• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: MĐLĐTARĐST SÖYLEM

2.1. Soğuk Savaş, Militaristleşme ve Militarizm

2.1.1. Süper Güçler ve Militaristleşme

Soğuk Savaş döneminde hızla geçerli söylem haline gelen militaristleşme büyük ölçüde ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki küresel ölçekteki rekabetin bir sonucuydu. ABD’nin daha etkin olduğu söz konusu militaristleşme süreci Soğuk Savaş dönemi boyunca ortaya çıkan militarist rejimlerin/hareketlerin öne çıkmasını ve onaylanmasını mümkün kıldığından dolayı da önemlidir. Bu bağlamda ilk olarak ABD örneğinden

hareketle militaristleşmenin nasıl dönemin temel karakteristiğine dönüştüğü sorusunu cevaplandırmak gerekir. Richard J. Barnet Soğuk Savaş dönemi Amerika’sını tasvir ederken şu ifadeleri kullanır:

“Savaş ekonomisi, askeri üniforma giysin giymesin, nükleer silahlar inşa etmek ya da nükleer bir savaşı planlamak amacıyla on binlerce bürokrat: işleri nükleer terörizm sistemine bağlı olan on binlerce işçi… mutlak güvenliği sağlayabilecek nihai ‘teknolojik buluş’ yapmak için kiralanan bilim adamları ve mühendisler: kolay kazançtan vazgeçmeye istekli olmayan mühendisler: tehditler ve kutsal savaşlar satan entelektüeller için uygun bir ortam sunmuştu” (1981: 97).

Militaristleşme Soğuk Savaş’la birlikte birden bire başlayan bir söylem değildi ve tarihçi Michael S. Sherry’nin belirttiğine göre 1933–1941 dönemi Amerika için militaristleşmenin geliştiği yıllar olarak tanımlanabilir (1995: 15–63). Yine aynı tarihçi 1941–1945 yılları boyunca militaristleşmenin Amerikan toplumunda bir zafer kazandığını ve 1945–1953 yılları arasında da hâkim söylem haline dönüştüğünü ileri sürer (1995: 64–187). Ona göre, Soğuk Savaş o zamana kadar dağınık şekilde bulunan militarist unsurları “güçlü bir ideolojik düzen” etrafında bir araya getirdiği gibi, bunların daha kolay bir şekilde işleyişe girmesini de mümkün kılmıştır (Sherry, 1995: 124). Bu tarihten itibaren Amerikan politikalarının militaristleşmesi ile Soğuk Savaş’ın artan gerginliği kol kola ilerlemiştir (Sherry, 1995: 128). Keskin bir ayrım yapılması doğru olmasa da, Walter LaFeber 1947’deki Truman Doktrini’nin “bireyci, açık, ticari, içe dönük bir toplumu gayriihtiyarî, gizli, militarist bir uluslararası güce dönüştüren” bir hareket olduğunu belirtirken bu söylemsel dönüşümü kast etmektedir (1992: 17– 18).

9 Şubat 1946’da Joseph Stalin’in yaptığı konuşmada dünya ekonomisinin mevcut kapitalist gelişiminden dolayı başka bir savaşın kaçınılmaz olduğunu belirtmesi ve Sovyet ordusunu güçlendireceğini açıklaması Amerika cephesinde tedirginlikle karşılanmış ve bu açıklamalar “3. Dünya Savaşı’nın ilanı” şeklinde yorumlanmıştı.

Đngiltere eski Başbakanı Winston Churchill’in daha sonra 5 Mart 1946’da yaptığı Avrupa’nın ikiye bölündüğünü ima eden “demir perde” konuşması da bu tehdit algılamasını güçlendirdi (Knutsen, 1999: 205; Sherry, 1995: 126). 1949’da Sovyetlerin ilk atom bombasını test etmesi ve ardından Truman yönetiminin atom bombasından binlerce kat daha güçlü hidrojen bombası inşa etme projesi yeni bir silah geliştirmekten çok Soğuk Savaş’ın en önemli akıl yürütmelerinden birini

tetikleyecektir. Bu kararla birlikte nükleer silahlanma yarışı gelecek yıllarda hızla artan bir şekilde tüm politik alanı kat edecektir (Boyer, 2001). Öte yandan, Nisan 1950’de ilan edilen NSC–68 isimli güvenlik raporu Amerika’ya dünyanın polis gücü rolünü verirken, bütün değişimlerin Komünistlerce yapıldığını ve bunlara direnmek gerektiğini ileri sürmekteydi. Rapor bir taraftan Amerika’nın militaristleşmesine önemli bir itki sağlarken, diğer taraftan da Amerika’nın komünist olmayan bölgelerde ciddi bir militaristleşme politikası izleyeceği anlamına geliyordu (Sherry, 1995: 182; Sanders, 1983: 23–50: Campbell, 1998: 23–24). 1950 Kore Savaşı NSC-68’de en önemli ifadesini bulan bu söylemin deus ex machinası olarak devreye girerken (Lipschutz, 2001: 45), ekonominin militaristleşmesi süreci başta olmak üzere birçok alanın militaristleşmesini de tetikleyecektir.

1956’da C. Wright Mills “tam gelişmiş şekliyle Amerikan militarizminin yaşamın tüm alanlarında askeri metafiziğin zaferi anlamına geldiğini ve böylelikle diğer yaşam biçimlerinin tümünün bunun karşısında ikincil” konuma düştüğünü yazarken militaristleşmenin hızla tüm gündelik hayatı nasıl kat ettiğini anlatıyordu (2000: 223). Bu sürecin sadece “yüksek politik, ekonomik, bilimsel ve eğitim” ekseninde işlemediğini vurguladıktan sonra Mills, modern Amerikan kapitalizminde “büyük bir yapısal kayma” olan “sürekli savaş ekonomisi” kavramını ortaya atarak ekonomik sistem ile militarizm arasında keskin bir bağın oluştuğunu ileri sürmekteydi (2000: 269, 215 ve 293–294). Mills’in analizlerinden beş yıl sonra 1961’de dönemin ABD Başkanı Dwight Eisenhower Mills’i onaylar şekilde “askeri-endüstriyel kompleks” projesini ortaya attı. Đnsan gücü ve kaynakların muazzam bir şekilde savaş hazırlığı doğrultusunda kanalize edilmesi anlamına gelen askeri-endüstriyel kompleks, bir taraftan Amerika’nın militaristleşme sürecini sağlamlaştırırken, diğer taraftan da dünyadaki müttefik ve müşterilerin hızla silahlanmasını mümkün kıldı (Hobsbawm, 1996: 236).

Soğuk Savaş koşulları ve onun beraberinde gelişen tehlike söylemi Amerikan militarizasyonunun ardındaki en önemli unsurdu. 1953’de Eisenhower “bir tehlike çağında” yaşadıklarını dile getirirken, daha sonra John F. Kennedy 1961’de “her gün çözümlerin daha da zorlaştığı, her gün maksimum tehlike saatine daha da yaklaştıklarını” ifade etmişti (Sherry, 1995: 182; Wenger, 1997: 205). Kennedy

dönemi bu anlamda tehlikenin zirveye çıktığı ve Amerikan militaristleşmesinin daha da derinleştiği bir dönem oldu (Sherry, 1995: 183 ve 244). Vietnam müdahalesi ve Küba füze krizi başta olmak üzere yaşanan gerilimler sadece Amerika’nın militaristleşmesine katkıda bulunmadılar aynı zamanda, söz konusu militaristleşmenin dünya ölçeğine yayılmasında da etkili oldular. Fakat Vietnam savaşı aynı zamanda Amerikalılar arasında militaristleşmenin sorgulanmasını tetiklediği için militarist söylemin altında yeni bir söylem biçiminin gelişmesini de mümkün kıldı. Bu küresel ölçekte de etkisini gösterdi ve Richard Nixon ile başlayan 1973–1980 arası dönemde Amerika, Çin ve Sovyetler arasında yaşanan gerilim yerini sakinliğe (detente) bıraktı. Ronald Regan dönemi yeniden militaristleşme pratikleri ile dolu olsa da 1970’lerin ilk yarısında başlayan “ekonomik ihtiyaçların daha büyük bir önceliği hak ettiği” düşüncesi (Sherry, 1995: 397 ve 415–417) alt bir söylem olarak güçlenmeye devam etti.

Sovyetler Birliği’nde yaşanan militaristleşme süreci ise 1920’lerin ikinci yarısından itibaren başladı (Stone, 2000). Đkinci Dünya Savaşı ile zirveye çıkan militaristleşme/militarizm bu tarihten itibaren ordunun genişlemesi şeklinde değil daha çok Soğuk Savaş’ın mantalitesi doğrultusunda nükleer silahlanma yarışı, askeri üstler yoluyla mekânın militaristleştirilmesi, üçüncü ülkelere silah yardımı, uzay savaşları

şeklinde sürdürülmüştür. Fakat bir hususun altını çizmek gerekir ki, ABD’den farklı olarak sivil alanın fazla etkili olmadığı Sovyetler Birliği’nde militaristleşme bizzat merkezi iktidar eliyle yürütülmüştür. Bu noktada Sovyetler Birliği’nde içerinin militarize edilmesinden ziyade, Sovyetlerin Soğuk Savaş kapsamında küresel militaristleşmeye/militarizme katkısına değinmek daha isabetli olur. Nitekim ABD için “büyük militaristleşme çağı” olarak tanımlanan (Sherry, 1995: 501 ve 504) Soğuk Savaş yılları Sovyetler Birliği’nin de katkısıyla küresel ölçekte militaristleşmenin geçerli söylem biçimine dönüştüğü bir dönem olup çıkmıştır.

Đlk olarak, 1949’da Sovyetlerin ilk atom bombasını test etmesi Truman yönetimini hidrojen bombası inşa etmeye yöneltti. Eisenhower döneminde ABD’nin nükleer silahlanması muazzam ölçüde arttı, 1953’de 1,000 olan savaş başlıklarının sayısı 1960’a kadar 18,000’e yükseldi (Painter, 1999: 40). Sovyetler ise asker sayısında azalmaya gitmesine karşın nükleer silahlanma yarışında ABD’den geri kalmamak için

nükleer teknolojiye yatırımını artırdı. Nükleer silahlar sadece üretilmekle kalmadı aynı zamanda ABD, Kore ve Vietnam’da elini güçlendirmek Sovyetler de, Süveyş Krizi’ni sonlandırmak için bu silahları bir tehdit olarak kullandı (Hobsbawm, 1996: 229). Küba füze krizinde dünyanın nükleer savaş eşiğine gelmesi nükleer korkuyu artırdı ve bu da güvenlik kaygılarını en ön sıraya taşıyarak “Soğuk Savaş’ın güvenlik saplantısı” denen

şeye yol açtı (Boyer, 2001). ABD ve Sovyetlerin yanı sıra, Đngiltere, Fransa, Çin, Hindistan, Đsrail gibi ülkelerin nükleer silah inşa edebilecek teknolojileri kurmaları nükleer tehdit algılamasını hızla küresel hale getirdi.

Soğuk Savaş’ın en önemli sonuçlarından biri de ABD ve Sovyetler arasındaki gerilimin yol açtığı askeri üstler yoluyla mekânın militaristleştirilmesi olmuştur (Mowthorpe, 2004: 3). Dünyanın çeşitli bölgelerinde kurulan askeri üsler bir taraftan bu iki süper gücün militaristleşmesine katkıda bulunurken, diğer taraftan da üslerin bulunduğu ülkelerin militaristleşme süreçlerini hızlandırmıştır (Simbulan, 1988: 40). Üslerin, bulundukları ülkeleri militaristleştirmesinin en önemli göstergesi bu ülkelerde politik, ekonomik ve sosyal problemleri çözmede demokratik yöntemlerden ziyade askeri yöntemlerin devreye sokulması olmuştur (Simbulan, 1988: 41). Sovyetler Birliği bu tür üsleri daha çok kendi toprakları içindeki ülkelerde kurarken ABD, Sovyet nüfusunun etkili olabileceği bölgelerdeki bağımsız ülkelerde bu politikayı yürütmüştür. Bu bağlamda ABD’nin askeri üst politikasının küresel militaristleşmeye daha fazla katkısının olduğu söylenebilir.

Đki süper gücün birbirleriyle rekabet kapsamında müffetiklerine akıttığı askeri yardımların en önemli etkisi yardımın yapıldığı ülkelerde ordunun güçlenmesi ve zamanla etkinlik noktasında politik alanın önüne geçmesi olmuştur (Isacson, 2005: 17; Maniruzzaman, 1992: 253 ve 260). ABD özellikle Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında komünizmi çevrelemek kapsamında müttefik ülkelere askeri yardımlarda bulunurken, 1960’larla birlikte komünizm karşıtı olmak Amerikan askeri yardımları almak için yeterli bir kriter oldu (Mott, 2002: 35–36). Sovyetler Birliği cephesinden bakıldığında 1950’lerin sonlarında başlayan ve 1960’lara sarkan Komünist blok dışındaki ülkelerin silahlandırılması politikası küresel ölçekte militaristleşmenin önemli tetikleyicisi oldu. Sovyetler Birliği 1955’de Mısır, 1956’da Afganistan, 1958’de Irak, 1959’da Suriye ve Endonezya, 1960’da Burma ve Hindistan’a silah yardımında bulunmuştu. 1970’e

gelindiğinde ise Sovyetler Birliği’nin silah yardımı yaptığı ülkelerin sayısı 20’nin üzerine çıkmıştı (Khan, 1988: 13). Söz konusu silah yardımı büyük ölçüde ABD’nin silah yardımlarına bir tepki olduğu kadar yeni silah yardımlarını tetiklemesi açısından da önemliydi. Sonuçta Soğuk Savaş boyunca ABD 120 civarında ülkeye 60 milyar dolardan daha fazla askeri yardımda bulunurken, Sovyetler için bu rakam 30 civarında ülkeyle sınırlı kaldı (Mott, 2002: 20).

Son olarak Sovyetler Birliği, ABD ile girdiği “yıldız savaşları” kapsamında militaristleşmenin dönemin etkin bir söylemi haline gelmesine katkıda bulundu. Uzayın askeri anlamda kullanılması Sovyetler tarafından dünyanın ilk yapay uydusu olan Sputnik’in Ekim 1957’de uzaya gönderilmesiyle başladı (Mowthorpe, 2004: 1). Sputnik ABD’de Sovyetlerin kendilerine saldırabilecek kadar güçlü olduğu korkusunu tetikledi (Sherry, 1995: 215) ve 1960’lar boyunca iki ülke arasında uzaya uydu gönderme yarışı yaşandı. Bu yarışa casus uydular ve rakip uyduları yok etmek için geliştirilen füzelerin dâhil olması ve 1980’lerde Ronald Regan’ın Amerika’nın nükleer füzelerden korunması amacıyla geliştirilen Yıldız Savaşları projesiyle uzayın militarizasyonu süreci de tamamlandı. Bu projenin, dolayısıyla da militarist düşünme biçiminin gündelik hayatın merkezine taşınmasında özellikle kitle iletişim araçları kritik bir rol üstlendi. Soğuk Savaş dönemi boyunca birer propaganda malzemesine dönüşen bu kitle iletişim araçları “Soğuk Savaş kültürünü karakterize eden inanç ve değerleri sıradan insanlara dayatmış ve böylelikle bu insanların belli politikaları onaylamasının önünü açmışlardır” (Balcı, 2007: 82).