• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: DĐKTATORYAL SÖYLEM

1.2. Türkiye’de Diktatöryal Söylem: 1925–1945

1.2.1. Takrir-i Sükün Öncesi

Takrir-i Sükün Kanunu bir başlangıç noktası olarak alınsa da, bu tarihten itibaren devlet söyleminin hakim formu haline gelecek olan diktatöryal söylemin pratik temelleri bir süre öncesine kadar geri götürülebilir. Bu nedenle Takrir-i Sükun Kanunu’nun çıkarılması diktatöryal söylemin bir başlangıcı olarak değil, diktatöryal ele alma biçiminin devlet söyleminde hâkim forma dönüşmesinin tarihi olarak ele alınmalıdır. Böylesi bir kanunun çıkarılmasını mümkün kılan koşulların oluşması gerekiyordu ve bu bakımdan 1922–1925 arası dönem devlet söyleminde diktatöryal formun giderek etkinleştiği tarihler olarak ele alınabilir. Bu tarih aralığı Mustafa Kemal (Atatürk)’ün iktidarını hızla sağlamlaştırdığı ve karşısındaki muhalefeti tedrici olarak zayıflattığı dönemdir.

1922–1925 dönemi diktatöryal söylemin giderek etkinliğini artırdığı bir dönem olarak okunabildiği gibi, aynı zamanda söz konusu dönem demokratik bir siyasetin mümkün olduğu ve böylelikle 1925 sonrası dönemle farklılaşan bir görüntü de arz eder. Cemil

Koçak’ın deyimiyle “Türkiye Cumhuriyeti, bir tek parti yönetimi olarak doğmadı... Birinci Türkiye Millet Meclisi’nin demokratik ve çoğulcu yapısı süreç içinde bir tek-parti diktatörlüğüne dönüştü” (1997: 85). Özellikle bu dönemde mecliste bulunan

Đkinci Gruba bakıldığında ayrı bir parti olarak ortaya çıkmasa da, meclisteki temel eleştirilerini “fiilen oluşabilecek her türlü kişisel yönetime karşı tepki” şeklinde formüle etmiştir (Demirel, 2007: 10). Đkinci Grubun 1923 seçimleriyle meclis dışında bırakılmasından sonra da mecliste tartışma zemini varlığını sürdürmeye devam etmiş, hatta bu zemin bir muhalefet partisinin ortaya çıkmasını da mümkün kılmıştır. Sadece politik alan değil, bu dönemde basın da “canlı, heyecanlı, bol spekülasyonlu ama oldukça özgür ve olaysız bir dönem” yaşamıştır (Kocabaşoğlu, 2007: 576). Kısacası 1925 öncesi dönem bir taraftan Türkiye’nin demokrasi serüveninin doğrusal bir çizgi izlemediğinin kanıtı olarak ele alınabilecekken (Demirel, 2005: 184) diğer taraftan da “diktatöryal söylem” olarak adlandırılan dönemin sınırlarını çizerek 1925 sonrası dönemi kendisinden ayırır.

Sakarya’da iki haftayı aşkın süre devam eden savaşta Mustafa Kemal önderliğindeki ordunun Yunanlıları yenilgiye uğratması onu ülkede kendisine itiraz edilemeyecek önemli bir lider konumuna yükseltmişti. Bu tarihten itibaren Mustafa Kemal’in “mutlakıyetçi ve radikal bir tutum” göstermeye başlaması üzerine meclisteki muhalefet zamanla büyüyerek Đkinci Grubu kurmuştur. Bu kişileri bir araya getiren temel saik ise “Mustafa Kemal Paşa’nın kişisel egemenlik kurmasının” önüne geçmekti (Tunçay, 2005: 39; Demirel, 2007: 10). Fakat, Ağustos-Eylül 1922’de Yunan ordusuna karşı yürütülen Büyük Taarruz ile kazanılan zaferin sonucunda Mustafa Kemal’e Zürcher’in deyimiyle “Halaskar (kurtarıcı ve fatih) Gazi” unvanı verilmesi ve böylelikle halkın gözünde önemli bir prestij kazanması “mutlak iktidarı elde etme” sürecindeki en önemli meşruluk kaynağı olmuştur (2002: 233; Zürcher, 2007: 42; Shaw ve Shaw, 1977: 373).

Đlk icraatı 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırmak olan Gazi Mustafa Kemal, Aralık ayının başında da etrafındaki kişilerden oluşan Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu Halk Fırkası (HF) adı altında bir siyasi partiye dönüştürme fikrini ilk kez açıkladı. 1 Nisan 1923’te Lausanne barış görüşmelerinin sonucunda varılacak anlaşma tasarısını kabul etmeyeceğinden endişe duyulan meclisin yenilenmesi amacıyla seçimlerin yapılması

kararı alındı (Tunçay, 2005: 42).1 Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında yapılan iki dereceli seçimlerde “adayların nitelikleri ve geçmişleri bizzat Mustafa Kemal tarafından adamakıllı bir incelemeye tabi tutulduğundan” Đkinci Gruptan hiç kimse meclise giremedi. Üstelik yapılan düzenlemelerle eski Đttihat ve Terakki ileri gelenlerinin de seçimlerde varlık gösterememeleri sağlanmıştır (Zürcher, 2002: 234; Tunçay, 2005: 48; Demirel, 2007: 571–574 ve 584).

Tüm bu çabalara rağmen yapılan seçimler Mustafa Kemal’in, meclisi “geniş kapsamlı reformlarda kendisini desteklemeye hazır kişilerle doldurmayı başardığı anlamına” gelmiyordu (Zürcher, 2007: 51; Demirel, 2007: 598). Gözden çıkarılamayacak kadar güçlü ve saygın kişilerin seçimlere dâhil edilmesi sonucu “bütünüyle uysal bir meclis yaratılamamıştır” (Tunçay, 2005: 49). Lausanne görüşmeleri sırasında mecliste hararetli tartışmaların yaşanması bu durumun en açık göstergesiydi. Mecliste gerilimi artıran ve bir ölçüde safları netleştiren süreç ise cumhuriyetin ilanı ve ardından hilafetin kaldırılması tartışmalarıyla birlikte başladı. Rauf (Orbay), Refet (Bele), Adnan (Adıvar) ve Ali Fuat (Cebesoy) gibi Cumhuriyetin ilanına muhalif olabilecek isimlerin Ankara dışında olduğu bir tarihte mecliste yaşanan çıkmazı bahane eden Mustafa Kemal, 29 Ekim’de cumhuriyetin ilan edilmesi önergesini meclise sundu. Yaşanan tartışmalardan dolayı bölünmüş durumdaki meclis “biraz da gafil avlandığından önergeyi kabul etti” (Zürcher, 2007: 54). Rauf, Ali Fuat ve arkadaşları Cumhuriyet’in ilanının oldubittiye getirilmesine ve usulün despotik bir tarzda olmasına itirazlar yöneltirken, dönemin Birinci Ordu Komutanı Kazım (Karabekir) de “kişisel buyurganlığın her türlüsüne karşı olduğunu” dile getirerek yaşananları eleştirenlerin safına geçmişti (Zürcher, 2007: 54–56).

Mustafa Kemal’in bir kuvvet gösterisi anlamında “kişisel egemenliğe doğru yürümesiyle yakından ilgili” olan hilafetin kaldırılması süreci2 (Tunçay, 2005: 72) Cumhuriyetin ilan edilme tarzı karşısında bir araya gelen muhalif kanatın sesini daha

1 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na göre, Meclis amacına ulaştığına kani olduktan sonra üçte iki çoğunluğun onayıyla seçime gidebilecekti. Muhalefetin son derece güçlü olduğu böyle bir ortamda seçim kararı basit çoğunlukla alındı (Koçak, 2009: 18).

2 Yerasimos’a gore, “halifelik ve dini kurumlar, okullar, vakıflar ve dini yasalar Mustafa Kemal’in tek kişilik hükümetine doğru önlenemez yükselişinin karşısında denge oluşturabilecek yegane yerleşik güçlerdi”. Tam da bu nedenle Mustafa Kemal’in tek kişilik iktidarından korkan muhalefet bu kurumlara sarılırken, Mustafa Kemal de tek kişilik iktidarının önündeki bu yerleşik kurumları hedef almaktaydı. (Yerasimos, 2006: 94-95)

fazla yükseltmesine neden oldu. Hintli Müslümanların Đsmet (Đnönü)’ye gönderdikleri Hilafetin kaldırılmamasını talep eden mektupların Đstanbul gazetelerinde yayımlanması bir bunalıma neden oldu ve Đsmet’in girişimleriyle Meclis 22’ye karşı 156 oyla

Đstanbul’a gönderilmek üzere Đstiklal Mahkemeleri’nin kurulmasını kabul etti. Oylama muhalefetin hükümete karşı blok oy kullandığı ilk oylama olması açısından önemliydi (Lewis, 2000: 263; Zürcher, 2007: 59). Söz konusu mektupların yayımlanmasının soruşturulduğu davada olayın bir suç olduğu belirtilmesine rağmen, gazetecilerin hepsi “suç işleme kastı olmadıkları” gerekçesiyle beraat etmişlerdir (Tunçay, 2005: 85). Fakat yaşananlar Đstanbul basınının önemli bir muhalefet olduğunu göstermesi açısından önemliydi. Bunun farkında olan Mustafa Kemal hilafetin kaldırılmasından önce gazetecilerle Đzmir’de yaptığı görüşmede Mete Tunçay’ın tabiriyle “basını gerekirse halka karşın, kendi kişiliğinde ve önderliğinde anlatımını bulan genel iradenin destekçisi olarak görmek istediğini ortaya koyan” bir konuşma yapmıştır (2005: 89). Basın bu görüşmenin ardından bir süre devrimleri öven yazılar yayımlasa da, tekrar muhalif konumuna geri dönmüş ve kullanılan yöntemleri ve süreci eleştirmeye devam etmiştir (Gürkan, 1998: 38).

Hilafet tartışmalarının ardından Đstanbul basınının başı çektiği en önemli tartışma konusu Mustafa Kemal’in memleketin başına yeni bir diktatör olacağı korkusunun harekete geçirdiği “devlet başkanının partiler üstü kalması gerekliliği” konusuydu (Gürkan, 1998: 40). Yeni bir parti kurulmasının gündeme gelmesiyle birlikte Meclisteki muhalefet de aynı görüşü dillendirmeye başlamıştı. Mustafa Kemal’in bu tartışmalara cevabı ise “benim için bir taraflık vardır: bir tarafım, o da cumhuriyet taraftarlığı: fikri, içtimai inkilap taraftarlığı” şeklinde olmuş ve bu şekilde bitaraflık önerilerini reddetmiştir (Tunçay, 2005: 99; Zürcher, 2007: 67). Bu konuşmadan dört gün sonra yaptığı açıklamada yeni parti kurulması girişimlerini kastederek “memleket ve milletin huzur ve emniyet şeraiti henüz böyle bir tefrikaya yol açmaya müsait değildir” ifadelerini kullanmıştır (Zürcher, 2007: 68). Böylelikle, Mustafa Kemal daha parti kurulmadan söz konusu partiye yönelik politikasını açıkça ortaya koymuştu. Basına yönelik tepkisini ise Mustafa Kemal dönemin Đçişleri Bakanı Zekeriya Bey’i basın özgürlüğüne dair yayımladığı ve “T.C. hürriyet-i matbuata hürmetkârdır ve hürmetkâr kalacaktır” ifadelerinin geçtiği bildiriyi yayımlamasının ardından görevden

alarak göstermiştir. Bu görevden alma eylemi başka gerekçelerle temellendirilse de, Tunçay’a göre karar Mustafa Kemal’in basın özgürlüğüne dokunulmayacağına söz vermek istememesinin bir göstergesiydi (2005: 104).

20 Ekim 1924’de Mübadele, Đmar ve Đskan Vekili Refet Bey’e yöneltilen soru önergesi ile başlayan bölünme süreci 26 Ekim’de Kazım (Karabekir)’in ve 30 Ekim’de Ali Fuat Paşa’nın ordudaki görevlerinden istifa etmeleriyle devam etti. Mustafa Kemal’in Nutuk’ta “paşalar komplosu” olarak adlandırdığı bu gelişmelere tepkisi ordunun üst kademesine kendisine bağlılığından emin olduklarını atamak ve Kazım ile Ali Fuat’ın meclise katılmalarını geciktirmek oldu (Zürcher, 2007: 73–75; Tunçay, 2005: 105). 8 Kasım’da yapılan gensoru oylamasından bir gün sonra Rauf (Orbay) ve 10 arkadaşı Halk Fırkası’ndan istifa etmiş ve 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) resmen kurulmuştur. TCF’nin kurulma süreci ve kurulduktan sonraki faaliyetleri Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kontrolündeki Halk Fırkası’nın tutumunun karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi açısından önemliydi. Dönemin etkin figürlerinden muhalefete yakın bir gazeteci olan Zekeriya (Sertel) Bey’in 1925’in başında bir çeşit almanak olarak çıkan Resmi Yıl’a yazdıkları bu açıdan dikkat çekicidir:

“Halk Fırkası mensupları daha mutaassıb daha inhisarcı bir zihniyetle hareket ediyor, yeni fırka [TCF] azası daha liberal düşünüyordu... Halk Fırkası halkın bu ilk şaşkınlık ve heyecan devrinde gördüğü mutlak mutavattan mağrur ve hodgam oldu. Bütün zaferi benimsedi ve hariçte kalanlara kıskanç bir nazarla bakmağa başladı... [yeni fırkanın] tek bir endişesi vardı... diktatörlüğün ve istibdadın önüne geçmek. Eski fırka zaferi, istiklali, hatta vatanı ve milliyetperverliği benimsediği için yavaş yavaş Đttihad Terakki zihniyeti almağa başlıyordu” (aktaran, Tunçay, 2005: 132)

Daha sonra döneme ilişkin yapılan çalışmalarda ileri sürülen tespitler de Zekeriya Bey’i onaylar mahiyettedir. Mete Tunçay TCF’nin “kurulduğu gün basına açıklanan fırka beyannamesi ve programı, özünde, gerek siyasal gerek ekonomik anlamıyla liberal demokrasiyi savunan belgelerdir” tespitinde bulunurken, Halk Fırkası’nın Đttihat ve Terakki “kalıt ve geleneğine” daha yakın olduğunu belirtmektedir (2005: 108). Erik Jan Zürcher de benzer bir şekilde “TCF programıyla Halk Fırkası’nın güncel politikaları ve yönetim biçimi arasında yapılacak bir karşılaştırma, açıkça, muhalefetin daha az merkeziyetçi, otoriter, ulusçu ve radikal eğilimlerinin olduğunu ortaya koyacaktır” tespitinde bulunmaktadır (2007: 161). Tam da bu yönü nedeniyle TCF’yi

Mustafa Kemal’in “bir muhalefet deneyi” olarak değerlendirmek (Lewis, 2007: 9) mümkün değildir.

TCF’nin kurulması Mustafa Kemal’i bir hayli sinirlendirmişse de, Nutuk’ta çok sık tekrarlanan bir ifadeyle “henüz ortamın müsait olmaması”1 nedeniyle sert tepkiler vermekten kaçınmıştı. O dönem tam haliyle yayımlanmayan 24 Kasım 1924’te The

Times’in Đstanbul muhabiri olan Maxwell Macartney ile yaptığı röportaj sırasında

söyledikleri Mustafa Kemal’in muhalefete bakışını özetlemesi açısında önemlidir.2 “Partiyi oluşturanların kişilikleri üzerinde analiz, saflarında gerçek birer cumhuriyetçi olamayacak kişilerin yer aldığını gösteriyor” ifadelerini kullanan Mustafa Kemal, Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Sabit Bey’i bunlara örnek olarak gösterir. Programlarının içtenliğine inanılması durumda Halk Fırkası’ndan bir farkı olmadıklarının bilincinde olan Mustafa Kemal bu durumda neden ayrıldıklarına bir anlam veremez (Zürcher, 2007: 197–198). Bundan bir kaç ay sonra Ocak 1925’de Konya’da tuttuğu günlüğüne de muhalefeti hain ve gafil olmakla suçlayarak bunlara karşı sert davranışını “memleket ve millet menfaatını her şeyin üstünde görmesiyle” temellendirmiştir (Atatürk, 2005a: 149). Ortamın müsait olduğu bir dönemde Nutuk’ta bu günleri anlatırken kullandığı ifadeler Macartney’in bu röportajında söylenenleri ve günlükte yazılanları onaylamaktadır. TCF’yi “Cumhuriyet’i doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları parti” olarak tanımlayan Mustafa Kemal, “gizli eller tarafından çizilen programı” olan partinin “en hain dimağların mahsulü” olduğunu ileri sürmüştür (Atatürk, 2005: 601–602).

TCF’nin kurulmasının ardından Đsmet (Đnönü), Halk Fırkası’nın Meclis Grubu toplantısında sıkıyönetim önerisinde bulunmuş ve önerisi reddedilince başvekillik görevinden istifa etmiştir. Mustafa Kemal ise yaşanan gelişmeler karşısında fırkanın idare heyeti ile düzenlediği bir toplantıda “dinsel gericiliğin bir karşı devrim yarattığına işaret ederek” TCF’ye olan bakışını özetlemiş ve “benim burnuma barut ve

1 “Bu önemli kararın bütün gerek ve zaruretlerini daha ilk gün açığa vurup ifade etmek, elbette isabetli olmazdı” ve “her safhayı vakti geldikçe uygulamak” gibi ifadeler Nutuk’ta sık sık kullanılmaktadır. (Atatürk, 2005: 10 ve 11)

2 Mustafa Kemal, Mete Tuncay’ın deyimiyle, “muhalefetten hiçbir zaman hoşlanmamış” onların “varlığına katlanmak zorunda kaldığı zamanlarda da” onlara karşı askeri bir taktik uygulamıştır. Muhalefete karşı “önce bölmek ve bir bölümünü ele geçirmek, daha sonra öteki bölümünü aşırılığa

kan kokuları geliyor inşallah ben yanılmışımdır” ifadelerini kullanmıştır (Tunçay, 2005: 110–111; Bila, 1999: 53). Đsmet Paşa ve kabinesinin istifasının ardından yerine kurulan Fethi Bey başkanlığındaki kabine daha ılımlıydı ve “yeni fırkanın çekiciliği karşısında CHF’nin daha çok çözülmesini önlemek” amacındaydı (Tunçay, 2005: 111; Zürcher, 2007: 88). Bu değişiklikten sonra HF’dan istifalar yavaşlamış bir süre sonra da durmuştur. Değişikliğe muhalefetin bakışı ise “Đsmet Paşa’nın temsil ettiği otoriterci gidişten kurtulmuş olmanın sevinci” şeklinde özetlenebilir (Tunçay, 2005: 112).

Bu sevinç fazla uzun sürmedi ve 13 Şubat 1925’de başlayan Şeyh Said ayaklanması Mustafa Kemal’e hain ve gafil olarak tanımladığı muhalefeti ortadan kaldırmak için aradığı fırsatı verdi. Ayaklanmanın dinsel ya da ulusal bir ayaklanma olduğu tartışılsa da1, üzerinde hem fikir olunan şey söz konusu ayaklanmanın Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından dinsel gericilik ve karşı devrim şekilde sunularak tüm ülke genelinde başlatılan bir bastırma hareketini haklı kılmak için kullanıldığıdır (Tunçay, 2005: 136). Đki yıl sonra 2 Mart 1927’de Đsmet Paşa TBMM’de yaptığı konuşmada bu durumu şu ifadelerle onaylayacaktı: “...iki sene evvel karşısında bulunduğumuz hadisatın en mühimi Şeyh Said isyanı... değildi. Asıl tehlike: memleketin umumi hayatında hâsıl olan teşevvüş ve tezebzüb (karışıklık) idi” (Đnönü, 1992: 250).

Đsyan fazla uzun sürmedi, bölgeye sevk edilen 35.000 civarında asker Nisan ayının ortalarına doğru Kürt ayaklanmasını bastırdı (Bruinessen, 2006: 428). Fakat ayaklanmanın siyasi etkileri muazzamdı ve isyan “tek-parti diktatörlüğünün kurulması sürecinde önemli bir dönüm noktası oldu” (Koçak, 1997: 101). Fethi Bey hükümeti

1 Mete Tunçay’ın ayaklanma için önerdiği “dinsel bir giysi altında ulusal bir başkaldırı” tanımlaması (2005: 136) konu hakkında önemli araştırmalarda bulunan Martin van Bruinessen tarafında da paylaşılır. Ona göre, ayaklanma “ilk hedefi bağımsız bir Kürdistan kurmak” olan fakat motivasyon noktasında “dini faktörlerin daha ağırlıklı olduğu” bir hareketti (2006: 442). Motivasyonda dini unsurların daha etkin olmasını ise dönemin şartları dolayısıyla bunun halkı mobilize etmede “iki kat daha avantajlı bir durum sağlaması” şeklinde açıklamaktadır (Bruinessen, 2006: 414). Zürcher de benzer bir argüman ileri sürer ve halk tabakasının dinsel güdülerle hareket etmesine rağmen, lider kadrosunun kuşkuya yer vermeyecek şekilde “bağımsız bir Kürdistan arzusu” güdümünde olduğunu belirtir (2002: 249). Feroz Ahmad “isyanda güçlü bir Kürt ulusçu ögesinin var olduğunu” kabul etse de, “isyanın patlak verdiği ve geliştiği ortama bütünüyle dini ögelerin hâkim olduğunu” ileri sürer (2002: 75). Hilafetin kaldırılması ayaklanma için bir gerekçe olarak sunulsa da, Kürtçenin aleni kullanılmasının yasaklanması, nüfüzlu toprak sahibi Kürtlerin zorla ülkenin Batısına yerleştirilmesi ve bunların topraklarının buraya göçen Türkçe konuşan kişilere verilmesi gibi dinle ilgili olmayan gelişmeler de ayaklanmada belirleyici olmuştur (Zürcher, 2002: 249; Bruinessen, 2006: 413–414). Bu argümanlardan farklı olarak Bernard Lewis ayaklanmayı “müritleri Allahsız Cumhuriyeti devirmeyi ve Halifeyi geri getirmeyi isteyen derviş şeyhlerin” yönettiğini ileri sürerek resmi söylemin paralelinde bir yorumda bulunur (2000: 266).

ayaklanmaya karşı alınan tedbirler kapsamında Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda bir değişiklik yaparak dini kullanmayı vatana ihanet suçları arasına aldı ve isyan bölgesinde bir ay süreli bir sıkıyönetim ilan etti. Bu değişiklik Cumhuriyet Halk Fırkası içindeki radikalleri memnun etmedi, isyanın daha geniş bir tabanı olduğunu düşünen radikaller Đstanbul basınında yıkıcı bir tutum olduğunu ileri sürerek burada da sıkıyönetim ilan edilmesi ve ayaklanmanın sorumluları arasında gösterdikleri TCF’ye karşı önlem alınması taleplerini1 dile getirmeye başladılar (Zürcher, 2007: 118; Koçak, 1997: 100). 2 Mart 1925’te daha sert önlemlerin alınmasının tartışıldığı bir meclis oturumunda Şeyh Said ayaklanmasını “yöntem değiştirmek için uygun bir fırsat olarak gören” Mustafa Kemal, hükümeti eleştiren ve söz konusu önlemlerden yana tavsiyelerde bulunan bir konuşma yaptı. Mustafa Kemal’in konuşma sırasında “Milletin elinden tutmağa lüzüm vardır. Đnkılâbı başlatan tamamlayacaktır” ifadelerini kullanması yeni dönemde nelerin yaşanacağına dair bir ipucuydu (Aydemir, 1966: 222). Bu konuşma diğer bir ifadeyle Mustafa Kemal’in radikallerden yana tavır alması CHF içindeki dengeleri değiştirdi ve konuşmaların ardından yapılan oylamada sert tedbirlerin uygulanmasını isteyen değişiklik önergesi 60’a karşı 94 oyla kabul edildi. Azınlıkta kalan Fethi Bey istifa etti ve yerine 4 Mayıs’ta Đsmet’in başkanlığında yeni bir kabine kuruldu. Yeni kurulan hükümetin ilk işi ise Takrir-i Sükün Kanunu’nu çıkarmak ve iki tane Đstiklal Mahkemesi kurmak oldu.