O ka­

dar mutsuzdum ki bir akşam evin eski eşyasının bulunduğu oda­

dan, benim bu evdeki ilk gecemi kabusa çeviren kanatlı çocuk hey­

kelciğini aldım. Ağzına kadar eski eşyayla dolu bir sandığın dibinde buldum heykel�iği, tozlarını sildim ve yeniden tam yatağımın karşı­

sına, şöminenin üstündeki eski yerine yerleştirdim. Kanatlarını çır­

pacağından, çenesini, boynunu oynatacağından o kadar emindim ki sabaha kadar gözlerimi üstünden ayırmadım ... Hiçbir şey olmadı, bir kez bile kımıldamadı, kaidesinin üstünde çakılı halde ve hiçbir fayda getirmeden bana bakıyordu sadece, ondan da umudu kesince heykelciği sabaha karşı tekrar götürüp o eski sandığın içindeki ye­

rine koydum.

"Tanrı zalim!"

"Tanrı'nın burada yapacağı bir şey yok ki evladım," diye mırıl­

dandı amcam bana. "Baban gitti, nokta, hepsi bu. Onu, ne şeytan

zor-ladı, ne de Cebrail efendimiz elinden tutup götürdü. Sonuna kadar yaşama tutunmaya çabaladı, elinden gele·ni yaptı, sonra koptu, daya­

namadı arlık, patladı. Yaşam iniş ve çıkışlarla doludur, kimse ortalar­

da kendine bir yer bulamaz. İnsan sadece kendi kendisiyle yetinmeye mecbur değildir. Bizi vuran felaket, mutsuzluk darbesini planlamaz, umurunda değildir. Aniden şimşek gibi üstümüze düşer ve şimşek gibi geri çekilir, bizde. yarattığı mutsuzluklarla kaybedecek zamanı yoktur, düşünmez bile. Eğer ağlamak istiyorsan ağla; umudunu ko­

rumak istiyorsan dua et, ama lütfen acına anlam bulamadığın yerde suçlu, sorumlu arama."

Ben hem ağlamış, hem de dua etmiştim mevsimler boyu; za­

manla başımın üzerindeki perdenin ışıkları sönmüş, tavan kendi boş düzlüğünü yeniden kazanmıştı. İnsanın kendini, yarattığı ha­

yaletlerin yerine koyması hiçbir işe yaramıyordu. Tekrar hem oku­

lun yolunu, hem de Lucette'in elini tutmuştum. Etrafımdaki çocuk çetelerinin de bir suçu yoktu, artık yoktu. Onlar, sadece ama sadece kendi suçları olmayan acı ve mutsuzluklarla muhatap olup, bunla­

rın cezasını fazla ses çıkarmadan, boyun eğerek çeken küçük çocuk­

lardı. Eğer soru sormuyorlarsa bunun tek bir nedeni vardı, çünkü soruların yanıtları onlara hiçbir iyilik ve yarar sağlamıyordu.

Amcam gizemli konuklarını ağırlamaya devam ediyordu. Gece­

nin bir yansı, ayrı ayrı gruplar halinde geliyorlar, hep birlikte saat­

ler boyu salona kapanıyorlar ve fabrika bacaları gibi tütüyorlardı.

Sigaralarının kokusu evi cehenneme çeviriyordu. Gizli toplantıla­

rı hep aynı şekilde başlıyor, aynı şekilde sona eriyordu; başlangıç hep fısılb halinde konuşmalardan, ortasına doğru biraz daha yük­

sek ama arada düşünmek için yapılan duraksamalardan, sonuna doğru ise komşuları ayağa kaldıracak kadar ateşli konuşmalardan oluşuyordu. Toplantılara başkanlık eden amcamın tarafların sakin­

leşmesi ve uzlaşmaları için sürekli rica ve ihtarlarda bulunan sesini duyardık kapalı kapıların ardında. Farklı düşünce ve önerileri ortak bir zeminde buluşturma konusunda zorluk çektiklerinde, bahçede hava almaya çıkarlardı. Sigaralarının ateşleri asabi aralıklarla parlar

ve sönerdi gecenin karanlığında. Toplantı bitince, sessizce ayakuçla­

rında, görünmemek için etrafı iyice kolaçan ederek gecenin karanlı­

ğına karışıp· ortadan kaybolurlardı.

Her toplanbnın sabahında amcamı, toplantının bitmez tüken­

mez notlarını tutanak defterine geçirirken görürdüm.

Diğerlerine benzemeyen bir akşam, amcam benim de toplantıya katılmamı istedi. Beni tek tek ve gururla bütün konuklarına tanıttı.

Konukların bazılarını simaen tanıyordum, ayrıca ortam her sefer­

ki gibi gergin değildi, ortalıkta birlik ve uyum rüzgarları esiyordu.

Sadece bir tek katılımcının konuşmasına izin verilmişti. Konuşmacı sözlerine başlar başlamaz, tüm yoldaşları onun dudaklarına sarıl­

dılar, ağzından çıkan sözcükleri bir yaşam iksiri misali büyük bir keyif içinde ve iştahla yudumluyorlardı. Bu katılımcı, amcamın bile önünde hayranlığını ve saygısını gizleyemediği çok önemli ve ka­

rizmatik bir şahsiyetti ... Çok uzun zaman sonra, siyasi bir derginin yapraklarını karıştırırken o şahsiyetin yüzüne bir isim koyabilmiş­

tim: Messali Hac, Cezayir ulusal hareketinin efsanevi lideri, amiral gemisiydi o akşamki konuşmacı.

Avrupa' da savaş patlak vernlişti. Aynen şişmiş, irinli bir çıbanın patlaması gibi.

Polonya, tüm hesapları altüst eden bir kolaylıkla, hiç direnme­

den Nazi çizmeleri altında çiğnenmeye başlamıştı. İnsanlar güçlü ve kararlı bir direniş beklerlerken, Üzerlerinde gamalı haç taşıyan Alman panzerleri tarafından çabucak susturulan kahramanca, pate­

tik birkaç direnişe şahit olabildiler sadece. Alman birliklerinin bu baş döndürücü başarısı insanlarda korku kadar hayranlık da uyandırı­

yordu. Faniler dünyasının dikkati bir anda kuzeye, Akdeniz'in diğer yakasında olup bitenlere kaymıştı. Gelen haberler hiç de iyi şeyler anlatmıyordu; büyük bir yangının hayaleti kafaları kurcalayıp duru­

yordu. Kafelerin teraslarında aylakça oturanlar bile arhk gazeteleri çarşaf çarşaf serip bu endişeleri kurcalıyor, bilgi sahibi olmaya çalışı­

yorlardı. Yayalar sokakta durup birbirlerine sorular soruyor, insanlar bar tezgahlarında ya da parklarda hızlandırılmış bir yok oluşa doğru sürüklenen Avrupa'nın nabzını tutmaya çalışıyorlardı. Okulda

öğ-retmenlerimiz de bizleri biraz boşlamışlardı. Sabahları bir yığın ha­

ber, bir yığın soruyla geliyor, akşam beraberlerinde yine bir sürü soru işareti, bir sürü huzursuzlukla evlerinin yolunu tutuyorlardı. Müdür Bey, odasına transistörlü bir radyo yerleştirmiş, zamanının çoğunu haberleri dinleyerek geçiriyor, tesadüfen tan;ı da bu karışık dönemde okulun bahçesinde cirit atan haydut suratlı pis adamları dikkate bile almıyordu.

Pazar ayinleri sonrasında Germaine de artık beni hiçbir yere gö­

türmez olmuştu. Odasına kapanıyor, haçının önünde diz çökerek bitmek tükenmek bilmeyen ilahiler okuyor, dualar mırıldanıyordu.

Avrupa' da ailesinden kimse yoktu, ama onun derdi başkaydı, bilge­

liğin çılgınlığa galebe çalması için tüm gücüyle dua ediyordu.

Amcam da daha az bizimle oluyordu. İçindeki bildirilerden zor kapanan çantası ve paltosunun içine doldurduğu manifestolarla sü­

rekli bir yerlere gidip geliyordu. Ben de çaresizlikten kendimi tama­

men Lucette' e adamıştım. Deliler gibi oyun oynuyorduk, kendimizi kaybedercesine, ta ki bir ses bize sofraya oturma veya yatağa gitme zamanının geldiğini hatırlatana dek.

Lucette'in babası Jerôme, mühendisti; mahallemize yakın bir fabrikada çalışıyordu. Kah teknik bir kitaba gömülen, kah birbiri ardına Schubert dinlediği gramofonunun karşındaki eski kanepeye uzanıp kendinden geçen Jerôme'un aklından, şunlar ne yapıyorlar, gidip bir göz atayım düşüncesi geçmezdi. Uzun boylu, zayıf, yuvar­

lak gözlüklerinin ardına saklanmış biri olan Lucette'in babası, sanki kendi boyuna göre imal edilmiş saydam bir köpüğün içinde, diğer insanlar ve olaylara karşı, ki buna henüz patlak vermiş ve koca ge­

zegeni yutmaya hazırlanan savaş da dahil, gerekli mesafeyi koruya­

rak kendi dünyasında yaşayan ve gelişimini kendi ritmine uygun olarak sürdüren bir adamdı. Yaz kış, apoletleri ve içine her türlü ka­

lemini yerleştirdiği birçok cebi olan haki gömleğini sırtından çıkart­

mazdı. Jerôme, sadece kendisine soru sorulduğunda ve değişmez bir tutumla, rahatsızlık duygusunu ifade ederek konuşurdu. Onun haricinde onu duymak olası değildi. Lucette'in doğumundan birkaç yıl sonra karısı onu terk etmiş ve bu olay onu ciddi biçimde

etkile-mişti. Evet, hakkını yememek gerekir, Lucette'in hiçbir isteğine ha­

yır demezdi, ani.a bir kez bile onu kollarının arasına alarak bağrına baslığını görmemiştim. Bölümler halinde sessiz filmlerin gösterildi­

ği sinemada, ışıkların sönmesi ile birlikte silinip gideceğine yemin ederdiniz. İtiraf etmeliyim ki, özellikle ateist olduğunu amcama alakasız bir zamanda itiraf ettiğini duyduğumdan beri, bu adam beni endişelendiriyor, hatta korkutuyordu. O dönemlerde, bu tür insanların var olabileceğine bile inanamıyordum. Çevremdeki in­

sanların hepsi inancı olan kişilerdi; amcam Müslüman' dı, Germaine Katolik' ti, diğer komşularımız da ya Yahudi ya da Hıristiyan' dılar.

Okulda da, mahallede de "Tanrı" tüm dillerde ve tüm kalplerde var­

dı, beni en çok şaşırtan şey ise Jerôme'un "O" olmadan işlerini nasıl yürütebildiği idi. Bir gün onun, kapı kapı dolaşıp Tanrı kelamını yaymaya çalışan bir misyoner papaza çıkışarak: "Her insan bizzat kendisinin tanrısıdır. Kendine başka bir tanrı seçtiği andan itibaren kendini reddeder, kör ve adaletsiz olur," dediğini duymuştum; za­

vallı misyoner papaz onda Şeytan'ın ta kendisini gördüğünü sanıp, haç çıkartarak kaçmıştı.

Ascension1 Yortusu'nda şehri panoramik açıdan seyretmek üze­

re bizi Murdjadjo Dağı'nın zirvesine çıkartmıştı. Önce Orta Çağ dö­

neminden kalma kaleyi gezmiştik, sonra da San ta Cruz Kilisesi' nin etrafında dönen hacı kafilesine katılmıştık. Yüzlerce, kadın, erkek, yaşlı ve çocuk Hazreti Meryem'in ayağının dibinde itişip duruyor, adeta birbirlerini eziyorlardı. İçlerinden bazıları dağın yamaçlarını çalılara, katırtırnaklarına tutunarak yalınayak, kimileri ise dizleri­

nin üzerinde tırmanmışlardı, ayaklarında, diz kapaklarında bıçakla kesilmiş gibi derin, kan içinde yaralar vardı. Bütün bu

"güzel "

in­

sanlar, kararmış bakışları, kanı çekilmiş suratları ile kurşun gibi ağır bir güneşin altında dalgalanıp duruyor, sefil yaşamlarına hoşgörülü davranmaları için azizlere, Kutsal Meryem' e ve İsa Peygamber' e yalvarıyorlardı. Lucette bana bu inançlı insanların İspanyol olduk­

larını, bu acıları çekmelerinin ve ettikleri duaların nedeninin ise, 1 Ascension Yortusu: Hıristiyanlıkta İsa Peygamber' in göğe yükseldiği gün olarak

kutlanan dirii bayram. (ç.n.)

1849

yılında on binlerce ailenin ölümüne neden olan kolera salgını sırasında Eski Oran kentini koruduğu için, Kutsal Meryem' e teşek­

kür edip ona minnettarlıklarını sunmak olduğunu anlattı.

"Ama kendilerine korkunç eziyet ediyorlar," dedim Lucette' e, insanların kendilerine yaphkları bu işkencenin boyutları beni şoka sokmuştu.

"Tanrı için yapıyorlar bunu," diye yanıtladı hemen Lucette coş­

kulu bir inanmışlıkla.

"Tanrı onlardan hiçbir talepte bulunmadı," diye kesip attı Jerôme.

Jerôme'un yanıb, tüm heyecanımı yok eden bir kamçı sesi gibi yankılanmışb kulağımda. Artık "hacı" falan göremiyordum. Trans halinde mahkum edilmiş, aşağılanmış, itilmiş insanlar görüyordum sadece, cehennem bana hiç o büyük dua günündeki kadar yakın gö­

rünmemişti. Doğduğum günden beri sürekli, dine karşı hakaret ve saygısızlık konusunda çok dikkatli davranmam gerektiği anlahlmışb pana. Cezasını çekmek için hakaretin illa ki bağıra çağıra yapılması gerekmiyordu; hakareti işitmek bile.kendi başına bir günahtı. Lucette sıkınbmı anlamışh. Babasına kızgın olduğunu hissediyordum, buna rağmen babası adına özür dilermişçesine bana gönderdiği ezik gülü­

cüklere karşılık vermemek konusunda kararlıydım. Bir an önce eve

dönmek istiyordum.

Şehre dönmek için otobüse bindik. Eski Oran'a giden dar ve vi­

rajlı yol, zaten kötü olan durumumu daha da ağırlaşhrdı. Her vi­

rajda kusmak istiyordum. Aslında Lucette ve ben, Scalera semtin­

de gezinmeyi, küçük İspanyol lokantalarında

paella

ya da

caldero1

yemeyi, oradaki Sefarad2 zanaatkarların tezgahlarından ufak tefek şeyler satın almayı çok severdik. Ama canım o gün bunların hiçbiri­

ni yapmak istemiyordu. Jerôme'un yanımızdaki varlığı, uzun boyu, endişelerim üzerine gölgesini düşürmüştü. İşitmesi bile başlı başına bir günah olan o ağır "hakareti" nin benim başıma iş açmayacağını umuyordum tüm kalbimle!

1 İspanyol usulü balık çorbası. (ç.n.) 2 İspanyol Yahudisi. (ç.n.)

Daha sonra şehrin Avrupalı semtine kadar tramvaya bindik, ar­

dından yolun evimize kadar olan kısmında da yürüdük. Hava çok güzeldi. Oran güneşi sanki kendini aşmıştı. Ama ben etraftaki ışık­

lara, her taraftan fışkıran seslere kendimi yabancı hissediyordum.

Lucette eli elimi sıkı sıkıya tutmuş olsa bile, beni içinde bulundu­

ğum ruh halinden çıkarmayı beceremiyordu.

Ve korktuğum şey, düşen bir kiremit misali başıma geldi; soka­

ğımızda bir insan kalabalığı vardı. Komşularımız kendilerini dışarı atmışlar, sağlı sollu kaldırımlarda, kollarını göğüslerine çaprazlama kavuşturmuş, parmakları çenelerinde sessizce olan biteni seyredi­

yorlardı. Evinin bahçe kapısını yarım aralamış, ayağında şort olan bir adama neler olduğunu sordu Jerôme bir göz işareti ile. Bir taraf­

tan bahçesini sulayan adam, gitti hortumun bağlı olduğu musluğu kapattı, hortumu yere bıraktı ve geri döndü. Ellerini önce üstündeki eski gömleğe kuruladı ve sonra her ikisini de konuyu tam olarak anlamamış bir insanın çaresizliğiyle yana doğru açarak:

"Mutlaka bir yanlışlık olmalı. Polis, Eczacı Mahi Bey'i tutukladı.

Bir iki dakika önce bir polis arabasına koyup götürdüler. Götürenler öyle pek de melek gibi adamlar değildiler, hani!"

Amcam bir hafta tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılmıştı. Eve dönmek için havanın kararmasını beklemiş, duvar diplerinden sü­

rünerek gelmişti. Yanakları çökmüş, bakışları donuklaşmıştı. Birkaç günlük tutukluluk tanınmaz hale gelmesine yetmişti. Uzamış sakal­

ları yüzündeki çizgileri daha da ortaya çıkartıyor, kendinden geçmiş hali ona hortlak havası veriyor gibiydi. Sanki ona yemek vermemiş­

ler ve gece gündüz ayakta tutarak uyumasını engellemişlerdi.

Germaine'in rahat bir nefes alması sadece ona kavuştuğu anda his­

settikleri ile sınırlı kaldı. Kocasının kendisine, tutuklanmadan önceki haliyle, eksiksiz bir bütün olarak geri verilmediğini anlamakta gecik­

medi. Amcamın akıl yetenekleri sanki elinden alınmışh, sersem ve şaşkın gibiydi. Söylenilenleri hemen kavrayamıyor, Germaine'in ona bir şey isteyip istemediğini sorduğu zamanlarda da sırtına hançer sap­

lanıyormuşçasına yerinden fırlıyordu. Geceleri odasında anlaşılmaz

sövgüler homurdanarak dönüp durduğunu duyuyordum. Bazen bah­

çedeyken üst kata bakmak için kafamı kaldırdığımda, odasının pence­

resinden perdelerin arkasındaki siluetini fark edebiliyordum. Sürekli sokağı gözlüyor, korku içinde cehennemin tüm iblislerinin her an gelip kendisini almalarını bekliyordu.

Germaine ailenin bütün işlerini ele almak ve bizzat eczanenin işletilmesi ile ilgilenmek zorunda kalmıştı. Zamanla beni de ihmal etmeye başlamıştı. Kocasının akıl sağlığı onu harap ediyor, özellikle bir doktora görünme önerilerini sürekli reddetmesi karşısında elleri kolları bağlı kalarak çılgına dönüyordu. Bazen yalnız kaldığında, yaşadıklarına dayanamıyor, patlıyor ve hıçkırıklara boğularak uzun uzun ağlıyordu.

Beni okula götürüp getirme işini Jerôme üstlenmişti. Lucette her sabah, parlak kurdelelerle örülmüş saçlarıyla, heyecan içinde kapı­

mızın önünde beni bekliyor, ben dışarı çıkınca hemen elimden tuta­

rak bahçe kapısının önünde bizi bekleyen babasının yanına koşarak sürüklüyordu.

Amcamın birkaç hafta içinde eski haline döneceğini düşünü­

yordum; ancak durumu giderek ciddileşiyordu. Kendisini odasına hapsediyor, kapısını kilitliyor, açmayı reddediyordu. Sanki kötü bir ruh evdeki her şeyi etkisi altına almış gibiydi. Germaine umutları­

nı yitiriyordu. Anlayamıyordum. Amcamı neden tutuklamışlardı?

Karakolda neler olup bitmişti? Neden tutukluluk süresinde yaşadık­

larını kimseye, hatta Germaine' e bile anlatmıyordu? .. Ama evlerde ölümüne bir sır gibi saklanan şeyleri, er ya da geç "sokak" damlar­

dan, çatıların tepesinden bas bas bağırarak ifşa edermiş, derler ya;

kültürlü bir insan, Arap dünyasının yaşadığı tüm sarsıntıları okuya­

bilen ve bunlara karşı son derece hassasiyet gösteren amcam, oku­

muş yazmış Müslümanlar arasında hızla yayılan milliyetçi hareket­

lerle, özellikle entelektüel zeminde sıkı bir dayanışma içerisindeydi.

Şekip Arslan'ın1 tüm söylem ve metinlerini ezbere biliyor, basında 1 Emir Şekip Arslan (1869-1946): Lübnan doğumlu Arap siyasetçi, şair ve yazar.

Arap milliyetçisi ve İslama fikirleriyle öne çıkmışhr. Özellikle Libya' da Messali Hac üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. (yay.n.)

çıkan tüm militan yazı ve makaleleri özenle kesip saklıyordu; bun­

ları tasnif ediyor, açıklamalar ekliyor ve sayısız toplantıda kompo­

zisyona dönüştürerek insanlara anlatıyor, aktarıyordu. Söz konusu bu politik kargaşanın teorik boyutuna tamamen hakim olan amcam, kendi siyasi bağlanımlarının taşıdığı riskleri tam olarak tartamıyor, militanlık etmenin sadece havada uçuşan politik söylemler, kendi­

sinin de bizzat katıldığı yer�ltı çalışmalarının finanse edilmesi ve bu hareketin sorumlularınca düzenlenen gizli toplantılara evini açması olarak algılıyordu. Yürekten ulusalcı, Cezayir Halk Partisi'nin radi­

kal faaliyetlerinden çok, temel ilke ve kurallarına daha yakın duran amcam, bir polis karakolundan içeri adım atmayı ya da sıçanlar ve adi suçlular eşliğinde insanı tiksindiren hücrelerde gecelemeyi hiç­

bir zaman aklının ucundan bile geçirmemişti. Aslında amcam, söy­

lem, söylev, manifesto ve sloganlara inanan, şiddete karşı derin dü­

şünsel bir nefret besleyen bir savaş karşıtı, bir barışsever, soyut bir demokrat, beyin takımından bir insandı. Yasalara saygılı bir yurttaş, diplomalarının kendine sağladığı sosyal sınıfın ve eczacı sıfatının kendine kazandırdığı sosyal statünün farkında bir insan olarak po­

lisin onu gelip evinde, rahat bir koltukta, ayaklarını pufa uzatmış, partisinin dergisi

El Ouma'

nın sayfalarının arasına dalmışken alıp götürebileceği ihtimalinin fersah fersah uzağındaydı.

Daha polis arabasına bindirilirken bile yürekler acısı bir durum­

da olduğu, polisteki sorgusu sırasında ilk sorulardan itibaren itiraf­

lara geçtiği, polisin her istediğini yerine getirdiği için sorgulamaların bitiminde, hakkında hiçbir işlem yapılmadan salıverildiği anlatılırdı.

Bu söylemi yaşamının sonuna kadar reddetmişti. Yüzüne kara çala­

cak kalleşçe bir iftiraya konu olmayı asla kabul etmezdi, bu yüzden bu konu açıldığında birçok defa kendinden geçecek derecede hid­

detlendiğini anımsıyorum.

Konulara kafasında biraz açıklık getirdiğine ikna olduğunda, düşüncesini Germaine ile paylaşmıştı; bizim için Oran' da ikamet et­

meye devam etmek artık söz konusu bile olamazdı; mutlaka başka ufuklara doğru yol almamız gerekiyordu.

"Polis beni arkadaşlarıma, dostlarıma karşı çevirmek, onla­

ra karşı kullanmak istiyor," diye Germaine' e anlatmaya başladı bir ölünün ruh hali içinde. "Düşünebiliyor musun böyle bir şeyi?

Benden bir kalleş yaratabileceklerini nasıl hayal edebilirler? Benim satılık bir halim mi var Germaine? Allah aşkına söyle bana, düşünce yandaşlarımı nasıl ele verebilirim ben, benim gibi bir insan?"

Ona, artık fişlendiğini, kayıtlara geçtiğini, şimdilik beklemede olduklarını, ama onu sıkı bir takibe tabi tutacaklarını, böylesi bir durumun ise yakınlarının ve dostlarının durumunu tehlikeye soka­

cağını anlatıyordu.

"Peki, kafanda gidip yerleşeceğimiz yer hakkında bir fikir var mı?" diye sordu Germaine, daha şimdiden Oran'ı terk etmenin acı­

sının ürpertilerini hissederek.

"Rio Salado'ya1 yerleşeceğiz."

"Peki, neden Rio Sala do?"

"Düzgün bir kasaba. Geçen gün gittim, gezdim, eczane açma

"Düzgün bir kasaba. Geçen gün gittim, gezdim, eczane açma

Belgede Yasmina Khadra. Armağan Sarı (sayfa 100-114)