• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: DĐKTATORYAL SÖYLEM

1.1. Diktatöryal Söylemin Yükselişi ve Düşüşü

1.1.1. Öncü Diktatörlükler: Rusya, Đtalya ve Almanya

Birinci Dünya Savaşı’nın etkileri ilk olarak kendini Rusya’da gösterdi. 1916’ya gelindiğinde Rusya savaşta en çok kayıp veren ülkelerin başında geliyordu ve savaşın başından bu yıla kadar fiyatlar neredeyse yüzde 300 artmıştı (Williamson, 2007: 18). 1917’de ise dönemin önemli politik figürlerinden Grigory Rasputin’in sağcı bir vatansever tarafından öldürülmesinde ifadesini bulan politik radikalizm ve hızla kötüye giden ve ekmek kuyruklarının oluşmasına kadar varan ekonomik durum Rusya’yı bir kaosun eşiğine getirmişti (Wade, 2005: 219). Buna ilk tepki Şubat 1917’de başkentte başlayan ayaklanma oldu ve bunun sonucunda parlamentodakiler devrimin patlak vermesine kadar sürecek olan “Geçici Hükümeti” kurdular (Stites, 1998: 119). Fakat hükümet değişikliği gittikçe kötüye giden ekonomik durumu düzeltmemişti ve 1917

1 Kaybedenlerin hoşnutsuzluğu ve süre giden ekonomik istikrarsızlık gibi unsurların başı çektiği bu koşullar demokratik söylemin üstesinden gelemeyeceği, aksine diktatöryal söylemi mümkün kılacak koşullardı. Kısacası savaş Avrupa’ya istikrarsız ve politik aşırılıkları mümkün kılan bir ortam bırakmıştı (Lee, 1990: 10). Özellikle Avusturya-Macaristan Đmparatorluğu, Almanya ve Rusya’nın yenik ayrıldığı coğrafyada ortaya çıkan boşluğu dolduran (Çekoslovakya dışındaki) yeni devletler etnik problemler başta olmak üzere karşı karşıya oldukları sorunları çözmek için hızla diktatöryal bir

sonbaharına gelindiğinde mevcut parlamentonun yapacağı hiçbir şey kalmamıştı (Althusser, 2005: 97; Hobsbawm, 1996: 61; Stites, 1998: 119). Nihayetinde Hobsbawm’ın “savaşın çocuğu” olarak adlandırdığı (1996: 54) Ekim devrimi gerçekleşti ve böylelikle Rusya’da mevcut devlet söylemi yerini başka bir söylem biçimine bıraktı.

Ekim devrimi sonrasında kurulan yeni rejim iki dünya savaşı arası dönemde yaygın bir kullanım alanı bulacak olan tek-parti uygulamasının öncülüğünü üstlendi. Komünist devrimin nasıl gerçekleşeceği noktasında Karl Marx ve Friedrich Engels’den ayrılan Viladimir Lenin, proleteryanın tek başına iktidarı ele geçiremeyeceğini ileri sürerek “devrim partisi” pratiğini/söylemini uygulamaya koymuştu (Cliff, 1973). Devrim partisi iktidarı ele geçirdikten sonra kendini ortadan kaldırmak yerine, yeni rejimin sürekliliğini ve kontrolünü sağlamakla görevli bir mekanizmaya dönüştü. Devrim sonrası karşılaşılan problemlerin ele alınmasında aktif bir rol üstlenen parti, Mart 1919 Parti kararnamesinde belirtildiği gibi “sıkı bir merkeziyetçilik ve katı bir disiplinin gerekli olduğu” bir dönemde yeni rejimin temel kurumu haline geldi ve böylelikle devletin diğer organları parti karşısında ikincil bir konuma itildiler (Lee, 1990: 34). Parti’nin yönetimine ve politikalarına karşı çıkan bütün oluşumların üstüne gidildi ve bunlar mahkemeler yoluyla ya da üzerlerine bir gurup asker gönderilerek ortadan kaldırıldılar (Stites, 1998: 122). 1917 ve 1920 yılları arasında 1,4 milyon kişinin partiye üye olmasıyla parti ülkede mobil hale geldi ve tüm süreçleri kontrol etmeye başladı (Williamson, 2007: 54). Böylelikle “diktatöryal tek-parti” (parti-devlet) uygulaması (Hobsbawm, 1996: 387) yeni ortaya çıkan rejimlerin sürekliliğinin sağlanmasında mümkün bir seçenek olarak gündeme geldi.

Lenin’in ani ölümü Rusya’da fazla bir değişikliğe neden olmadı. Joseph Stalin’in Lenin döneminin bir devamı olup olmadığı konusunda önemli tartışmalar olsa da, yeni dönemin Lenin’in iktidarı süresince gelişen koşulların “olası sonuçlarından biri olduğu” rahatlıkla söylenebilir (Lee, 1990: 41). Örneğin E. H. Carr, Stalin’i tarihin bir ürünü olarak görür ve onun eylemlerini devrimin kendi içinde içsel olarak bulunan dinamik bir güç tarafından belirlendiğinin altını çizer. Carr’in Stalin’i tarihsel koşullardan bağımsızlaştırmadan ele alan bu analizi Isaac Deustcher tarafından da farklı bir açıdan tekrarlanır. Ona göre, Stalin “derin bir sosyal krizin” hâkim olduğu

1920’lerin dünyasında yaşananların bir ürünüydü ve bu koşulların dayattığı politikaları hayata geçirmiştir (Curtis, 1979: 21–22). Lenin iktidarının son yıllarında Stalin’in halefi olmasını engellemek için elinden geleni yaptıysa da, partiyi öncelikli görmeyi sağlayan ve dışarıya değil içeriye yönelmeyi gerektiren koşullar Stalin’i iktidara getirmiştir. Parti’nin etkin bir rol üstlendiği bir ülkede partiyi kontrol edenin iktidarı ele geçirmesi bir tesadüf değildi ve 1922’de Parti Genel Sekreterliği’ne getirildikten sonra destekçilerini Parti’nin üst kademelerine yerleştiren Stalin, rakipleri karşısında önemli bir avantaja sahipti (Lee, 1990: 45, 47; Williamson, 2007: 65–66). Sonuçta, Troçki’nin “sürekli devrim” doğrultusunda devrimin Rusya dışına yayılması ideali Stalin’in “tek ülkede Sosyalizm” politikası karşısında kaybetti (Lee, 1990: 44; Sander, 2005: 29–30). Tek ülkede sosyalizmin kazanmış olması sadece Rusya’yı etkilemedi, dönemin diktatöryal yönetimlerine toplumsal dönüşümleri tamamlamak/sürdürmek için içeriye odaklanmaları noktasında da esin kaynağı oldu.

Stalin döneminde parti, dönemin parti anlayışının tipik bir örneği/öncüsü haline geldi ve zamanla tüm muhaliflerden temizlenerek tepesinde liderin bulunduğu “piramit”

şeklinde bir işleyişe sokuldu (Lee, 1990: 52). Stalin, dönemine emsal teşkil edecek olan bir “birey kültü” (kişi tapısı / personality cult) figürü olmanın ötesinde, liderin kendisini nasıl ideolojik olarak dayatabileceğini ve kendini hangi yollarla tek referans noktasına dönüştürebileceğini de göstermiş oluyordu (Lee, 1990: 84–85). Dönemin parti ve lider anlayışına önemli katkıları olmasının yanı sıra, Stalin yönetiminin en önemli özelliği devletin askeri komuta zincirine göre işlediği, planlamanın tüm ilişki biçimlerine sindiği bir devlet anlayışını diğer devlet örgütlenmeleri karşısında popüler hale getirmesiydi. Kolektifleştirme yoluyla toplumun zoraki bir şekilde planlı işleyişe kanalize edilmesi ve bunun karşılığında ciddi ekonomik atılımların beraberinde gelmesi özellikle 1920’lerin sonlarıyla birlikte ekonomik krizle boğuşan liberal ülkeler karşısında Sovyet modelini avantajlı bir konuma getirdi (McNeill, 2005: 779).

“Geleneksel politik ve ekonomik çözümlerin artık çalışmadığı” (Lee, 1990: 91) diğer bir ifadeyle “yönetici sınıfın ne başından savabildiği ne de çözüm bulabildiği” (Althusser, 2005: 97) çelişkilerin yığıldığı bir ortam Benito Mussolini ve temsil ettiği düşünceyi Đtalya’da önemli bir alternatif olarak gündeme taşımıştır. Böylesi bir ortamın oluşumunda sadece yeni koşullar ortaya çıkarması bağlamında değil aynı

zamanda çoktan işleyişe girmiş olan sosyal politik ve ekonomik eğilimleri hızlandırmış olması açısından Birinci Dünya Savaşı’nın etkisi büyüktür ve bu nedenle De Grand, savaşı Đtalyan politik tarihinde bir kopma (rupture) olarak nitelendirir (2000: 14). Özellikle savaşın ardından yaşanan ekonomik iflas yeni bir sınıf ortaya çıkarmış, Lipset’in “yersiz kitleler” (displaced masses) adını verdiği ve ekonomik koşullardan en fazla zarar gören bu sınıf, Đtalyan faşizminin sırtını dayadığı en önemli kitle olup çıkmıştır. Tam da bu nedenle Lipset, Đtalyan faşizmini bu yersiz kitleler gurubunu temel hedef kitlesi olarak seçen “fırsatçı bir hareket” olarak niteler (2003: 116; ayrıca bkz. Hobsbawm, 1996: 126–127). Bu kitleyi oluşturan büyük çoğunluk savaşın ardından evlerine geri dönen fakat emek piyasasına dâhil olamayan askerlerdi ve 1919’a gelindiğinde ülkedeki işsiz kitlenin sayısı 2 milyonun üzerine çıkmıştı (Williamson, 2007: 90).

Ekim 1922’de Mussolini ve destekçilerinin gerçekleştirdiği geniş katılımlı Roma Yürüyüşü parlamentonun sadece yüzde 7’sini kontrol altında tutan Mussolini’yi Kral Vittorio Emanuelle’nin başbakan olarak atamasıyla sonuçlandı (Sander, 2005: 25). Nisan 1924’te yapılan seçimlerde Faşistlerin toplam oyların yüzde 64’ünü almasıyla Mussolini parlamentodaki gücü ele geçirdi ve kısa süre içinde muhalif partileri ortadan kaldırmaya başladı. Parlamento’daki Faşist olmayan partilerin yaşananları protesto etmek için istifa yolunu seçmesi Mussolini’ye aradığı fırsatı verdi ve bunların geri dönmesini engelleyerek parlamentodaki gücü tamamen elinde topladı. 5 Ocak 1927’de Mussolini tüm vatandaşlardan saygı ve itaatlerini ülkenin en yüksek politik temsilcisine, partiye, sunmalarını istediğinde ülkenin tek-parti rejimine geçişinin önünde sadece yasal engeller kalmıştı (Williamson, 2007: 106). Mayıs 1928’de kabul edilen yeni seçim yasasıyla Đtalya tek-parti rejimine dönüştü. Bu yasaya göre, tüm parlamento adayları Faşist Yüksek Konseyi tarafından iş ve işverenler konfederasyonunca kendilerine verilen listeden seçilecekti ve nihai listenin oylanması amacıyla seçime gidilerek halkın onayı sağlanacaktı (Lee, 1990: 100).

Mussolini Đtalya’yı faşist bir rejime dönüştürürken sadece yasal düzenlemelerle yetinmedi, dönemin karakteristik özelliğini yansıtan birçok pratiği de hayata geçirdi. Kendisi üzerinden bir birey kültü (the cult of the Duce) yaratarak bunu devlet ve partinin üzerinde tutmaya çalıştı (Melograni, 1976: 221–237). Okullar kısa süre içinde

politik endoktrinasyonun temel mekanizması haline gelirken bu doğrultuda özellikle tarih ders metinleri devlet tekeline alındı ve söz konusu alandaki 317 farklı ders metni tek bir metine indirildi. Okulların dışında gençleri rejimin destekçilerine dönüştürmek için 4 yaşından başlayan ve ileriki yaş guruplarına kadar devam eden gençlik örgütleri kuruldu. Müzik, edebiyat, sanat ve özellikle sinema gibi kültürel araçlar yeni rejimin hizmetine koşulurken, basın sıkı bir şekilde kontrol altına alınarak halkın bilgi kaynakları üzerinde önemli bir tekel oluşturuldu (Lee, 1990: 103–105). Her ne kadar faşizmin bir keşfi olmasa da (Balinkhorn, 1994: 29), özel girişimi ortadan kaldırmaksızın ekonomi üzerindeki devlet kontrolünü artırmak anlamına gelen korporatizmi (Lee, 1990: 109) uygulamaya sokan Mussolini, dönemin en önemli karakteristiklerinden biri olacak olan bu pratiği en etkin şekilde gündeme getiren lider oldu. 1930’lardaki büyük depresyon sırasında korporatizm ekonominin işveren ve devlet çıkarı doğrultusunda yürütülmesinde önemli bir rol üstlendi ve zor durumdaki liberal ekonomilerin karşısında güçlü bir alternatif olarak yerini aldı (Balinkhorn, 1994: 31).

1929 Büyük Bunalımı 20. yüzyıl Avrupa’sının en önemli dönüm noktası olaylarından biriydi ve en büyük etkisi Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde parlamenter siyasetin işleyişini mümkün kılan koşulları büyük ölçüde ortadan kaldırması olmuştur (Morgan, 2003: 12). Bu durum rejim krizlerini beraberinde getirdi ve yeni bir politika biçiminin yaygınlaşmasına neden oldu. Almanya’da Sosyal Demokrat Parti önderliğindeki koalisyon hükümetinin ekonomik krizin nasıl ele alınacağı konusunda bir türlü anlaşmaya varamaması politik sistemde ciddi bir tıkanmaya neden olmuştu. Söz konusu tıkanma yeni bir hükümet kurulmasıyla çözülecek gibi durmuyordu ve ülkede Büyük Bunalım’ın en önemli sonuçlarından biri olan parlamenter “sistem krizini” gündeme getirmişti (Morgan, 2003: 13). Almanya’da en şiddetlisi yaşanan bu sistem krizi zamanla faşizmin “evrensel bir fenomen” olmasına giden süreci başlattı (Morgan, 2003: 13; Hobsbawm, 1996: 116). Fakat Büyük Bunalım tek başına Almanya’nın faşizme kayışını açıklamaz. Birinci Dünya Savaşı Almanya’da ciddi bir hoşnutsuz kitlenin doğmasına yol açmış, yenilgiden dolayı Yahudileri, Sosyalistleri, liberalleri ve Katolikleri suçlayan bu volkisch guruplar ülkede ırkçılığın ve anti-liberal duruşun hızla kök salmasına katkıda bulunmuşlardır

(Lee, 1990: 139). Fakat 1930’a kadarki dönemde ülke ekonomisindeki göreli düzelme bu hareketin ve önderlerinin politik iktidarı ele geçirmesini önledi. Söz konusu göreli düzelme büyük ölçüde yabancı yatırımlara ve borçlara bağlı olduğundan Alman ekonomisi dışa bağımlı hale gelmişti ve tam da bu nedenle Büyük Bunalım’ın en fazla zarar verdiği ülke oldu (Todd, 2001: 32). Kısa süre içinde ülkedeki işsiz sayısı 1,4 milyondan (1928) 12 milyona çıktı ve endüstriyel üretim yüzde 60 oranında düştü (Todd, 2001: 32; Lee, 1990: 142).

Kasım 1932 seçimleri ekonomik ve politik olarak çöküntünün eşiğindeki Almanya’da çoğunluğun statükoyu desteklemediğini göstermiş ve Nasyonal Sosyalist Parti oyların yüzde 37,5’ini almıştı (Hobsbawm, 2005: 70 ve 58; Hobsbawm, 1996: 130). Alınan bu desteğe ve yaşanan hükümet krizinin ardından Adolf Hitler’in 30 Ocak 1933’te Almanya Şansölyesi olarak atanmasına rağmen Nasyonal Sosyalistler ülkede mutlak bir iktidara sahip değildi. Ülkeyi erken seçime götüren ve bu süreçte iktidarda olmanın avantajlarını kullanan Hitler, 5 Mart’ta açıklanan seçim sonuçlarına göre oyların yüzde 43,9’unu alarak partisini ülkenin en büyük partisi yapmıştır (Lee, 1990: 158). Gerçekleştirilen bazı yasal ve politik değişikliklerin ardından 14 Temmuz 1933’te Hitlerin başında olduğu Nasyonal Sosyalist Parti dışında partilerin kurulmasını yasaklayan yasal bir düzenlemeye gidildi ve yasanın çıkarılmasının ardından Kasım 1933’te sadece tek parti listelerinin oylamaya sunulduğu bir seçim yapıldı (Lee, 1990: 160). Seçimin doğal sonucu Nasyonal Sosyalist Parti’nin parlamentodaki tüm koltukları almasıydı ve böylelikle Almanya tek-parti devletine dönüştü. Nasyonal Sosyalist Parti’nin bu hızlı yükselişinde diğer bir ifadeyle ülkenin mutlak iktidarı haline gelmesinde Hitler’in yaptığı politik ve yasal değişiklikler temel faktör değildi. Bu değişiklikleri ve bu değişikliklerden beklenen sonucu Eric Hobsbawm’ın deyimiyle “iktidar ya da güçle baskı kurmayı” (overpowering) mümkün kılan şey, “bazı olağanüstü çözümleri gerekli” hale getiren ekonomik krizdi (2005: 58). Hobsbawm’a göre, 1928 yılında aşırı sağ Almanya’da neredeyse sönmeye yüz tutmuşken iki yıl sonra geri dönmesini sağlayan şey onun kendi çabaları değil, değişen (ekonomik) koşullardı ve ülkede işsizlik ve ekonomik çöküntü arttıkça “kaçınılmaz bir şekilde” “radikal-devrimci çözümlerin” gücü de artmaya başlamıştı (2005: 48).

Rusya, Đtalya ve Almanya’da diktatöryal yönetimler kurulmasıyla sonuçlanan bu üç değişim dönemin temel algılama biçiminin kurulmasında diğerlerinde daha fazla etkili olduğu için önemliydi. Fakat yukarıdaki analiz bu üç değişimin gerçekleşmesini mümkün kılan temel unsurun Birinci Dünya Savaşı ve yol açtığı ekonomik sonuçlar olduğunu ileri sürmesi nedeniyle indirgemeci bir yaklaşım gibi görünmektedir. Elbette ekonomi dışında böylesi değişimi mümkün kılan başka unsurlar da mevcuttu. Örneğin, Philip Morgan sağ literatürde Gustav Le Bon ve Marxist literatürde Georges Sorel örneklerinden hareketle Birinci Dünya Savaşı öncesinden başlayan ve diktatöryal/faşist yönetimlerin mümkünlük koşulunu sağlayan entelektüel bir hareketin geliştiğini ileri sürer (2003: 17). Fakat bu analiz söz konusu diktatöryal düşünme biçimini diğerlerinin arasında ayrıcalıklı kılan ve bu şekilde işleyişe sokan unsurun ne olduğunu söylemez. Bu konuda Hans Mommsen’in yorumu daha isabetlidir ve ona göre böylesi bir söylemin teorik temellerini üstlenenler Birinci Dünya Savaşı’nın ürünü olan milliyetçi,

şovenist ve militarist entelektüellerdir (aktaran, Linz, 2000: 14). Yine de, entelektüel, kültürel ya da başka türden “sebepleri” kat edecek ve bunları belli bir harekete kanalize edecek diğer bir ifadeyle ötede beride dağınık bir şekilde duran faktörleri bir araya getirip bundan yeni bir söylem biçimi üretecek olan bir şeye ihtiyaç vardır. Althusser’in deyimiyle onların içinden geçerek hepsini “üstbelirlenime” tabi tutacak bir şey gerekiyordu. Fakat bu tek başına Birinci Dünya savaşı ve onun ekonomik etkilerinin her şeyi kat ederek yeni bir söylem biçimi ürettikleri anlamına gelmez, aksine birçok unsurun o zaman dilimine ait gelişmelerin “eşsiz bir aradalığı” bu söylemi mümkün kılmıştır. Yine Althusser’in deyimiyle çelişkiler, döneme hakim olan temel çelişki ve bütün bunların iç içe geçmesi sosyal değişimi açıklamaya yetmez, dağınık olarak ötede beride bulunan bütün unsurların üstbelirlenim sayesinde bir araya getirilmesi gerekmektedir (Althusser, 2005: 100, 106 ve 207). Bu durumda iki dünya savaşı arasındaki diktatöryal söylemin o zamana ait tarihsel koşulların bir araya gelmesiyle mümkün kılındığı söylenebilir ve bu nedenle aynı koşulların farklı zamanda benzer bir söylem biçimiyle sonuçlanacağını ileri sürmek de doğru değildir.