• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: MĐLĐTARĐST SÖYLEM

2.2. Türkiye’de Militarist Söylem: 1960–1983

2.2.2.3. OYAK: Sermayenin Militarizasyonu

1960 darbesinin ardından sermayenin iki yönlü olarak militaristleştiği söylenebilir. Đlk olarak, bizzat sermaye kesiminin ordunun politikalarını onaylayıcı ve ordu ile yakın ilişkiler geliştiren bir yaklaşımı olmuştur. Bu bağlamda Sakıp Sabancı anılarında babasının sürekli bir şekilde askerlerle irtibat halinde olduğunu ve Sabancı

şirketlerinde emekli askerlerin “yönetici olarak sorumluluk üstlenmelerine” özen gösterildiğini dile getirmiştir (2004: 165; Kemal, 1984: 13). Büyük sermaye kesimi ordunun politik alandaki etkinliğine önemli bir itiraz geliştirmediği gibi, dönemin büyük sermayesini temsil eden kişiler ordunun kendi oluşturduğu sermaye kuruluşu olan Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun (OYAK) ilk yönetim kurulu üyeleri olmuşlardır. Vehbi Koç ve Kazım Taşkent gibi iki önemli ismin ilk yönetim kuruluna seçilmelerinin (Koç, 1974: 112) yanı sıra birçok sermaye sahibinin OYAK ile yakın ilişki içinde olması silahlı kuvvetler ve büyük sermaye arasında “organik” bir ilişkiye neden olmuştur (Parla, 2004: 210). Ordunun “1960 öncesi işadamlığı karşıtı tutumu” bu tarihten itibaren değişmiş ve karşılığında iş dünyası seçkinleri de “bir ortaklık ya da boyun eğme duygusuyla, orduya hem insan gücü hem de maddi kaynaklar sunmayı akıllıca bir yönelim olarak görmeye” başlamışlardır (Parla, 2004: 206).

Sermayenin militaristleşmesinin ikinci yönü ise Taha Parla’nın “merkantilist militarizm” olarak adlandırdığı (2004) OYAK’ın kurulması ve ordunun OYAK üzerinden ekonomik alana dâhil olmasıdır. Zaten “siyasal nitelikli bir özerkliğin ve müdahale” yetisinin bir sonucu (Cizre, 2002: 175) olarak ortaya çıkan OYAK, orduyu kapitalist sisteme ihtiyacı olan ve bu nedenle siyasal sisteme müdahale etmekten kaçınan bir yapıya dönüştürmemiş, aksine “ordunun ülkenin siyasal gelişimine müdahale etme eğilimini” daha da artırmıştır (Parla, 2004: 207). Müdahalenin somut araçlarla olmadığı ekonomik kriz dönemlerinde ise “profesyonel politikacıların yozlaşmışlığı” ve “oy uğruna taviz” gibi söylemler ordunun hükümetlerin ekonomik politikasına dolaylı müdahale yolları olmuştur (Kemal, 1984: 14). Bu yönüyle ordu

etkinliği” (Cizre, 2004: 140) sonucunda “sorunsallaştırmanın” hedefi oldu. Yine de bu sorunsallaştırma tek başına görünür olmakla açıklanamaz, elbette farklı bir söylem biçiminin işleyişe girmesi başta olmak üzere birçok unsur bunda etkili olmuştur. Sonuçta sivil alana yönelik misyon temelli bu mutlak kontrol çabası özellikle hakim söylemin değiştiği bir dönemde ordunun sivil ve politik alandaki etkinliğinin sorunsallaştırılmasını beraberinde getirmiştir.

hükümetlerin ekonomi politikalarına etkin bir şekilde müdahalede bulunurken, OYAK’ın büyük ölçüde özel sektörde gelişen bir şirket olması dolayısıyla da sermaye sınıfı ile asimetrik (sürekli desteklenen) bir ilişki geliştirmiştir (Parla, 2004: 204).

1960 darbesinin hemen ardından 3 Ocak 1961’de kabul edilen 205 sayılı kanun ile OYAK kurumsal bir statü kazanmıştır.1 Kanun kabul edildiğinde henüz 1961 Anayasası kabul edilmemiş ve sivil yönetime geçilmemiş olduğu için kanun bütünüyle askerlerin hakim olduğu Milli Birlik Komitesi tarafından yasallaştırılmıştır. Bu durum kanunun içeriğine de yansımış, herhangi bir itirazla karşılaşmayan kanun yapıcılar Türkiye’de hiçbir kurumda bulunmayan ayrıcalıklara sahip askeri bir kurumu hayata geçirmişlerdir. Kanunun 35. maddesi OYAK’ı birçok önemli vergi türünden muaf kılarken, 37. madde kurumun mallarını devlet malı kategorisine koyarak bunlara karşı işlenen suçları devlete karşı işlenen suçlarla benzer muameleye tabi tutmuştur (M.B.K., 1961a: 12).2 Kazanç merkezli faaliyetlerinde kendisine daha geniş bir alan açmasını sağlamak amacıyla kurum 1. madde ile özel hukuk hükümlerine bağlanmış ve buna karşılık 2001 yılına kadar hiçbir kurumun denetimine açık olmamıştır. OYAK böylelikle hukuksal düzlemde de piyasadaki diğer rakiplerinden daha ayrıcalıklı bir konuma kavuşturulmuştur. Bu durum ordunun siyasi ve ekonomik sınıf karşısındaki ayrıcalıklı konumu ile birlikte düşünüldüğünde kurumun mutlak bir güçle piyasaya dâhil olduğu söylenebilir.

Bu mutlak gücün sonuçları hemen hissedildi. Kurumun net varlığı yaşanan bütün ekonomik krizlere rağmen 1960–1980 arası dönemde sürekli bir artış trendinde seyretti ve el attığı bütün girişimlerde başarılı oldu (Akça, 2004: 242–243). 1971 ve 1980 askeri darbelerinin hemen ardından kurumun gelirleri ilk olarak 1973 ve 1974’de daha sonra 1981 ve 1982’de olmak üzere ikişer kat artması ise (Tanilli, 1992: 523) kurumun

1 Kanun’da belirtilen OYAK’ın kuruluş amacı Türk Silahlı Kuvvetleri üyeleri için yardımlaşma hizmetlerinin sağlanmasıdır. Milli Birlik Komitesi Genel Kurulu’nda yapılan OYAK Yasası tartışma kayıtları ve gerekçe metni de bunu doğrular (M.B.K., 1961: 12–18; M.B.K., 1961a: 1–2; Parla, 2004: 210–211). Fakat Taha Parla’nın ifade ettiği üzere amaç kurumun “etkinlik alanını olduğundan eksik gösteriyordu” (2004, 202). Bu durum 1 Temmuz 1967 tarihli “Basına Özet Brifing” metninde açıkça görülür. Bu metne göre, “Türk Silahlı Kuvvetleri, Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun mali gücünü, yalnız ortaklarının hayat seviyesini yükseltmek için seferber etmemiştir. Yurt kalkınmasını doğrudan doğruya etkileyecek yatırımlar için de önemli bir fon ayırmıştır” (Şen, 1996: 148–149).

2 Kurumun özel hukuka mı kamu hukukuna mı dahil olduğuna ilişkin Yargıtay ve Askeri Yüksek Đdare Mahkemesini’nin aralarındaki uyuşmazlığın görüldüğü 1978 tarihli Uyuşmazlık Mahkemesi OYAK’ı bir “kamu tüzel kişiliği” olarak tanımlanış ve ancak üçüncü kişilerle olan ilişkilerinde özel hukuka tabi

nasıl geliştiği noktasında hayli dikkat çekicidir. Askeri darbelerin olmadığı sivil iktidar dönemlerinde de siyasal partilerin kendilerini orduya yakın durmak zorunda hissetmelerinden dolayı OYAK piyasada önemli ayrıcalıklar edindi (Akça, 2004: 251– 253). Bunların yanı sıra, özellikle ithal ikamesine dayalı bir ekonomi politikasının uygulandığı 1960–1980 arasında bir çok sektörde yaşanan oligopol durumu OYAK’ın hızla büyümesine katkı sağladığı gibi, ordu ve büyük iş dünyası arasında hiçbir kazanç çatışması yaşanmamış, Koç ve Sabancı gibi şirketlerle birlikte piyasada oligopolcü bir yapının üretilmesi OYAK’ın büyümesine katkıda bulunmuştur (Parla, 2004; 214–215; Akça, 2004: 250). 1990’a gelindiğinde Türkiye’nin en büyük holdingi olan kurum, 1996’da dördüncü, 2000’de yine üçüncü sırada yer almıştır (Ünsaldı, 2008: 254). Bu hızlı gelişim sayesinde kurum kısa sürede “Türkiye’nin pazar ekonomisini yönlendirebilecek kadar güçlü bir kuruluş” halini aldı (Parla, 2004: 214) ve ülkenin sanayileşmesinin ve ekonomik gelişiminin “doğal müttefiki” oldu (Ahmad, 2006: 273). Sonuç olarak, OYAK’ın böylesine güçlü bir şekilde piyasaya dâhil olması kaçınılmaz bir şekilde “sermayecilerin militaristleşmesi” denen sürece katkıda bulundu (Parla, 2004: 215).

Ekonomik alanın militarizasyonu ordunun sivil alana müdahil olmasının en önemli ayağını teşkil etse de, bu dönemde askeri alanla sivil alanın sınırlarının tümüyle ortadan kaldırıldığı pratiklere de rastlanmıştır. 1 Temmuz 1967’de Genel Kurmay Karargahı’nda basına yönelik kapsamlı bir brifing verilmiş ve “Basına Özet Brifing” başlıklı metinde ordu görevlerini “yurt savunması” ve “istirahat zamanları” şeklinde ikiye ayırarak istirahat zamanlarında kendisine “gücünün tamamı ile milletin emrine tahsis edilmiş en büyük milli eğitim kuruluşu rolü” biçmiştir (Şen, 1996: 127). Söz konusu brifingi ordunun daha önceki faaliyetlerinden farklılaştıran en önemli unsur, bu tarihten önce ordunun sivilleri disipline etmesi denen uygulamanın askerlik faaliyetleri kapsamında ve eğitim kurumları gibi askerlik dışı alanlarda yürütülmesi söz konusu iken, 1960’larla birlikte kardeş köy uygulamasında olduğu gibi kurumsal yapıların dışına çıkılarak sivil alanla muhatap olma söz konusudur. Kurumların dışında askerin sivil alanla olan muhataplığı sivil alan ve askeri alan ayrımını önemli ölçüde ortadan kaldırmıştır. Örneğin, 1960 öncesinde Milli Güvenlik Dersi gibi uygulamalarla eğitim kurumları aracılığıyla sivil alanda faaliyette bulunan ordu (Altınay, 2004a, 182;

Altınay, 2004) bu brifingle birlikte okul ve kışla gibi kurumların dışına çıkarak sivil alanla çıplak bir muhataplık geliştirmiştir.

1976 tarihli metin ordunun askerlik dışı faaliyetlerini “okuma yazma okullarında ve kıt’alarda eğitim, teknik kurslar, ağaçlandırma alanındaki çalışmalar, kardeş köy çalışmaları, tarım alanındaki çalışmalar, Ordu Yardımlaşma Kurumu kanalıyla gerçekleştirilen yatırımlar” şeklinde sıralamaktaydı (aktaran, Şen, 1996: 128: Sevinç, 2000: 66, 14n). Okuma yazma okulları 1960 öncesinden beri ordu içinde var olan bir uygulama olması açısından diğerlerinden ayrılır. Metinde bu oluşumun belirtilen amaçları dikkat çekicidir ve daha önceki dönemle belli bir süreklilik taşır. “Türk olmak, Türk eri olmak şeref ve sorumluluğunu duyurmak” ve “Kurtuluş Savaşı’nı ve Atatürk devrimlerini öz bir biçimde öğretmek” gibi uygulamalara (Şen, 1996: 131– 132) daha önceki dönemlerde de rastlanır. Kurumsal olarak 1959 ile birlikte faaliyetlerine başlayan okuma-yazma kurslarında brifingin verildiği tarihe kadar 350 binin üzerinde erin eğitim gördüğü belirtilir (Şen, 1996: 133). Teknik kurslar da bu eğitim programının bir uzantısıdır ve bu kurslara katılan erler teknik eğitimlerin yanı sıra “kültür dersleri ile” de eğitilmekteydiler (Şen, 1996: 136). Askeri alanın dışına taşan ağaçlandırma faaliyetleri ise tek başına ordunun sivil alandan bağımsız bir

şekilde gerçekleştirdiği bir etkinlik değildir. Bu süreçte “bölgedeki okullar, sulama, ormancılık ve bütün ziraat işleriyle meşgul teşkilat ve personelle temas ve işbirliği” yapılır ve böylelikle “bütün dağların ağaçla fethedilmesi” amaçlanır (Şen, 1996: 140). Bu durum sadece sivil ve asker arasındaki etkileşimi değil, aynı zamanda orman alanlarının militaristleştirilmesi üzerinden mekanın militaristleşmesini de mümkün kılmıştır.

Faaliyetler arasında en dikkat çekici olanı “köylünün kalkındırılması ve eğitiminin hızlandırılması” amacıyla girişilen “kardeş köy” projesidir (Milliyet, 27 Aralık 1964: 7). Bu projeyle birlikte ordu “doğrudan doğruya köye uzanmış” ve bu köylerle ilgili olarak “kalkınma programı” hazırlama yoluna gidilmiştir (Şen, 1996: 144). Brifing metninde belirtildiğine göre, “1964 yılında deneme mahiyetinde başlatılan” uygulamanın başarılı olması nedeniyle “yurdun her yerinde kardeş köy seçilmek için sesler” yükselmiş ve bu durumda askeri üslere uzak olması nedeniyle “kardeş köy seçilmesine imkan bulunmayan yerlerde de kardeş köy seçilmesi kabul edilmiştir”

(Şen, 1996: 145). Kardeş köy tek başına ordunun yürüttüğü bir uygulama olmayıp Halk Eğitimi Merkezi Müdürlüklerinin “Kardeş Köylerde yapılacak çalışmalar” gibi projeler hazırlaması ve illerdeki Milli Eğitim Müdürlüğü, bu müdürlüğe bağlı orta öğretimler ve Đl Yatırım Büroları gibi kurumların işbirliği örneklerinde olduğu gibi bu sürece sivil kurumlar da dâhil olmuştur.1 Başlangıçta 540 köy ile başlayan proje hızla köyler arasında rekabete neden olmuş bu rekabet köylü ile ordu arasındaki mesafeyi muazzam ölçüde daraltmış ve ordunun kırsal alandaki meşruiyetinin daha fazla olmasında bu daralmanın etkisi büyük olmuştur (Şen, 1996: 145). Proje kapsamında köylere imar, eğitim ve sağlık gibi alanlardaki faaliyetleri kapsayan yardımların yanı sıra, Atatürk büstü ve bayrak temsillerinde kendini gösteren resmi ideoloji ve ulus-devlet bilincinin yayılmasına da çaba gösterilmiştir (Milliyet, 18 Temmuz 1967: 7;

Şen, 1996: 146–147). Buradan hareketle 1960’ların ortalarından itibaren uygulanmaya başlayan “kardeş köy” projesinin Türkiye’de ordu sivil alan ilişkilerini aydınlatacak bir araştırma alanı olduğu söylenebilir.

Kardeş köy uygulamasına ilişkin politik alandaki tartışmalar ordunun politik ve sivil alandaki ayrımı ortadan kaldıran pratiklerinin nasıl onaylandığını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Cumhuriyet Senatosu’nda Milli Savunma Bakanı’na yöneltilen bir soru, “ordu ve halk münasebetleri bakımından çok önemli olan bu faaliyetlerin önümüzdeki yıllarda daha da artırılması” yönünde bir temenniyi barındırıken (C.S., 1968a: 493), kardeş köy uygulamaları da dahil ordunun sosyal ve ekonomik alandaki faaliyetlerini genişletmesi düşüncesi 1960’ların ikinci yarısının politik aktörleri arasında bir hayli etkindir (C.S., 1967: 562). Bu tür uygulamaların genişletilmesi önerilerinin yanı sıra, politik aktörler arasındaki köy ve ordu arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine yönelik düşünceler de dikkat çekicidir. Örneğin, Senato’da CHP grubu adına konuşan Cemal Yıldırım, kardeş köy projesinin köydeki belli alanlarla sınırlandırılmasını eleştirmiş ve köyün “her şeyinin o kıtanın malı” olduğunu ve bu nedenle “tepeden tırnağa her şeyine sahip çıkması” gerektiğini ifade etmiştir (C.S., 1966: 317). Yine 1970 yılında kardeş köy uygulamasının, “geri kalmış Türkiye’ye ve Türk köylüsüne kucak açan Türk Ordusunun sosyal çalışmalarının” durdurulmasına

1

Örneğin bkz. “Ordu Đl Yıllığı”, Güneş Matbaacılık, Đstanbul, 1967, s. 180; “Muğla Đl Yıllığı”, Đş Matbaacılık ve Ticaret, Ankara, 1968, s. 286

yönelik eleştiriler de benzer bir algılamayı ifşa etmesi açısından önemlidir (M.M., 1970: 421).

Elbette ordunun sivil alana müdahil olması sadece bu brifingte dile getirilen unsurlarla sınırlı kalmadı. Bu brifinge ilişkin yapılan analiz bizzat ordunun gözünden sivil alanın nasıl görüldüğünü, müdahalenin hangi yöntemlerle yürütüldüğünü göstermesi ve “kardeş köy” gibi sivil alana direkt bir müdahaleyi ifşa etmesi açısından önemlidir. Öte yandan, ordunun görünürde olmadığı, devlete bağlı başka kurumlarla yürütülen sivil alana yönelik müdahaleler daha önceki dönemlerde olduğu gibi 1960 sonrası dönemde de sıklıkla yaşanmaktaydı. Örneğin, Milli Birlik Hükümeti döneminde camilerde okutulan “27 Mayıs Đnkılâbının Önemi Hakkında Hutbe” bu noktada fazlasıyla ipucu doludur. Hutbede “millet olarak köylü ve şehirli hepimiz Milli Birlik Hükümetimize, ordumuza müzahir olmalıyız” şeklinde geçen ibare bu kurumlarının militarist söylemin meşrulaştırılması sürecinde nasıl kullanıldığının en önemli göstergesidir (Kara, 2008: 44). Türkiye’de sivil alanla devlet söylemi arasındaki mesafenin en fazla daraldığı yerler olan camiler özellikle askerlik hizmetinin ifa edilmesinin toplumsal kabulü noktasında önemli bir rolü yerine getirdikleri gibi (Gözüaydın, 2008: 223), dönemin militarist söyleminin taşıyıcıları olmaya devam etmişlerdir.