• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: MĐLĐTARĐST SÖYLEM

2.1. Soğuk Savaş, Militaristleşme ve Militarizm

2.1.2. Üçüncü Dünya ve Militarizm

Militaristleşmenin yanı sıra militarizmin dönemin hâkim söylemine nasıl dönüştüğü noktasında “üçüncü dünya” ülkelerine biraz daha yakından bakmak gerekir. Samuel E. Finer askeri darbeleri incelediği The Man on Horseback başlıklı klasikleşmiş çalışmasında 1960’ların başında orduya yönelik saygının gerek dış politikada gerekse iç politikada sıklıkla dillendiren bir söylem halini aldığını dile getirir ve bunun nedeni olarak da Soğuk Savaş’la birlikte askeri alanda yaşanan değişimleri gösterir (2002: 74). Bu argümana göre militarist söylemin bir hayli güçlü olduğu böylesi koşullar altında “sivil hükümet yapıları daha az gelişmiş ve daha az olgunlaşmış” ülkelerde

askeri darbeler daha kolay gerçekleşmiştir (Stanley, 2002: xiii). Askeri rejimlerin politik alanı kontrol altına alması Soğuk Savaş döneminde “üçüncü dünya devletlerini” birleştiren en önemli unsur oldu ve askeri rejim deneyimi yaşamayan ülkeler sadece Kore, Çin, Hindiçin cumhuriyetleri, Küba ve Meksika’dan ibaret kaldı (Hobsbawm, 1996: 347). “Süper güçler arasındaki uluslararası Soğuk Savaş müşteri ya da müttefik devletlerin silahlı güçleri yoluyla yürütüldüğünden” silahlı güçlerin “politikaya daha fazla müdâhil olmaları” mümkün hale gelmişti (Hobsbawm, 1996: 348). Kısacası Soğuk Savaş üçüncü dünya ülkeleri için askeri müdahalelerin mümkünlük koşullarını sağlayan en önemli yapısal unsurdu.

Elbette askeri müdahalelerin mümkünlük koşulları bağlamında Soğuk Savaş’ın dışında başka nedenler de vardı ve “çoğu yeni ve geleneksel meşruluktan yoksun” bu ülkelerin “siyasal karışıklıklar üretmesi muhtemel siyasal sistemlere” sahip olmaları askeri müdahalelerin önemli nedenlerinden biridir (Hobsbawm, 1996: 348 ve 349; Maniruzzaman, 1992: 249). Fakat Soğuk Savaş ortamı bu askeri müdahalelerin onaylanması ve geçerli bir söylem biçimi olarak kabul edilmesinde belirleyici olması nedeniyle önemliydi. Örneğin, ABD’nin bu dönem askeri rejimlere bakışında “sosyal ve politik reformlar” yerine, “komünizme karşı olmak, Amerika’nın özel yatırımlarını korumak ve ekonomik büyümesine katkı sağlamak” gibi kriterler geçerliydi (Painter, 1999: 64). Sovyetler Birliği için de geçerli olan bu görme biçimi Soğuk Savaş döneminde ortaya çıkan militarist rejimlerinin en önemli mümkünlük koşullarından biri oldu. Askeri rejimlerin Soğuk Savaş koşulları altında onaylanması hatta bizzat süper güçlerin direkt ve dolaylı katkılarıyla kurulmaları üçüncü dünya ülkeleri söz konusu olduğunda yaygın bir pratik olup çıkmıştır.

1960’larda Latin Amerika’da askerin politik alanda artan rolünün arkasındaki en önemli faktör ABD’nin buradaki ülkelere yönelik askeri yardım ve eğitim politikalarıydı. 1964’den itibaren ABD’nin Latin Amerika’da askeri rejimlere yönelik ilgisinin nedeni 1964 Küba devriminin bölgede yayılma olasılığıydı ve bu dönemde Brezilya, Bolivya, Şili, Uruguay ve Arjantin’de kurulan yeni yapılanmalar bu bağlamda “anti-devrimci askeri rejimler” şeklinde tanımlandı (Wright, 2001: 149). Başka bir Küba örneğiyle karşılaşmak istemeyen Amerika, askeri kurumların toplum karşısında dominant hale gelmesini sağlayan milyonlarca dolarlık yardımı bölge

ülkelerine akıttı. Bu politika sonucu ortaya çıkan askeri rejimler de ABD tarafından komünist devrime “karşı bir duvar oluşturdukları” için meşru görüldüler (Painter, 1999: 64).

Washington yönetimi bir taraftan askeri yardımlarla bu ülkelerde askerin politik alanda etkin olmasını mümkün kılarken diğer taraftan da bu etkinliğin sonucunda ortaya çıkan askeri rejimleri sivil hareketler karşısında destekleyerek (Smith, 1999: 150–152 ve 154)1 Latin Amerika’nın militaristleşmesine katkıda bulundu. Askeri rejimlere yönelik destek sadece politik ve ekonomik yardım düzleminde gerçekleşmedi, örneğin 1965’te Dominik Cumhuriyeti’nde askeri rejime yönelik olası sivil devrimin engellenmesi kapsamında 28.000 askerin bölgeye gönderilmesinde olduğu gibi direkt askeri destek düzleminde de kendini gösterdi (Painter, 1999: 64). Askeri desteğin diğer bir zemini de bu ülkelerdeki askeri kurumları darbe yapmaya teşvik etmek şeklindeydi. 1964’de Brezilya’da askeri darbe politik olarak sola kayan ve ABD’ye mesafeli bir yönetime karşı yapılırken, Bolivya’daki askeri müdahalede de Amerika’nın bu ülkede Küba’nın artan nüfuzundan duyduğu korku etkili olmuştu (Hobsbawm, 1996: 442). 1973’de Şili örneğinde ise açık bir tavır almaktan kaçınılmamış ve Sosyalist lider Salvador Allende’ye karşı gerçekleştirilen askeri darbe bizzat ABD’nin desteği ile hayata geçirilmiştir (Hobsbawm, 1996: 442).

Militarizmin Asya ve Afrika’da yayılması bağlamında Soğuk Savaş’ın en önemli araçları “vekalet savaşları” (proxy wars) ve darbeler oldu. Soğuk Savaş’ın ideolojik kamplaşması yeni bağımsızlığını kazanan Afrika ülkelerini iki süper gücün savaş alanı haline getirdi ve 1975’de Angola, 1977’de Somali etrafında başlayan çatışmalar Soğuk Savaş rekabetinin direk sonuçları oldular (Francis, 2006: 73; Oliver ve Atmore, 2005: 317 ve 342; Hobsbawm, 1996: 254). Soğuk Savaş döneminde iki süper güç arasında paylaşılan ve Somali örneğindeki gibi saf değişen ülkelere yapılan askeri yardımlar da Afrika’nın militaristleşmesine katkıda bulundu (Francis, 2006: 74; Oliver ve Atmore, 2005: 316). Afrika’daki askeri rejimlerin ABD yönetimi tarafından “özgürlük savaşçıları”, “Amerika’nın dostları” gibi ifadelerle tanımlanması (Francis, 2006: 74) Soğuk Savaş’ın militarizmi onaylayıcı yönünü göstermesi açısından önemliydi. Asya’da ise özellikle Vietnam Savaşı merkezinde yaşanan gelişmeler bölgenin

militaristleşmesine ve militarist rejimlerin ortaya çıkmasına fazlasıyla katkıda bulundu (Simbulan, 1988: 45–47).

Son olarak, ABD ve Sovyetler Birliği arasında müttefik kazanma noktasında yaşanan rekabet, bu rekabetin dolaylı olarak etkide bulunduğu askeri darbeler, müttefik devletlere süper güçlerin yaptığı askeri yardımlar ve Soğuk Savaş’ın bir ürünü olmayan Arap-Đsrail çatışması Ortadoğu’yu militarizmin etkin olduğu bölgelerden biri yaptı.1 Mısır (1979’a kadar), Suriye ve Irak Sovyetler Birliği’nin, Đsrail, Ürdün, Đran (1979’a kadar), Suudi Arabistan ve Türkiye de ABD’nin müttefikleri olarak büyük ölçüde askeri yardım almalarının yanı sıra, bu ülkelerdeki askeri darbeler ve savaşlar gibi militarist politikalar süper güçler tarafından müttefiklik çerçevesinde onay ya da sessizlikle karşılandı. Hatta Đran’daki 1953 darbesinde CIA’nin etkin rol almasında olduğu gibi bölgede militarist rejimlerin kurulmasında süper güçlerin bizzat militaristleşme sürecine dâhil olmaları da söz konusu olmuştur (Kamrava, 2005: 109 ve 143–144). Askeri darbeler 1960’larda en yoğun dönemini yaşadı. Özellikle Arap dünyasında 25’in üzerinde askeri darbe girişimi oldu ve bunlardan 12’si başarı ile sonuçlandı. 1970’lerle birlikte darbe girişimleri azalırken, 1980’lerde ise neredeyse ortadan kalktılar (Be’eri, 1982: 69–70). Bu son durum 1980’lerde üçüncü dünya ülkelerindeki militarist yapılanmaların etkinliklerini kaybetmesi noktasında “global bir trendin” yaşandığı (Kamrava, 2005: 310) koşulların bir uzantısıydı.

Soğuk Savaş döneminde militarist söylem merkez ülkelerde daha çok militaristleşme denen süreç üzerinden işlerken, çevre ülkelerde diğer bir ifadeyle üçüncü dünya ülkelerinde ağırlıklı olarak militarizm üzerinden kendini göstermiştir. Üçüncü dünya

1

Soğuk Savaş’la doğrudan bir bağlantı kurmayan Manfred Halpern, Ortadoğu’da Đkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan askeri darbeleri “tarihin bu stratejik dönemine” özgü olarak ortaya çıkan “maaşlı yeni orta sınıfın” gerçekleştirdiğini ileri sürer (Halpern, 44–45). Halpern’e göre askeri darbeler bu sınıfın giriştiği modernleşme projesinin bir ürünüdürler. Halpern “tarihin bu stratejik dönemine” özgü koşulların askeri darbeler ve militaristleşme konusunda belirleyici olduğu noktasında haklıdır, fakat dış güçlerin etkisini ve bunun sonucunda az gelişmiş ülkelerdeki siyaset ve toplumun militaristleşmesini ıskalar ve askeri darbeleri salt ortaya çıkan yeni sınıfın faaliyetlerine indirger (Krause, 329). Manfred Halpern’in “yeni orta sınıf” kavramından hareketle Türkiye’deki 1960 darbesi ve sonrasına ilişkin bir analiz için bkz. (Daldal, 2004). Bu analiz de önemli problemler içerir. Daldal bu yeni orta sınıfin entelektüel koluna Yön hareketini örnek verirken, askerin sivil ve politik alana müdahil olmasını talep eden öncül bir entelektüel hareket göstermez (2004: 86–90). Böyle bir örneği bulmak kolay değildir, zira Yön ve benzeri oluşumlar 1960 darbesi etrafında gelişen ve darbe ile hâkim paradigmaya dönüşen militarist söylemin ürünüdür ve bu tarihten sonraki militarist söylemi

ülkelerinde militarist söylemin işleyişe girmesi en çok askeri darbeler ve ordunun politik alana müdahalesi yoluyla olmuştur. Ümit Cizre’nin tabiriyle “güvenlik doktrinine sıkıca sarılarak siyasete müdahale sorunu, 2. Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş döneminin bir icadı olarak çevre ülkelerde yürürlüğe konmuştur” (2002: 161; Cizre, 2004: 143, 141 ve 154; Cizre, 1997: 152). Söz konusu icat bir taraftan örnek işlevi görürken diğer taraftan küresel düzlemde kendini onaylayan koşulları üretmiş ve böylelikle hızla yaygınlaşmıştır. Türkiye’deki askeri darbeler ve bunların sonucunda hâkim söylem olarak işleyişe giren militarizm doğrudan Soğuk Savaş geriliminin bir sonucu olmasa da, Soğuk Savaş koşullarının militarizme sağladığı onay/normallik Türkiye’de militarizmi hâkim söylem düzlemine yerleştiren en önemli unsurdur.