• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: MĐLĐTARĐST SÖYLEM

2.2. Türkiye’de Militarist Söylem: 1960–1983

2.2.1.2. Militarist Söyleme Giden Yol

Köken arayışına yönelik çabaları reddetmek, Foucault’un tabiriyle belli bir epistemik dönemin kendisinden önce gelen dönemden hiçbir iz taşımadığı anlamına gelmez. Yine köken arayışının reddedilmesi militarist söylemin 1960 darbesi ya da bunun gibi tek bir olayla birden bire devletin hâkim söylemi haline geldiğini ileri sürmek değildir.

1 Yurttaşlık düzleminde demokrasiden anlaşılan da tıpkı politik düzlemde olduğu gibi bir çoğunluk ölçütünden ibarettir. Đlkokullarda öğrenciler “kendi seviyelerini aşmıyan meseleler hakkında” konuşabilirlerken karar noktasında belirleyici olan çoğunluktur (Üstel, 2005: 251).

Bu tarihten önce etkin olan hakim söylemin altında alt bir söylem olarak militarist söylemsel pratik ve uygulamalara rastlandığı gibi, 1960 darbesinin etrafındaki süreç militarist söylemi hakim söylem haline getiren yani 1960 darbesini mümkün kılan koşulları üretmiştir. Fakat bunlar militarist söylemin gerilere giden kökenleri değil, onu mümkün kılan koşulları üreten şeylerdir. Militarizmin hâkim söyleme dönüşmesi diğer bir ifadeyle devletin problemleri ele alma biçimi olarak normalleşmesi göreli olarak daha kısa bir aralıkta 1960 darbesi etrafındaki gelişmelerle mümkün olmuştur. Bu nedenle bu kısımda bahsedilecek olan argümanlar militarist söylemin hâkimiyetini kaçınılmaz olarak ortaya çıkaran gelişmeler olarak görülmemelidir.

Osmanlı’nın Modern Cumhuriyete devrettiği mirasların başında son 20–30 yılda yaşanan savaşlar dolayısıyla askerliğin sıradan halkın gözünde savaş ve ölümle özdeşleşmiş olması geliyordu (Altınay, 2004: 8 ve 28). Zürcher’in Birinci Dünya Savaşı dönemindeki türkü ve ağıtları incelediği çalışmasında vardığı sonuç toplumsal algılamada askerliğin “geri dönüşü olmayan”, “uzaklarda bir yerde ölüm” getiren, “umutsuzluk ve kötü sonla” özdeşleşen bir şey olduğu şeklindedir (Zürcher, 1996: 236–237; Oran, 2004: 101; Selek, 1968: 121). Askerliğe yönelik bu mesafelilik firarileri cezalandırmak için kurulan Đstiklal Mahkemeleri’nin varlığına rağmen 1920 yılında Firariler Hakkında Kanun’un çıkarılmasında da açık bir şekilde görülebilir. Kanunun birinci maddesi ile “firarilerin meskeni şerisi müstesna olmak üzere menkul ve gayrimenkul emval ve evlakini” haczetmeye kadar gidilmiştir (T.B.M.M., 1336: 84). Cumhuriyet kurulup 1920’lerin ikinci yarısında kendini belli ölçüde sağlamlaştırdıktan sonra 1930’lu yıllarda bu algılama problemini ele almaya başlamıştır.1 Ayşe Gül Altınay’ın Ronald Barthes’in mit tartışmasından hareketle açıklamaya çalıştığı üzere 1930’lar askerlik hizmetinin halkın gözünde normalleştirilmeye çalışıldığı yıllar olmuştur (2004: 25). Barthes’in kullandığı anlamda normalleşme bir şeyin normal görünmesi için onun “kültürel olarak kodlanması” anlamına geliyordu ve bu kültürel kodlanma yoluyla devreye giren mitler

1 Askere almaya ilişkin ilk kanun 1927’de çıkarıldı. Kanuna rağmen, 1932’ye kadar orduya alınan asker sayılarında fazla bir değişim olmadı. Bu tarihten itibaren ise askere alımların sayısında 1939’a kadar yüzde 900 artış yaşandı (Altınay, 2004: 27–28). Söylemsel olguların yanı sıra böylesi bir pratikle de desteklenmesi Türkiye’de orduyu önemli bir figür haline getirdi. Askerliğin zorunlu bir görev haline getirilmesi modernitenin en önemli getirisi olan ulus-devlet bilincinin ordu üzerinden Türkiye’de hızla

normalleşmenin ideolojik fonksiyonuna hizmet etmekteydiler (Chandler: 2002: 273). 1930’lar ve daha sonraki dönemlerde resmi tezler1, gazeteler, ders kitapları ve demeçler üzerinden devam eden bu normalleştirme süreci 1960’lardan itibaren devletin hakim söylemi haline gelen militarizmi mümkün kılan koşulların en önemlilerinden biri oldu.

Bu dönemde toplumsal hafızada ordu ve asker algılaması bu şekilde yeniden inşa edilirken, ordunun politik alandaki etkinliği tek-parti iktidarının tamamlayıcısı olarak işlev görür. Bu tamamlayıcılık Atatürk’ün orduyu siyasetin dışında bırakma çabası sonucu ordunun bir muhalif hareket olmaktan çıkarılması ve böylelikle diktatöryal söylemin kurumsal bir uzantısına dönüştürmesi girişiminde kendini gösterir (Kayalı, 2005: 40; Harris, 1965: 56; Hale, 1988: 161; Hale, 1996: 80; Cizre, 2008: 305). Dönemin askeri metinlerine bakıldığında örneğin 1946 tarihli “Askerin Bilgi Kitabı” CHP’yi “halkın partisi” ve “ulusun ilerlemesine hizmet eden” bir hareket olarak tanımlayan ifadelerle doludur (Şen, 1996: 54). “Türk inkılâbının temelini, Halk Partisi’nin değişmez prensiplerinin” kurduğunu savunan bu metinler ordunun dönemin diktatöryal söylemine entegre olan bir kurum olduğunu gösterir (Şen, 1996: 54 ve 39– 52). Diğer bir ifadeyle ordu tıpkı Halk Evleri ve üniversiteler gibi tek parti döneminde diktatöryal söylemin kurumsal ayaklarından birini oluşturur. Dolayısıyla bu dönemde işleyişte olan militarizm hâkim bir söylem şeklinde değil askerliğin kutsanması

şeklinde işleyen alt bir söylem olarak varlığını sürdürür.

Ordunun kurumsallaşması noktasında en önemli gelişmelerden ilki 1947 yılında Truman Doktrini kapsamında ABD ve Türkiye arasında imzalanan askeri yardım anlaşmasıdır. Bu anlaşma doğrultusunda 1947–1949 yılları arasında 147,5 milyon dolar olmak üzere 1951 yılına kadar 400 milyon dolarlık askeri yardım Türk ordusunun modernleşmesine harcandı (Erhan, 2004: 533–534). Türk ordusunun kurumsallaşmasına ve modernleşmesine önemli katkıları olan bu yardımların

1 Türk Tarih Tezi kapsamında yazılan Tarih ders kitabında yer alan “Türk en iyi askerdir, …Türk Milleti, askerlik ruhu en mütekâmil olan millettir. …Askerlik ruhu yüksek millet demek, derin ve engin irfan ve medeniyet tarihi yaşamış millet demektir” gibi ifadeler bu argümanların önde gelenlerindendir (Altınay ve Bora, 2003: 142). Bu tezlere göre askerlik devletin içinde bulunan kurumsal bir yapı ya da araç değil bizzat kültürün uzantısı olan ve Türkleri asker-millet yapan şeydir. Böylelikle bir taraftan askerlik/ordu tartışılır olanın dışına çıkarılırken, diğer taraftan da asker ve sivil ayrımı ortadan kaldırılır (Altınay ve Bora, 2003: 142).

kullanılması sırasında Amerikan askeri ve sivil personeli Türkiye’ye gelmiş ve Türk askeri personeli de Amerika’ya giderek eğitim almıştır (Erhan, 2004: 532; Lerner ve Robinson, 1960: 30). 1950’ler boyunca devam eden bu politika yani ordudaki subayların eğitim amaçlı değişimi askerlerin Türk ve Batı toplumlarını kıyaslamasını mümkün kılmış ve bu kıyaslama ileride politik alana müdahalenin mümkünlük koşullarından biri olmuştur (Zürcher, 2002: 348; Hale, 1996: 93; Karpat, 1970: 1668; Ahmad, 1996: 156; Ahmad, 2002: 151; Ünsaldı, 2008: 63). Kıyaslama sadece subaylar arasında değildi, askerlik görevi için bir süre orduda bulunan bireyler de sivil yaşamları ile hızla artan modernleşmeyle birlikte refah seviyesi yükselen askerdeki yaşam koşullarını kıyaslamaya başladılar (Lerner ve Robinson, 1960: 34; Karpat, 1970: 1662). Bu insanların zihninde yeni teknoloji ve düzenlilikle özdeşleşen ordu algılaması uzun vadede askerin politik alana müdahalesini sıradan insanların gözünde meşrulaştıran bir unsura dönüştü.

Kore Savaşı’na katılma ve NATO üyeliği gibi gelişmelerin uzun vadeli etkisi ordunun politik alandaki etkinliğinde yaşanan değişim oldu. 1950’ler boyunca Amerikan yardımlarının ve yatırımlarının büyük çoğunluğunu alan ordu bu dönemde önemli bir politik aktör haline geldi (Lippe, 2000: 100; Akyaz, 2006: 43–56). Daha da önemlisi Türkiye’nin 1952’de NATO’ya katılması ve bunun bir uzantısı olarak Türk ordusunun hızla modernleşme sürecine tabi tutulması önemli yapısal değişimleri beraberinde getirmişti. Amerikalı askeri yetkililer bir taraftan yeni okulların açılması kapsamında askeri eğitim sisteminde köklü reformların gerçekleşmesine ön ayak olurken, diğer taraftan da ordunun zirvesindeki yeni komuta yapısının da modernleştirilmesini sağladılar (Hale, 1996: 92). 1948’de başlayıp 1950’ler boyunca devam eden orduya yönelik dışarıdan yapılan bu müdahale Fevzi Çakmak’ın uzun süreli genelkurmay başkanlığı döneminin (1921–1944) yenilenme ve girişkenliğe kapalı olan mantalitesini değiştirdi (Hale, 1996: 91; Lerner ve Robinson, 1960: 28–29). Bu değişimin en önemli sonucu ordunun Gayri Safi Milli Hâsıladaki ekonomik payının artırılması talebi oldu ve Menderes hükümeti döneminde askeri harcamaların bütçedeki artan payına rağmen askerler arasında mali anlamda ihmal edildikleri düşüncesi 1960 darbesine giden süreçte önemli rol oynadı (Hale, 1996: 94).

Soğuk Savaş’ın en önemli getirilerinden biri olan kapitalist ülkelerde komünistlere yönelik büyük gözaltı ve içerinin güvenlikleştirilmesi şeklinde işleyen (McEnaney, 2000: 71) McCarthycilik uygulaması diğer bir ifadeyle “solcu avı” Türkiye’de de kendisini göstermiştir (Oran, 2004a: 485 ve 492–493; Zürcher, 2002: 310). Özellikle Türkiye Komünist Partisi etrafında odaklanan “komünist cadı avı” 1940’ların sonlarında başlayıp Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu 1950’ler boyunca etkinliğini sürdürdü (Belge, 2006: 163 ve 164; Karpat, 2007: 96; Karpat, 1996: 287–288). Bu algılamanın devamı 1950’ler ve 1960’larda etkinliğini sürdüren 1965’e kadar Cemal Gürsel’in fahri başkanlığını yaptığı Komünizmle Mücadele Derneği ve 1963’te komünizm başta olmak üzere yıkıcı cereyanlara karşı ulusal değerleri korumak amacıyla kurulan Türk Gençlik Derneği gibi kurumlarda görülebilir (Karpat, 1973: 335; Hale, 1996: 156). Bu ve benzeri hareketler toplumsal düzlemde işleyişe geçen militaristleşmenin hem ürünleri hem de mümkünlük koşulları oldular. Kısacası, ABD’den gelen askeri yardımlar, NATO’ya dâhil olma ve McCarthycilik uygulamaları Soğuk Savaş koşullarının ürünüydüler ve bu bağlamda Soğuk Savaş’ın Türkiye’de askerin gücünü ve devlet söylemi içindeki yerini hızla artırdığı söylenebilir. Yine, ABD yardımları ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin NATO içindeki en geniş ikinci ordu haline gelmesi, ordunun modernizasyonu, savunma harcamalarının artması gibi unsurlar orduyu ABD’ye bağımlı hale getirmiş ve böylelikle Türk Silahlı Kuvvetleri Soğuk Savaş konseptinde Washington yönetimi için en güvenilir kurum pozisyonuna yükselmiştir (Yavuz, 2009: 29).

Toplumsal hafızada devlet kurumları ve devletin yetkili kıldığı özneler aracılığıyla sürdürülen militarizasyonun yanı sıra NATO üyeliği ve Soğuk Savaş konseptine dâhil olmanın beraberinde getirdiği “ulusal güvenlik devleti” konsepti (Altınay, 2004: 133) 1960 öncesi devlet söylemi altında işleyişte bulunan militarist söylemi besleyen iki önemli kanal olarak değerlendirilebilir. Fakat söz konusu militarist söylemi hâkim söylem haline getirecek, kurumsal yapıların ve konuşmaya yetkili öznelerin temel referans noktasına dönüştürecek şey 1960 darbesi olmuştur. Diğer bir ifadeyle 1960 darbesi bu tarihten önce başka söylemlerin altında işleyişte olan ve diğer başka söylemler karşısında ikincil bir konum üstlenen militarist söylemi devlet söylemi noktasında hâkim söylem haline getirmiştir. Fakat bu geçiş salt 27 Mayıs günü ile

gerçekleşmemiş, daha geniş bir zaman diliminde yani 27 Mayıs’ın etrafında olgunlaşan söylemsel mümkünlük koşullarının ürettiği bir süreç sonrasında yaşanmıştır.

2.2.2. Militarist Söylem, Militarist Pratikler ve Militarist Kurumlar 2.2.2.1. 27 Mayıs Darbesi: Militarist Söylemin Kuruluşu

1960 yılına gelindiğinde Türkiye sıklıkla askeri müdahalelerin gerçekleştiği gelişmekte olan ülkelerin çoğunda olduğu gibi zayıf sivil/politik kurumlara sahip (Kili, 1969: 183) değil, aksine “gelişmekte olan bir ülke için yeterince gelişmiş politik partileri” olan bir ülkeydi. Buradan hareketle bakıldığında 1960 askeri müdahalesi “açık bir şekilde olağandışı” bir gelişme olarak değerlendirilir (Dodd, 1969: 31; Özbudun, 1966: 3). Dolayısıyla 1960 müdahalesini sivil alanın bıraktığı boşluğun asker tarafından doldurulması olarak değil, aksine sivil/politik alanın da dâhil olduğu bir askeri darbe

şeklinde değerlendirmek daha doğrudur. Hatta “27 Mayıs’ın askerlerden çok sivillerin güdülendirdiği bir eylem olduğunu” ileri sürmek (Mazıcı, 2002: 568) askeri müdahalenin askerlerin rahatsızlıklarının bir ürünü olduğunu söylemekten daha isabetlidir.1 Đkinci yorum belli bir eylemin mümkünlük ve onaylanma koşullarını görmezden geldiğinden dolayı hatalıdır. Birinci yorum ise bir taraftan 27 Mayıs darbesine sivil alanı da dâhil ederek militaristleşmenin etkin bir söylem biçimi olarak ortaya çıktığına, diğer taraftan askerin de bizzat devreye girmesiyle militarizmin işleyişe girdiğine işaret etmesi açısından önemlidir.

Askeri darbenin neden gerçekleştiği sorusu değil hangi koşullar altında ve söylemler etrafında gerçekleştiği sorusu daha gerçekçidir. Konuya ilişkin literatürde darbenin nedenlerine ilişkin üç temel argüman öne çıkmaktadır (Dodd, 1969: 35). Darbeyi yapan askerleri merkeze alan ilk argüman “orta alt sınıfa” mensup askerlerin Demokrat Parti’nin politikalarının ürünü olan yüksek memur ve iş adamları sınıfı karşısında ikincil konuma düşmeleri ve yaşanan yüksek enflasyonun gelirlerinde yol açtığı gerileme karşındaki hoşnutsuzluğunu ileri sürer.2 Đkincisi, 1950’lerde Kemalist

1 Darbenin ardından askerlerin ne yapacakları konusunda en ufak bir fikirlerinin dahi olmaması ve kısa süre içinde süreci hukuk profesörlerine ve CHP kadrolarına bırakmaları bu durumun en önemli kanıtıdır (Ahmad, 1981: 6; Karpat, 2007: 293–294). Bu nedenle Feroz Ahmad 27 Mayıs sonrası süreci “entelektüellerin devrimi” olarak tanımlar (2003: 120).

2

bürokratlara yönelik olumsuz politikaların bir sonucu olarak darbenin Kemalizm’in yeniden restorasyonu ve Kemalist bürokrat elite yeniden itibarlarını iade etme amacıyla gerçekleştiğini savunur (Karpat, 2004: 17; Steinbach, 1984: 81; Keyder, 2006: 61–62; Özbudun, 1976: 53). Üçüncü ve en yaygın görüş ise Demokrat Parti’nin otoriter uygulamaları ve yaşanan parlamenter krizin darbeye giden süreci hazırladığı ve darbenin “en dolaysız nedeni” olduğu şeklindedir.1 C. H. Dodd bütün bu nedenlerin tek başına darbeyi açıklayamadığını, bütün bunların bir neden olarak devreye girmelerinin değil, bir arada olmalarının darbeyi mümkün kıldığını söyler (1969: 38).

Askeri müdahalenin yapılması ve militarist bir yönetimin kurulması noktasında bütün bu nedenlerden daha kritik olan şey, ordunun politik ve sivil alana müdahale etmesini makul gören ve onaylayan bir söylemin darbe öncesinde gelişmeye başlamış olmasıdır. Bu bağlamda darbenin gerçekleştiği zaman diliminde “üniversite-ordu-basın üçlüsü” denilen (Mazıcı, 2002: 568; Karpat, 1970: 1673; Ünsaldı, 2008: 70) ve muhalefetin (CHP) de etkin bir şekilde dâhil olduğu (Turan, 1984: 107) militarist söylemsel ittifaka daha yakından bakmak gerekir. Feroz Ahmad’ın belirttiği üzere silahlı kuvvetler arasında “siyasi bir yönelimin” ortaya çıkması diğer bir ifadeyle politik alana müdahale etme fikrinin gelişmesi ile “CHP’nin faaliyetleri arasında güçlü bir dolaylı ilişki vardır” (1996: 157). Eylül 1958’den itibaren CHP ve DP arasındaki “siyasi mücadelenin ortak teması” askeri müdahale olmaya başlamış (Ahmad, 1996: 161; Dursun, 2001: 32) ve bu tarihten itibaren yaşanan tüm politik gerilimlerde askere ve askerin politik alana müdâhil olmasına olumlu ya da olumsuz sürekli bir şekilde referansta bulunulmuştur.

18 Nisan 1960’da Đsmet Đnönü’nün TBMM’de Demokrat Parti’nin muhalefeti sınırlandıran yasalar çıkarmasını eleştirdiği bir konuşmasında kullandığı ifadeler dikkat çekicidir: “Eğer insan hakları yürütülemez, vatandaş hakları zorlanırsa, baskı rejimi kurulursa, ihtilal behemehal olur… bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam… şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır” (T.B.M.M., 1960: 207; Đnönü, 1993: 299–300).2 Üstelik CHP lideri Đnönü, 14 Nisan

1 Bkz. (Tachau, 1984: 71; Tachau ve Heper, 1983: 21; Hale, 1996: 91; Toprak, 1981: 91; Dodd, 1969: 25–27; Özbudun, 2007: 35; Eroğlu, 2006: 131–133; Akyaz, 2006: 76–84).

2

Ayrıca bkz. (Özdağ, 2004: 150; Bila, 1999: 183; Mazıcı, 2002: 569, n. 6; Özbudun, 2007: 37–38; Hale, 1996: 101). Bu ifade Đnönü’nün orduyu darbe yapmaya çağırması şeklinde değil, ordunun sivil ve

1960’da bir gurup eski üst düzey komutanla yaptığı görüşmede orduya politik alana müdahale etme noktasında açık bir çağrıda bulunmuştur (Ünsaldı, 2008: 66).1 Askere yönelik bu görme biçimi sadece darbe öncesinde söz konusu değildi. Askeri müdahalenin ardından CHP örgütlerine yolladığı genelgede Đnönü’nün, partisinin “inkılâbı planlayarak uygulamaya koymuş bulunan idealistlerle aynı görüş ve düşüncelere ve aynı inanca sahip” olduğunu dile getirmesi darbenin hemen öncesi ve sonrası arasındaki söylemin sürekliliğini göstermiştir (Kili, 1979: 137; Bila, 1987: 251; Bila, 1999: 185). Đnönü’nün darbeyi meşrulaştıran bu akıl yürütmesi darbenin ardından askeri rejimin meşrulaştırılması sürecinde kullanılacak ve uzun bir süre akademik çalışmalarda 1960 darbesinin temel nedeni olarak ileri sürülecektir.

Ordunun politik ve sivil alana müdâhil olmasına yönelik normalleştirici bir söylemin gelişmesinde Đnönü kadar Menderes hükümeti’nin de rolü vardır (Kili, 1979: 134). Özellikle Đnönü’nün Nisan ayında Kayseri’de yapacağı konuşma öncesinde askerlerden Đnönü’yü taşıyan trenin durdurulmasının istenmesi sivil ve askeri alan arasındaki ayrımın pratik düzlemde ortadan kaldırılmasıydı (Landau, 1974: 7; Karpat, 1970: 1673; Hale, 1996: 100; Özdağ, 2004: 138–139). Daha sonra Đnönü’nün Yeşilhisar’a gitmesini engelleyen birliğin komutanı Binbaşı Selahattin Çetiner’in “ordunun… emniyet ve zabıta kuvvetleri yerinde kullanmasına hukuki imkan bulunmamasına rağmen… komuta ettiğim birlikleri bu hukuki sınırlar dışında kullanmaya zorlandım” şeklindeki ifadelerinin geçtiği istifa dilekçesi bu ayrımın nasıl ortadan kalktığını göstermesi açısından önemlidir (aktaran, Özdağ, 2004: 141; Akyaz, 2006: 121, 75n). Politik gerilimin sivil alanda çözülmeyip askerin yaşananlara müdâhil edilmesi ordunun politik ve sivil alanda belli bir rolü olabileceği algılamasını besledi.

politik alana müdahalesini söylemsel olarak onaylayan bir ifade olarak alınmalıdır. Đnönü’nün direkt askeri müdahaleye olan mesafeliliği bilinse de (Hale, 1996: 106–107; Karpat, 1988: 141) bu ve etrafında dolaşan başka benzer ifadeler askeri müdahalenin söylemsel düzeyde normalleşmesine hizmet etmişlerdir. Yine Đnönü, 12 Nisan’da Đstanbul’daki evinde 14 Emekli askerle yaptığı görüşmenin ardından yaptığı açıklamada “Cemiyetin ordu gurubu, bütün karakter sağlamlığını muhafaza etmektedir. Milletin bünyesindeki kuvvetli bir varlıksınız... Sizinle yaptığım bu toplantıdan sonra Ankara’ya mağrur ve canlı olarak dönüyorum” ifadelerini kullanmıştır (Akratan, Özdağ, 2004: 144).

1 Daha sonra Milli Birlik Komitesi üyesi Alparslan Türkeş’in aktardığına göre, Đnönü’nün “sonradan Milli Birlik Komitesi’nde de görev alan arkadaşlardan bir kısmının devamlı kendisiyle görüştüğünü biliyorum. Dışarıda, yani Komite dışında kalmış olan ve ihtilalde de tesirli rol almış olan bir kısım askeri personelin de gerek Đsmet Paşa’yla, gerek Paşa’nın etrafındakilerle yakın irtibatta olduğunu

Menderes hükümetinin muhaliflerin önüne geçmek için askeri sivil alana dâhil ettiği ikinci önemli olay 28 Nisan’da Ankara ve Đstanbul’da başlayan öğrenci gösterilerini kontrol altına almak için bu iki ilde sıkıyönetim ilan edilmesi olmuştur (Üskül, 1988: 96–97; Özdağ, 1994: 153–161; Ahmad, 1996: 161; Zürcher, 2002: 349–350). Kemal Karpat’ın “ölümcül hata” olarak değerlendirdiği (1988: 140) darbeye kadar bir ay süreyle uygulamada kalan sıkıyönetim askerle politik ve sivil alan arasındaki ayrımı fazlasıyla tahrip etmiştir.

Muhalefet ve Đktidarın askeri müdahaleye referansta bulunduğu en belirgin süreç Tahkikat Komisyonu etrafında yaşanan tartışmalardı. 27 Nisan 1960’da kabul edilen bir yasayla kurulan Tahkikat Komisyonu’nun “diktatöryal” yönü (Eroğlu, 2006: 132) bir tarafa, ifşa ettiği en önemli şey iktidar çevresinde muhalefetin “orduyu siyasete karıştırmak teşebbüsleri” (Özdağ, 2004: 147) içinde bulunduğu düşüncesinin baskın olmasıdır. Bir taraftan orduyu muhalefeti bastırmak için politik ve sivil alana dâhil eden iktidarın, diğer taraftan da muhalefetin aynı şeyi yapmaya çalıştığının farkında olması askerin sivil ve politik alandaki etkinliğini normalleştiren en önemli saik olmuştur. Đnönü de zaten açık bir şekilde ihtilal tehdidinde bulunduğu konuşmasını bu kanunun görüşüldüğü sırada yapmıştır. Darbenin öncesinde mecliste yaptığı son konuşmalarından birinde ayaklanmalar sonucunda ordunun müdahalesiyle sivil iktidarın devrildiği Güney Kore’yi örnek verdi. Bu örnekte Đnönü’nün “Türk Milletinin Kore milletinden daha az haysiyetli” olmadığını ifade etmesi olası “bir ihtilali destekleyeceğini, ondan da öte arzu ettiğini” göstermekteydi (Özdağ, 2004: 152–153; Karpat, 1988: 140; Kalaycıoğlu, 2005: 84; Akyaz, 2006: 122). Bu kıyaslama tek ve ilk kez dile getirilen bir kıyaslama değildi. 4 Temmuz 1958’deki Irak darbesi de Kore kıyaslamasında önce cumhuriyetçi çevrelerin gözde konusu olmuş ve kendisine sıklıkla referansta bulunulmuştur (Ünsaldı, 2008: 66). Đnönü’nün Kore kıyaslaması aynı zamanda dönemin gazetelerinde de sıklıkla yer bularak müdahale söyleminin normalleşmesine hizmet etti (Kabacalı, 1994: 264; Zürcher, 2002: 350; Ahmad, 1996: 78; Birand, 2007: 115). Örneğin Milliyet’de bir haber Kore başkanının “demokrasiden çok uzaklaşmış, memlekette bilhassa muhalif parti mensupları için bir terör rejimi yaratmış” olmasını eleştirirken (17 Mart 1960: 1), başbakanın iktidardan devrilmesini “müdahale hak olunca” ifadeleriyle karşılamıştır (24 Nisan 1960: 1).

Darbe öncesinde Menderes hükümetinin getirdiği sansür dolayısıyla basının askerin politik ve sivil alana müdâhil olmasını açık bir şekilde dile getirmesi mümkün değildi. Kore olayında olduğu gibi basın dolaylı referanslar yoluyla politik alana müdâhil olunmasına yönelik ifadeler kullanmıştır. Darbe öncesinde söylemin dolaylı kuruluşu sadece dünyadaki örneklere referansla yürütülmemiş askeri öven yazılarla da bu söyleme katkıda bulunulmuştur. Örneğin Çetin Altan Milliyet’teki 7 Mayıs 1960 tarihli yazısında “Bir bando sesinde, bir alay sancağında, bir subay elbisesinde atalarımızdan miras kalan derin bir heyecanı duyarız. Bu bizim vazgeçilmez kutsal heyecanımızdır… Türk doğuştan askerliğe vurgundur… sokakta bir asker gördüğüm zaman, göğsüm iftiharla kabarıyor… ‘Keşke ben de asker olsaydım’ diyorum” şeklinde ifadeler kullanır (“Eski Hatıralar”, Milliyet, 07 Mayıs 1960, 2). Sokakta askerin görülmesine yönelik bu özlem askerin sivil alandaki mevcudiyetinin normalliğini gösterdiği gibi, bu