• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: DĐKTATORYAL SÖYLEM

1.1. Diktatöryal Söylemin Yükselişi ve Düşüşü

1.1.2. Diktatöryal Söylemin Yayılışı: Avrupa

Rusya, Đtalya ve Almanya dönemin diktatöryal söyleminin üç temel taşıyıcısı olmaları nedeniyle önemlidirler. Fakat diktatöryal söylemin bu üç ülkeyle ilişkili1 ya da ilişkisiz bir şekilde nasıl yayıldığına, kendine uygulama alanı bulduğuna biraz daha ayrıntılı değinmekte fayda var. Birinci Dünya Savaşı eski rejimlerin dağılmasını ve onlarla birlikte eski yönetici sınıfın ve bunların iktidar, nufüz ve hegemonya mekanizmalarının çökmesini beraberinde getirmiş (Hobsbawm, 1996: 126), bu durum yeni iktidar mekanizmalarını, yeni yönetici sınıfları ve bütün bunları sağlayacak yeni söylemleri mümkün kılmıştı. Bu yeni söylem biçimlerinin başında da “mağduriyet milliyetçiliğinin” (eggrieved nationalism) popüler bir söylem haline dönüşmesi gelmektedir. Savaşta yenilen ülkeler birçok insanını ve topraklarını kaybetmelerinin yanı sıra, savaşı başlatanlar olarak suçlanmak ve savaşın yıkımlarını telafi etmek gibi iki sorumluluğu da üstlenmek zorunda kaldılar (Morgan, 2003: 29–30). Bu ülkelerin başında Macaristan, Avusturya ve birçok Doğu Avrupa ülkesi geliyordu.

Savaşın hemen ardından Macaristan’da Mihaly Karolyi’nin yönetimi altında kurulan demokratik cumhuriyet kısa süre içinde yerini diktatöryal yönetimlere bıraktı. Savaşın ardından çeşitli gizli guruplara katılan eski askerler ve savaşta kaybedilen bölgelerin harekete geçirdiği Macar milliyetçisi guruplar ülkedeki istikrarsızlıkta başı çekiyorlardı (Morgan, 2003: 38–39). 1919’da Bela Kun liderliğinde kurulan Komünist hükümetin mağduriyet milliyetçiliğinin etkin olduğu bir ülkede fazla yaşama şansı yoktu ve kısa süre içinde yerini milliyetçi-sağ bir iktidara bıraktı. Ordunun ve milliyetçi çevrelerin desteğini arkasına alan Amiral Horthy, toprak sahibi üst sınıfın, endüstriyel kapitalistlerin ve bürokratların çıkarlarını merkeze alan bir diktatörlük sistemi kurdu (Lee, 1990: 261). Anayasanın devamına ve partilerin sınırlı bir çerçevede politika yapmasına izin vermesi Horty rejimini diğer totaliter sistemlerden ayırıyorsa da, Horty rejimi otoriter pratiklerin fazlasıyla yaygınlaştığı 1930’lardaki rüzgâra dâhil olmuş ve gittikçe radikalleşmiştir (Lee, 1990: 261).

1 Rusya’nın kendisinden sonra kurulan “totaliter rejimlere bir model” teşkil ettiğine dair bir argüman için bkz. (Ensor, 1960: 74–75). Ensor, Đtalya’nın Rusya’daki rejim değişikliğinde çok şey öğrendiğini ve Polonya’nın da Đtalya’daki değişimi taklit ettiğini ileri sürer (1960: 80 ve 81).

Yenilginin en güçlü hissedildiği ülkelerden biri de Avusturya idi. Savaşın ekonomik etkilerinin yanı sıra, galiplere ödemesi gereken tazminatlar nedeniyle ekonomisini düzeltme şansı da elinden alınmıştı. Dönemin Şansölyesi Ignaz Seipel, Avusturya’yı bu krizden Milletler Cemiyeti aracılığıyla uluslararası borçlanmaya giderek çıkarmaya çalıştı (Feldman, 757; Lee, 1990: 257; Berger, 2003: 73). Bu yöntem etkili sonuç vermediği gibi, artan dışa bağımlılık 1929 Bunalımı’nın ülkede daha güçlü bir şekilde hissedilmesine yol açtı. Dış borçlarla ayakta tutulan parlamenter sistem [mortgage demokrasi (Krznaric, 2001)] tıpkı Almanya’da olduğu gibi 1929 Ekonomik Bunalımı ile ciddi bir krize girdi ve kısa süre içinde yerini diktatöryal bir yönetime bıraktı. Elbette böyle bir bunalımın ülkede besleyeceği alternatif bir hareket kriz öncesinde de vardı ve parlamenter sisteme karşı çıkan ve Mussolini Đtalya’sından önemli destek gören Heimwehr hareketinin (Morgan, 2003: 33) yanı sıra diğer radikal gruplar ekonomik krizle birlikte hızla popülarite kazandı. Bu guruplar arasından Hıristiyan Sosyalist lider Engelbert Dollfuss’un partisi ülkedeki iktidarı ele geçirdi. 1932’de ülkedeki koalisyonun dağılması üzerine Hemwehr’in de desteğini alan Dollfuss,

şansölye oldu ve hızla ülkedeki parlamenter rejimi diktatöryal bir forma büründürecek değişiklikleri hayata geçirmeye başladı (Lewis, 1990: 111). 1933’te Mussolini rejiminden etkilenerek “Anakıta Cephesi” partisini kurduktan sonra bunun ülkedeki tek parti olmasını sağlayacak anayasal değişiklikleri de Mayıs 1934’te hayata geçirdi (99; Lee, 1990: 257). Dollfuss 1934’te suikasta uğramasına rağmen, yerini alan Kurt von Schuschingg onun kurduğu diktatöryal rejimi devam ettirdi.

Avusturya ve Macaristan gibi Bulgaristan da savaşın mağdurlarındandı. Savaşın ardından Alexander Stamboliiski liderliğinde kurulan hükümet demokratik bir düzlemde hareket ediyordu ve yüzyılın sonuna kadar Bulgaristan’da kurulacak olan en ilerici hükümetlerden biriydi (Payne, 1996: 133). Đşsiz kitlenin desteğini arkasına alan Askeri Birlik, Yunanistan’a bırakılmak zorunda kalan Trakya bölgesinden gelen hoşnutsuz Bulgarların desteklediği Makedonya Devrim Hareketi ve bazı önemli politikacılar ortak bir hareketle Temmuz 1923’de mevcut iktidarı devirerek yerine askeri kanadın temsilcisi olan General Đvan Volkov liderliğinde yeni bir hükümet kurdular (Williamson, 2007: 131). Yeni hükümet ülkede hızla artan şiddet olaylarının önüne geçemedi ve üstelik 1929 ekonomik bunalımıyla ülke ekonomisi iflasa

sürüklendi. Bütün bu karışıklık ve istikrarsızlık Albay Velchev’in 1934’de gerçekleştirdiği darbe ile sonuçlandı ve Georgiev’in önderliğinde ülkede yeni bir diktatöryal hükümet kuruldu (Lee, 1990: 278; Stavrianos, 651–653). Kısa bir süre sonra 1935’de Kral Boris yönetimi bütünüyle ele alıp ülkedeki tüm politik partileri yasakladı.

Diktatöryal rejime geçişler sadece sivil hareketler sonucunda gerçekleşmedi birçok ülkede bizzat ordunun politik alana müdahalesiyle rejim değişikliğine gidildi. Bunun ilk örneği Đspanya oldu. Fas başta olmak üzere sömürgelerde yaşanan başarısızlıklara parlamenter sistemin bir türlü işletilememesi eklenince 1923’te ülke ciddi bir rejim kriziyle karşı karşıya kalmıştı (Payne, 1996, 138). 13 Eylül 1923’te Đtaya’daki gelişmelerden bir hayli etkilenen General Miquel Primo de Rivera ülkeyi profesyonel politikacılardan kurtarmayı vaat eten bir açıklama (pronunciamento) yayımladı. Bunun üzerine Đspanya Kralı Alfonso tıpkı bir yıl önce Đtalya’da Kral’ın Mussolini’yi ataması gibi Rivere’yı başbakan olarak atadı (Pierson, , 127; Lee, 1990: 228–229; Payne, 1996, 138). Böylelikle faşizm ve Rusya’daki komünizm gibi totaliter bir sistem olmasa da,

Đspanya Rivera ile birlikte otoriter bir yönetime geçmişti (Pierson, 1999: 127). Sivil haklar sınırlandığı gibi, basına yasaklar getirildi ve grevler yasaklandı, böylelikle tüm kitle ilişki biçimlerinin kontrolü iktidarın eline geçmiş oldu (Esdaile, 2000: 268; Pierson, 1999: 127). Rivera’nın ülkeye yerleştirdiği şeflik sisteminin (caciquismo) hızlı kentleşme, politik mobilizasyon, iletişimin gelişmesi, eğitim olanaklarında artış gibi önemli getirileri olsa da, bunlar demokratik bir sistemin koşulları olduğu kadar diktatöryal bir sistemin işleyişi için de gerekli mekanizmalardı (Esdaile, 2000: 280).

Rivera’nın kurduğu diktatörlüğün 1918–1923 yılları arasında zirveye çıkan sosyal bölünme ve karmaşayı ortadan kaldırmamış olması bu getirilerin daha güçlü bir diktatörlüğe hizmet etmesinin önünü açtı (Esdaile, 2000: 280). Rivera’nın düşüşünün ardından kısa bir süre ülke cumhuriyet deneyimi yaşasa da, Esdaile’nin kavramlaştırması ile ülkede diktatöryal yöntemleri içinde barındıran bir dictablanda hüküm sürüyordu (2000: 282 ve 389). Yeni yönetim biçimi de sosyal ve ekonomik reformlarda başarısız olup bölgesel problemleri çözüme kavuşturamayınca Đspanya’nın diktatörlüğe geri dönmesi zor olmadı (Esdaile, 2000: 313). Cumhuriyet yönetiminin son iki yılda ciddi krizler yaşaması üzerine 17 Temmuz 1936’ta General Franko

liderliğindeki Fas’taki Đspanyol ordusunun Cumhuriyetçilere karşı başlattığı isyan bir sonraki gün Đspanya’daki garnizonlara yayıldı (Barton, 2004: 220). Kısa süre içinde ülke Cumhuriyetçi kamp ve Milliyetçi kamp olmak üzere ikiye bölündü ve Franko önderliğindeki Milliyetçiler ülkenin kontrolünü tedrici olarak ele geçirmeye başladı.

Şubat 1939’da çıkarılan Siyasi Sorumluluklar Yasası ile Cumhuriyeti desteklemek bir suç haline dönüştürüldüğünde (Barton, 2004: 231) ülkede 1975 yılına kadar sürecek olan bir diktatörlük rejimi vardı.

1911’de demokratik bir anayasa ile Cumhuriyetçi rejime geçen Portekiz’in demokratik rejimin koşulları noktasında önemli eksikleri vardı ve tam da bu nedenle kısa süre içinde politik olarak Avrupa’daki en istikrarsız ülkelerden biri haline geldi. 15 yıllık dönemde 44 hükümet değiştiren ve 25 farklı ayaklanma ile mücadele etmek zorunda kalan ve üstelik büyük bir ekonomik krizle boğuşan ülkede orta sınıf, ordu ve kilise gibi önemli toplumsal guruplar demokrasiye olan desteklerini çektiler (Gallgher, 1983: 28–29; Lee, 1990: 222). 17 Kasım 1926’da General Gomes de Costa cumhuriyet rejimine son vererek ülkeye Dictadura (diktatörlük) rejimini getirdi. Yeni askeri yönetim ekonomik sorunlara çözüm olamadığı gibi, yaşam maliyetleri 1914’deki seviyenin 30 kat altına düştü. Ekonomik durumun hızla kötüleşmesi ekonomi bakanı Oliveira Salazar’ı güçlendirdi ve Salazar 1932’de ülke yönetimini tümüyle ele geçirdi (Lee, 1990: 222; Gallgher, 1983: 63–64; Payne, 1996, 313). Salazar’ı iktidara getiren süreç salt ekonomik problemler ve politik istikrarsızlıklarla açıklanamaz. Birinci Dünya Savaşı yıllarında ortaya çıkan Integralismo Lusitano hareketi politik ve ekonomik anlamda liberalizme karşı olduğu gibi hızla toplumsal tabanda taraftar bulmaya da başlamıştı (Marques, 1972: 177–8). Bu hareketin yanı sıra, Đtalyan Faşizmi ve Đspanya’daki Rivera’nın otoriter yönetimi de Portekiz’deki diktatöryal eğilime önemli katkılarda bulundu (Marques, 1972: 179). Salazar ülkede çok partili rejimin yerine “üniter ve korporatist bir cumhuriyeti” mümkün kılacak olan anayasa değişikliğini 1933’de gerçekleştirdi ve ülkeye Avrupa’nın ilk korporatist anayasası olan Estato Novo (Yeni Devlet) modelini getirdi (Gallher, 1983: 65; Lee, 1990: 223).

1926 yılı askeri müdahaleler yoluyla diktatöryal rejime geçilmesi yönteminin en verimli yılıydı. Yunanistan, Polonya ve Litvanya gibi ülkeler de tıpkı Portekiz gibi askeri darbeyle parlamenter sistemlerine son verdiler. 1922’de Türkiye ile yaptığı

savaşı kaybetmesi Yunanistan’da iç karışıklılara neden olmuş ve artan politik istikrarsızlık üzerine 1926’da General Pangalos askeri bir darbeyle iktidarı ele geçirerek ülkede diktatöryal bir yönetim kurmuştur. 1928’de yeniden parlamenter sisteme dönülse de özellikle 1929 bunalımın etkisiyle istikrarsızlık daha da arttı ve 1935’de General Kondyles parlamentoyu cumhuriyet rejimini terk etmeye zorlayarak ülkede monarşi adı altında diktatöryal bir yönetim kurmuştur (Lee, 1990: 289). Polonya ise bu dönemde farklı etnik gurupların nüfusun üçte birini oluşturduğu ve bunun bir sonucu olarak politik istikrarsızlığın hâkim olduğu bir ülkeydi. Milliyetçi kesimleri arkasına alan General Josef Pilsudski politik açmazı önlemek gerekçesiyle siyasal sisteme müdahale ederek ülkede Almanya’nın işgaline kadar devam edecek olan diktatöryal bir yönetim kurdu (Andreski, 1981: 171; Payne, 1996: 141; Lee, 1990: 265). Aynı şekilde yaşanan ekonomik zorluklar Litvanya’da da demokratik kurumları işleyemez hale getirmişti ve 1926’da aşırı milliyetçi bir cunta siyasal siteme müdahale ederek ülkeyi diktatöryal bir yönetimle tanıştırdı. Ülkenin bağımsızlığında rol alan iki eski askerin kontrolü ele aldığı bu yeni rejim, komşu Estonya ve Latvia için de 1929 ekonomik bunalımın ardından yaşanan zorlukların çözümlenmesine esin kaynağı oldu (Lee, 1990: 270; Rothschild, 1974: 379).

Fransa, Britanya ve demokratik kurumların varlıklarını sürdürdüğü diğer ülkelerde bile Birinci Dünya Savaşı koşulları ve 1929 bunalımından beslenen anti-demokratik hareketler güç kazanmıştı (Huntington, 2002: 15). Örneğin Winston Churchill çeşitli vesilelerle Mussolini Đtalya’sına sempatisini dile getirmişti ve daha sonra anti-faşist kanadın öncülüğünü yapacak olması da Faşizm aleyhtarlığı nedeniyle değil Almanya’nın ülkesine yönelik tehdidinin bir sonucuydu (Hobsbawm, 1996: 113). Kısacası diktatöryal söylem iki dünya savaşı arası dönemin temel dispositifi haline gelmiştir. Ekonomik sorunlara çözüm bulmaktan ulus-devlet yapılanmasını hayata geçirmeye kadar devletlerin karşı karşıya oldukları temel problemleri ele alma biçimi bu dispositifin bir ürünü, hatta onu sağlamlaştıran yeni pratikler olmuşlardır. Söz konusu episteme/dispositif sadece Avrupa’da geçerli değildi, bağımsızlığını yeni kazanan ve ulus-devletleşme sürecine dâhil olan devletler iki dünya savaşı arası dönemin hakim söyleminden etkilenmişler ve diktatöryal söylem biçiminin bir parçası olmuşlardır. Bazı yazarların “global Faşist Zeitgeist” olarak adlandırdığı bu dispositif

dünyanın geri kalanında Almanya ve Đtalya’daki söylem biçiminin bir benzerini üretmemiş olsa da, Japonya başta olmak üzere birçok ülke bu söylem biçiminden esinlemiştir (aktaran, Linz, 2004: 9). Bu esinleme “otoriter-askeri-bürokratik rejimlerin” diğer bir ifadeyle diktatöryal sistemlerin dünyanın geri kalanında hızla yaygınlaşmasına neden olmuştur (Linz, 2004: 9).

Đki dünya savaşı arası dönemin dispositifi Cumhuriyet Türkiye’sini de etkilemiş ve ülkede diktatöryal bir söylem biçiminin hızla yükselmesinin önemli mümkünlük koşullarının başında gelmiştir. Bu konuda Türkiye kesinlikle bir istisna değildir ve tarihsel ve coğrafi koşulların benzerlik gösterdiği Đran’daki gelişmelerle kıyaslandığında bu daha net ortaya çıkar. Rıza Şah yönetimi altındaki Đran’ın devlet söylemi noktasında Türkiye ile önemli paralellikler göstermesi (Zürcher, 2004: 110) büyük ölçüde “genel bir el tarafından herkes için yazılmış bir yasalar toplamı” olan ve “bir çağın insanlarının kendisinden kaçıp kurtulamayacağı belirli bir düşünce yapısını” teşkil eden epistemenin/dispositifin (Foucault, 2006: 211) bir sonucudur. Đran’da

Şah’ın partisi ile tek parti döneminin Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) arasındaki benzerlik fazlasıyla dikkat çekicidir ve her ikisi de dünyada ciddi bir uygulama alanı bulan “parlamentoda disiplinli bir gurup oluşturarak radikal reformların yasallaştırılması” işlevini üstlenmişlerdir (Zürcher, 2004: 110; Elliot, 2004: 67).