• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: DĐKTATORYAL SÖYLEM

1.2. Türkiye’de Diktatöryal Söylem: 1925–1945

1.2.2. Diktatöryal Söylem, Kurumlar ve Pratikler

1.2.2.4. Halkevleri: Đdeolojinin Halka Transferi

1931 Kongresi, Parti Programı’ndan da anlaşılacağı üzere Kemalist “ideolojinin geniş kitlelere yayılmasını sağlayacak mekanizmaları örgütlemek üzere harekete geçildiği” bir kongre olmuştur (Yeşilkaya, 2002: 113). Bu doğrultuda kongrede Ocak 1931’de kendini lağveden Türk Ocakları’nın yerine Halkevlerinin kurulması kararı alınmıştır ve Halkevleri Türk Ocakları’ndan miras kalan binalarda çalışmalarına başlamıştır (Yetkin, 1983: 87). Kongre öncesinde böyle bir yapılanmanın oluşturulacağına dair işaretler vardır. 2 Ocak 1931’de Cumhuriyet’te yayımlanan ve Mustafa Kemal’in gazetecilere yaptığı açıklamaları özetleyen bir yazıda Türk Ocakları’nın Halk Fırkası’na intikal edeceği ve “Fırkada Faşist teşkilatını andırır bir gençlik teşkilatı yapılanması [ve] memleketin her tarafında şubeleri bulunmasının” yeni esaslar arasında olduğu belirtilmişti (Tunçay, 2005; 306). Bu ifade Halkevleri teşkilatının dönemin faşist ve totaliter sistemlerinden esinlendiğini kanıtlaması açısından da önemlidir (Çavdar, 1984a: 879).

10 Nisan 1931’de gerçekleşen olağanüstü toplantıda Türk Ocakları kendini feshederek CHF ile birleşme kararı almış ve Cumhuriyet gazetesi de bu olayı “yeni ilkeler çerçevesinde faşist örgüt benzeri bir gençlik örgütü kurulması planlanıyor” şeklinde

duyurmuştu (Yerasimos, 2006: 107). Söz konusu örgütün yöneticilerinin tümüyle CHF’li olduğu göz önüne alınırsa, Türk Ocağı’nın kendini feshederek böylesi bir birleşmeye gitmesinin ardındaki neden CHF’nin tümüyle politik ve sosyal alanı kapatma, kendisi dışındaki bağımsız örgütlerin varlığını kabul etmeme politikasıydı (Tunçay, 2005: 308; Zürcher, 2002: 262). Mustafa Kemal 28 Şubat 1931 ve 25 Mart 1931 gibi iki farklı tarihte yaptığı konuyla ilgili açıklamalarda bu düşüncesini açık bir

şekilde dile getirmiştir. “Aralarında maksadı anlamamış olanlar bulunsa da” vatandaşların hiçbirini fırkanın “kadrosu haricinde tasavvur” etmeyen Atatürk, “maddi manevi nekadar kuvvet varsa hepsini bir araya toplamak ve aynı istikamete sevketmek” gerektiğine inanmaktadır (Atatürk, 1997: 303; Atatürk, 1997a, 130). Böylesi bir “yekvücüt” olma durumunu da “memleketin ve inkılâbın içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı masuniyeti” üzerinden meşru hale getirmiştir (Atatürk, 1997a: 130). Bu yaklaşım “her şeyi içine alıp, hiçbir şeyi dışarıda bırakmak istemeyen bir devlet bürokrasisi fikrinin” doğal sonucuydu ve bütün her şeyi kendi bünyesine dâhil etmek konusunda bir tereddütü de yoktu (Yeğen, 2002: 58).

Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Menemen olayları deneyimi CHF’ye toplumda kendisine yönelik yükselen hoşnutsuzluğu ele alması gerektiğini göstermişti. Halkevlerinin kurulması da bu doğrultuda CHF’nin “halkla temasını artırmak ve rejimi halka benimsetme” gayretinin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır (Yeşilkaya, 2002: 113; Yeğen, 2003: 181; Shaw ve Shaw, 1977: 383).1 Atatürk’ün deyimiyle halkevleri partinin “bütün yurttaşlara kucağını açmasını” mümkün kılan bir misyon üstlenmiştir (Halkevleri, 1935: kapak yazısı). Başbakan Đnönü de benzer şekilde Halkevlerinin resmi mecmuası olan Ülkü’de 1933’te kaleme aldığı bir yazısında Halkevlerini CHP’nin “bütün özünü ve varlığını halkın geniş tabakalarına anlatması ve sevdirmesi”

1 Halkevlerinin resmi dergisi olan Ülkü’nün ilk sayısında Recep Peker’in kaleme aldığı “Ülkü Niçin Çıkıyor” başlıklı yazı özelde derginin genelde halkevlerinin neden kurulduğunu göstermesi açısından önemlidir. Recep Peker söz konusu yazıda Ülkü’nün “cemiyetin kanındaki inkilap unsurlarını ısıtmak, ileri adımlarını sıklaştırmak için... bu büyük yola katılanlar arasında kafa birliği, gönül birliği ve hareket birliğini yapmak için” çıkarıldığını ve bu dergide “büyük davaya inanların, buna Türk cemiyetini inandırmak, toplu ve heyecanlı bir millet kütlesi yaratmak hizmetinde vazife ve hisse almak isteyenlerin” yazılarının çıkacağını belirtmiştir (Peker, 1933: 1; Varlık, 2002: 268: Oral, 2006: 71). Dergide özellikle Đtalya ve Sovyetler Birliği’ndeki gelişmelere yakından değinilmekte ve bu ülkelerin deneyimlerinin Türkiye’ye aktarılması noktasında önerilerde bulunulmaktaydı. Örneğin, Selim Sırrı [Tarcan] dergideki bir yazısında Đtalya’daki faşizmin meydana getirdikleri eserlerin beğenilmeye layık olduğunu ve bu başarının altında “vatan sevgisi ve milli duyguların beraberliğinin” yattığını ifade etmiştir (Varlık, 2002: 270).

gereken merkezler şeklinde tanımlamıştır (1933: 101). Ona göre, “Halkevleri Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kendi prensipleri ne olduğunu ve bu prensiplerin memlekette nasıl tatbik edildiğini hergün halkımıza söylemek için de başlı başına bir merkezdir” (Đnönü, 1933: 100). Yine CHP’nin Onbeşinci Yıl Kitabı’nda belirtildiği gibi, Halkevleri “Atatürk inkilabının halkın benliğine sindirilmesi” ihtiyacından doğmuştu ve bu bağlamda “milleti tek tek fertler halinden çıkararak onları görüş, anlayış ve yapışta birlik haline sokmak” amacı gütmekteydi (OBYK, 1938: 15). 1940 tarihli Halkevleri Đdare ve Teşkilat Talimatnamesi’yle de söz konusu kurumların “ayrı bir cemiyet olmadıkları” vurgulanmıştır. Talimatnamenin 64. maddesine göre, Halkevlerinin “CHP’nin kültür noktasında istihsaf eylediği gayeleri temin için açılmış birer kültür yurdu” olduklarının belirtilmesi parti ve halkevleri arasındaki “organik” ilişkinin açık ifadeleri olmuştur (Talimatname metni için bkz. Kara, 2006: 263–280;

Şimşek, 2002: 91; Yeğen, 2003: 186).

Parti ile arasındaki bu organik bağın paralelinde Halkevlerine tek partinin temel argümanı olan sınıfsız toplum söylemini güçlendirecek bir misyon da yüklenmiştir. Recep Peker bu doğrultuda Halkevlerinin gayesinin “ulusu katılaştırmak, sınıfsız katı bir kitle haline getirmek” olduğunu belirtirken (Peker, 1974: 11; Çavdar, 1984a: 879; Ahıska, 2005: 95, 53n) bu kurumların “kültürde, ülküde ve düşüncede birliğin” (Yeğen, 2003: 182) sağlandığı bir toplumu hayata geçirebileceğine inanıyordu. Halkevlerinin bir dönüştürme mekanizması olduğu 1933 yılında Ankara Halkevinin düzenlediği ilk köy gezisindeki dönüştürücüler ve dönüşmeyi bekleyenler arasındaki ilişki biçiminde açıkça görülür. F. Kirby’nin aktardığına göre, “memurlar aydınlar ve politikacıların katıldığı büyük bir kafile, bir Afrika seferine çıkar gibi” yanlarına “meçhul bir kıtayı keşfe çıkan bir kafileye yetecek kadar konserve yiyecekler” alıp köye vardıktan sonra “köy meydanına bayrak” dikmişler ve “köyün ve köylünün birçok enteresan fotoğraflarını” çekmişlerdir (1962: 71).

Halkevleri yayımladıkları dergiler ve düzenledikleri konferanslar aracılığıyla partinin himayesi altındaki kamusal alanın genişlemesine ve tüm ülkeye yayılmasına hizmet ettikleri gibi yeni eğlence anlayışları, dans, müzik ve tiyatro gibi aktivitelerin yaygınlaştırılmasında bir araç olarak da kullanılmışlardır (Yeşilkaya, 2002: 113). Bu amaç doğrultusunda Halkevleri vasıtasıyla nerdeyse bütün sanat dalları ideolojinin

hizmetine koşulmuştur. Halkevlerinde “keman, ut, cümbüş, kanun ve ney” gibi aletler fasıl ve saz musikisinin esaretinden kurtarılan halka kullandırılmazken, “ulusal rakısların” yanında “zevkli garp danslarına” yer verilir, tiyatronun “eşsiz telkin kudretinden” yararlanmak1 için Kurtuluş Savaşı ve devrimleri konu alan oyunlar sahnelenirdi (Yeşilkaya, 2002: 114–115). Örneğin, bir tiyatro oyununda Hacivat ve Tepegöz figürlerinin tayyareden saatlere kadar devrimleri peşi sıra sayarken Karagöz’ün “yavaş söyleyin aklım geri kalıyor neredeyse duracak” şaşkınlığı yaşaması sanatın mevcut iktidarın bir övgüsüne dönüştüğünün en açık göstergesi olmuştur (Yeşilkaya, 2003: 96–97). Önemli günlerde marşların “beraberce bir ağızdan söylenmelerini sağlamaya çalışmak” yoluyla “bir ağızdan terennüm eden onbinler” yaratılması ve sporda “seçkin tekler değil, gürbüz yüzbinler” yetiştirmek ve jimnastik hareketlerini “kütle halinde tatbik” ettirmek de bu kurumların misyonları arasındaydı (Yeşilkaya, 2002: 116).

Halkevlerine toplumsal rızanın oluşturulmasında nasıl bir işlev yüklendiği üç önemli belgeden açık bir şekilde izlenebildiği gibi bu belgeler dönemin hâkim söylemini ifşa etmeleri noktasında da bir hayli önemlidirler. Bu nedenle CHP’nin 1935 yılında bastığı “Halkevleri 1932–1935; 103 Halkevi Geçen Yıllarda Nasıl Çalıştı?” başlıklı kitapçık, 1938’deki “CHP Halkevleri Öğreneği” ve 1940’da basılan “Halkevleri Çalışma Talimatnamesi” biraz daha ayrıntılı bir analizi hak ediyor.2 Halkevleri vasıtasıyla “parti prensiplerinin kökleşmesine, yurt sevgisinin, yurttaşlık ödevleri duygusunun yükselmesine çalışılır” (CHP Halkevleri Öğreneği, 1938, 35. Madde) ve bu amaçla gerçekleştirilen konferanslar hoparlörler vasıtasıyla kent ve köy halkına dinletilirdi. Hoparlörle dinletme usulünün yanı sıra, halkı bilinçlendirmede CHP kadroları tarafından radyoya önemli bir misyon yüklenirken (C.H.P. Programı, 1935: 43; Yeşilkaya, 2003: 92), bu durum Theodor Adorno’nun Alman Nazizmi deneyiminden çıkardığı “reformasyonun elinde matbaa ne ise, radyo da faşizmin elinde o olup çıkmıştı” tespitini hatırlatmaktadır (aktaran, Jay, 2005: 313). Çünkü Halkevleri örneğinde radyo, halka gitmenin nasıl kısa zaman içinde halka öğretmek olarak değiştiğinin tipik örneğidir (Ahıska, 2005: 95). Sanat ise Ülkü dergisinde çıkan bir

1 CHP’nin 1935 programına göre, “tezli bir piyes” ile 136 halkevinde 136.000’den fazla yurttaşa “bir iki gün içinde bir fikrin telkin edilebileceği” hesaplanır (Yeşilkaya, 2002: 115).

yazıda dile getirildiği gibi “yeni duyguları halkın gönlüne, yeni görüşleri halkın gözü önüne” koyabilmek için “inkılâbın emrine girmeyi bir gönül zevki, bir vicdan borcu, bir yaşama çaresi” bilmek zorundaydı (Çağlar, 1935: 336–337). Sanatın kullanılma nedeni ise aynı yazıya göre, “bazı inkilap hareketlerinin halka tam mal olabilmesi için, halkın ruhuna sinmesi için sanatın elinde parlaması gerekiyordu” (Çağlar, 1935: 336). Tam da bu nedenle yani “halkın sade kafasını fethetmek için kalbini fethetmekten işe başlamak lazım olduğu” fikrinden hareket eden CHP kadroları “güzel sanatlara halkevleri çalışmalarında büyük bir yer” ayırmaktaydı (Halkevleri, 1935, 15–16). Sanat kesinlikle ferdi bir çalışma olmadığı gibi, “ferdiyetle sivrilmiş olan bir tek

şahsiyet” kabul edilebilir bir figür değildir (Halkevleri, 1935, 63). Halkevlerinin kütüphanelerine hangi kitapların girebileceği noktasında büyük bir hassasiyet gösterilirken, “dini mahiyette olan... Türk inkılâbına ve ideolojisine uymayan... alelumum milli ve realist görüşler dışında kalan hurafeleri... şehvet ve ihtiras temayüllerini kamçılayan” eserlerin bu kütüphanelere girmeleri yasaklanmıştır (Halkevleri Çalışma Talimatnamesi, 1940, 90. madde).

Bu dönemde Halkevleri gibi doğrudan parti-devletin aygıtı olmayan oluşumların da kapatılması yoluna gidilmiştir. 1935 yılında gerek Türk Mason Locaları gerekse Türk Kadınlar Birliği’nin kapatılmasına gerekçe olarak rejimin bunların yapması gereken her şeyi zaten yaptığı ve bunlara gerek olmadığı ileri sürülmüştür. Atatürk’ün Mason Locaları’na ilişkin söyledikleri bu açıdan dikkat çekicidir; “Mademki Masonluk milliyetçidir, halkçıdır, cumhuriyetçidir, Halk Fırkası’nın umdeleri de bundan başka bir şey olmadığına göre hikmet-i vücudu nedeni yoktur” (Banoğlu, 1967: 9). Aynı

şekilde Türk Kadınlar Birliği de Cumhuriyetin kadınlara tüm haklarını verdiği, “Türk kadının eksiksiz olarak bütün haklarına kavuştuğu”, Atatürk’ün ifadeleriyle “hep beraber devrimlere yönelmek ve… Cumhuriyet devrimleri için çalışmak” gereken bir ortamda kendisinin gereksizliği ileri sürülerek kapatılmıştır (Bozkır, 2000: 25–26; Zihnioğlu, 2009: 807; Yetkin, 1983: 85). Bu şekilde iktidar tarafından “bastırılıp dışlanan” kadın hareketleri bu tarihten sonra “Kemalist devletin siyasalarının kadınlar arasında yaygınlaşmasını, Tek Parti rejiminin yerleşmesini, ‘atacılık’ kültürünün yaygınlaşmasını” hedefleyen bir şekil aldı (Zihnioğlu, 2009: 806). Bütün bunlar sınıfların ve diğer gurup çıkarlarının varlığını kabul etmeyen partiyi tüm ulusun tek

temsilcisi olarak gören anlayışın bir parçasıydı (Kandiyoti, 1991: 42) ve buna göre kamusal alan sadece devlete ait olabilirdi ve bu alanda ne bağımsız bir kadın örgütü ne de başka yapılanmalar faaliyet gösterebilirdi (Arat, 2000a: 111). Faaliyet gösterenler de kadın hareketlerinde olduğu gibi ancak partiye eklemlenerek rejimin yerleşmesi noktasında işlev gören birer ideolojik aygıta dönüşmek zorundaydı.

1.2.2.5. 1931 Matbuat Kanunu: Basının Đdeolojinin Hizmetine Koşulması

Zekeriya (Sertel)’in 27 Temmuz 1930 tarihli Son Posta gazetesi’nin ilk sayısında kaleme aldığı basına karşı uygulanan sıkı denetimi kastederek “Boğuluyoruz, Biraz Hava Đstiyoruz” başlıklı yazısının (Gürkan, 1998: 45–46)1 üzerinden tam bir yıl geçmişti. Bu sıkı denetime rağmen iktidarın basına bakışı dönemin CHF Katib-i Umumisi Recep Peker’in CHF il yönetimlerine gönderdiği bir yazıda görüleceği üzere mevcut özgürlüğün “Devlet otoritesini bozacak, masum fikirli vatandaşları zehirleyecek bir raddeyi” bulduğu yönündeydi (Uyar, 1998: 108). Üç milletvekili basının geldiği son duruma referansla “birçok vahamet ve zarar hazırlayan bu felaketli cereyan karşısında” vatanı ve milleti kurtarmak için hükümetin ne yapmayı düşündüğüne yönelik bir soru önergesi verdiler. Kaygı yine her zamanki gibi aynıydı ve basının “hale hiçbir faydası olmadığından” yani mevcut söylemi meşrulaştıracak söylemlerin dışına çıktığından şikâyet ediliyordu (T.B.M.M., 1931: 2; Đnönü, 1992: 350). Soru önergesi ile başlayan süreç 25 Temmuz 1931’de yeni bir Matbuat Kanunun kabul edilmesiyle tamamlanmıştır.

Kanun görüşmelerine yakından bakıldığında devletin basından ve basın özgürlüğünden ne anladığı net bir şekilde görülebilir. Soru önergesinin sahiplerinden Ahmet Süreyya Bey, meselenin “devrimlere ve cumhuriyete hainlik meselesi” olduğunu belirttikten sonra her şeyden daha çok basının “kamu yararı ile ilgili” olduğunu ve bu nedenle

1 Bu yazıya ve bu yazı paraleleinde iktidara getirilen eleştirilere Nisan 1933’te Recep Peker bir cevap yazmıştır. Bu cevap dönemin hakim söylemi içinde söz söylemeye yetkili öznelerin hürriyet algılamasını göstermesi açısından önemlidir. Peker, bu tür talepte bulunanlara “Kutup cumudiyetlerinin üstünde birbirlerini yiyen hür (!) foklar” ve “Alaskada birbirini yiyen hür (!) ak ayılar” örneklerini verir ve “disiplin tarafı iyi kurulmamış bir ictimai heyette hürriyetin yaptığı tahrip tesirinin başka hiçbir tesirle” ölçülemeyeceğini dile getirmiştir. Bu argümanları ileri sürdüğü yazının başlığı da manidardır: “Disiplinli Hürriyet” (Peker, 1933a: 177–178). Peker’in bu argümanları resmi metinlerde de karşılığını bulmaları açısından önemlidir. Örneğin 1935 Parti Programı’na göre, yurttaşların özgürlüğü “devletin varlık ve otorite sınırı ile bucanlamıştır (sınırlanmıştır). Ferdin ve hükmiğ şahsiyetin kınavı (faaliyeti), kamuğasıya (genel menfaat) aykırı olmayacaktır” (C.H.P. Programı, 1935: 5).

kontrol altına alınması gerektiğini belirtimiştir. Ona göre, “bağlılık, mes’uliyet, vazife ve müşterek duygu” olan özgürlük basın söz konusu olduğunda ancak devrimler ve cumhuriyete bağlılık gerçekleştiğinde mümkündür (T.B.M.M., 1931: 6; Goloğlu, 1974: 22–23). Bu düşünce görüşmelerde söz alan Konya Mebusu Şeref Bey’in ifadelerinde daha net bir şekilde görülebilir: “Đnkilap henüz vazifesini ikmal etmemiştir” ve bu nedenle “bir inkilap matbuatı lazımdır” (T.B.M.M., 1931: 20; Goloğlu, 1974: 26). Đsmet Đnönü de benzer bir argumanı savunmuş ve basın özgürlüğünün sınırlarının “memlekete zarar” vermek ile sınırlı olduğunu dile getirmiştir (T.B.M.M., 1931: 34; Đnönü, 1992: 356). Dönemin figürlerinin zarardan anladığı ise Cumhuriyet ve devrimlere daha da önemlisi bunları hayata geçiren kadrolara yönelik bir eleştiri gelmesidir ve kanunun gerekçesinde belirtildiği gibi “matbuat… milletin menfaatilerinin müeyyideleri dairesinde serbesttir” (T.B.M.M., 1931a: 1; Goloğlu, 1974; 29).

Kanun “matbaa açma ve gazete/dergi yayını çıkarmayı sınırlandıran titizliği; gazete dergi yayını için gerekli koşullarının ayrıntılı ve sınırlayıcı niteliği; matbuatta çalışanlarla ilgili olarak öngördüğü kayıt ve şartları; ihdas ettiği matbuat suçlarının çeşitliliği: son derece kısıtlayıcı yaklaşımı ve yayımlanması yasak olan şeyleri tek tek sayacak (35. madde) ve aynı yazıdan üç kişiyi sorumlu tutacak (27. madde) kadar” (Kocabaşoğlu, 2007: 590; T.B.M.M., 1931a: 5-26) dönemin hakim söylemine uygun bir kanundu. Daha da önemlisi 50. Madde Bakanlar Kurulu’nun “memleketin umumi siyasetine” aykırı yayınlardan dolayı gazete ve dergileri geçici olarak kapatabilmesini öngörmekteydi (T.B.M.M., 1931a: 23, 49. Madde; Kabacalı, 1984: 963). Daha sonraki dönemlerde kanunla getirilen bütün bu sınırların nedeni olarak “matbuatın kendisinden

beklenen yüksek vazifeleri hakkı ile ifa edebilmesi” gerekçe gösterilmiş ve bunu

sağlayacak “salahiyet ve müeyyideleri ihtiva” eden bir kanunun hayata geçirildiği belirtilmiştir (OBYK, 1938: 26).

Kanun muhalif basını yasaklamanın yanı sıra, hükümetin yaptığı her şeyin alkışlanıp onaylanmasını sağlamak doğrultusunda kullanıldı (Keyder, 2007: 127). Mete Tuncay da tek parti döneminde basın özgürlüğünün olmadığını söylemekle kalmaz, bu dönemi Osmanlı Mutlakıyeti ile karşılaştırarak yeni dönemde “hükümetin istemediklerini yazamayan” basının yerini “hükümetin istediklerini yazan” basına bıraktığına işaret

eder (1987: 48). Örneğin, 13 Kasım 1938 tarihli Bugün gazetesi ilk kez Đnönü’den “Milli Şef” diye bahsederken, aynı tarihlerde Cumhuriyet gazetesi Đnönü’yü “Đkinci Atatürk’ümüz” şeklinde takdim etmişti. Hükümet yanlısı gazetelerin yanı sıra, solcu tavrıyla bilinen Zekeriya Sertel bile “Đnönü’yü başımızda görmek Cumhuriyetimizin garantisidir” şeklindeki bir ifadeyle 1931 Matbuat Kanunu’nun gazetecileri çektiği çizgiye dâhil olmuştur (Hür, 2008).

Kanunun çıkarılmasından üç yıl sonra dönemin Đçişleri Bakanı Şükrü Kaya böylesi bir kanuna neden ihtiyaç duyulduğuna ilişkin yaptığı açıklamada dönemin algılamasında “basın özgürlüğü” gibi bir düşüncenin en ufak bir yeri olmadığını göstermiştir. “Esaslı inkılâp yapan memleketlerin gazetelerini de inkılâbın yürüyüşüne ve ahengine uydurmayı ve inkılâbın yerleşmesinin, bütünleşmesinin bir zarureti addettiklerini” ileri süren Şükrü Kaya’nın bu noktada referans gösterdiği uygulamalar dikkat çekicidir. Ona göre, inkılâbın hizmetine koşulan bu tür matbuatın “son misalleri Rusya’da,

Đtalya’da ve çok yakın zamanlarda Almanya’da görülmektedir” (Yetkin, 1983: 70–71). Kısa süre içinde basın da bu bakma biçimine uyum sağlamış ve Mayıs 1935’de toplanan Birinci Basın Kurultayı’nda konuşan Basın Genel Direktörü Vedat Nedim (Tör) “ulusal basının devrim potansiyeline, devlet siyasasına ve ulus ihtiyaçlarına uygun olmasını sağlamak” gerektiğini dile getirmiştir (Yetkin, 1983: 71). Basının bu

şekilde hizaya getirilmesi yeterli olmamış olacak ki, “en mühim telkin ve propaganda vasıtası olan ve halk kütlesi üzerinde çok mühim tesirler husule getiren matbuatın… Devlet rejiminin ana prensiplerine muzır olmayacak ve bilakis bu prensipleri bütün halk tebaası arasına yayacak ve benimsetecek bir şekilde çalışmasını ve memleketin yüksek menfaatlerine aykırı neşriyatta bulunmamasını temin etmek” amacıyla 1938’de kanunda bazı değişikliklere gidilmiştir (T.B.M.M., 1938: 1). Yapılan değişikliklerle gazete ve dergi çıkarmak için bildirimde bulunma şartı yerine ruhsat alma şartı getirilerek ve kötü ün sahibi kimselerin gazete ve dergilerde çalışması yasaklanarak basın özgürlüğü daha da sınırlandırılmıştır (T.B.M.M., 1938: 4-8; Kabacalı, 1984: 963–964).

1931 Matbuat Kanunu ve 1938’de geçirdiği değişiklikler ile basının neyi, ne zaman, nasıl, hangi sayfada, kaç sütun üzerine ve ne büyüklükte yazacağını belirleyen Matbuat Umum Müdürlüğü (Toker, 1990: 21) iktidarın basın özgürlüğüne nasıl baktığı ile

ilgiliydiler. Matbuat Umum Müdürlüğü’nün bazı gazetelere yolladığı tebliğler basının sınırlarını ifşa etmeleri noktasında önemlidir. Örneğin, Mart 1941’de Beyoğlu’nda meydana gelen bir infilak üzerine bu kurumun gazetelere gönderdiği yazıda, yapılacak habere ilişkin “büyük puntolu harflerle yazılmayacak ve alelade vakayi sutününda dercedilecektir” şeklinde bir uyarıda bulunulmuştur. Yine 1944 yılında Macaristan ile yapılan bir anlaşma hakkında gazetelere gönderilen direktifte de “bugün Macarlarla aramızda imza edilen ticaret anlaşmasının gazetelerde akis bulması arzu edilmemektedir” uyarısı yapılmıştır (aktaran, Kabacalı, 1984: 964: Kabacalı, 1994: 159–164). Bir başka örnek te, Nadir Nadi’nin kişisel bir yazı yazma aşamasındayken dönemin Basın Yayın Umum Müdürü Selim Sarper’in arayarak “bu konuda hiçbir gazetede tek satır yazı çıkmayacak” şeklindeki direktifidir (Nadi, 1979: 127). Bu direktif üzerine Nadir Nadi “pek masum bir yazıyla” düşüncesini belirtmiş fakat bu gazetesini kapanmaktan kurtaramamıştır (1979: 130). Fakat daha da önemlisi sınırlandırmanın sadece iktidarın direktifleri doğrultusunda değil, basının kendisinin geliştirdiği bir oto kontrol yoluyla gerçekleşiyor olmasıydı. Zekeriya Sertel’in “hangi yazının kime neye dokunacağını önceden kestirmek olanağı yoktu” ifadelerinde özetlendiği üzere bu dönemde gazetecilerin kendilerini her an kontrol altında hissettikleri bir hava oluşmuştu (Kabacalı, 1994: 155).

Bir önemli nokta da bu dönemde iktidar ve basın arasındaki organik ilişkinin fazlasıyla yoğun olmasıdır. Dönemin üç büyük gazetesinin sahipleri olan Yunus Nadi (Cumhuriyet), Asım Us (Vakit) ve Hüseyin Cahit Yalçın (Tanin) aynı zamanda CHP milletvekiliydiler. Bu organik ilişkinin nasıl olduğuna dair 1939 parti nizamnamesinin 160. maddesi önemli ipuçları verir. Bu maddeye göre, “partililer, sermayesiyle alakalı, idaresinde müessir bulundukları, gazete mecmua ve matbualarda, parti programı ve nizamnamesine, iç ve dış siyasetin ana hatları ile yüksek devlet menfaatlerine aykırı düşen yazılar neşrettiremezler” (C.H.P. Nizamnamesi, 1939: 39). Kısacası, bu gazeteler partinin propagandasını yapmakla ve partiye yönelik en ufak bir eleştiri getirmemekle yükümlüydüler. Đktidar ve matbuat arasındaki bu ilişki sadece organik matbuat için değil genel matbuat için de söz konusudur. Dönemin Basın Genel Direktörlüğü’nün 1938 tarihinde çıkardığı bir broşürde geçen ifadeler parti ile organik

ilişkisi olan matbuat ile diğer bağımsız matbuat arasında çok da fark olmadığını açıkça ortaya koyması açısından önemlidir:

“Halk Partisi matbuatı müspet tenkit yapar, parti prensiplerine sadıktır. Kemalizmin propaganda vasıtasıdır. Otokritik yapar. Serbest matbuatımız ise inkilabın umumi cephesinden ayrılmamak ve menfi tenkit hastalığına düşmemek

şartiyle, Türk efkâr-ı umumiyesinin küçük bir parçasını teşkil eder” (aktaran, Kocabaşoğlu, 2007: 602).

1.2.2.6. 1930’larda Aydınlar ve Bilim: Diktatöryal Söylemin Ajanları