• Sonuç bulunamadı

B. Ahkâm Tefsîrinin Doğuşu ve Gelişimi

3. Tabiûn Tefsîri ve Tefsîr Ekollerinin Oluşumu

İlk dönemlerde sahabe genellikle birlikte yaşıyorlardı. Onlar, Hz. Ömer’den

sonra fethedilen çeşitli bölgelere dağılmaya başladılar. Bu şekilde çeşitli şehirlere dağılan sahabe, bulundukları yerlerde ilmi faaliyetlere devam etmişlerdir. Bunun sonucunda Medine ve Mekke’yi içine alan Hicaz medresesi ile Kûfe ve Basra’yı içine alan Irak medresesi teşekkül etmiştir.117Bu medreseler içerisinde Mekke’de İbn Abbas, Medine’de Ubey b. Ka’b, Irak’ta Abdullah İbn Mes’ud etkili olmuşlardır. Bu tefsir medreselerinden en çok rağbeti, Hz. Peygamber’in duasını118 alan İbn Abbas görmüştür. O, müfessirlerin efendisi olarak addedilmektedir.119 Bunun yanında Sahabenin bu ilmi faaliyetlerinden çoğunlukla tabiûn nesli ve onların etbaı’ olan “mevali”120 denen grubun faydalandığı görülmektedir.121 Mekke’de meşhur olan tabiî müfessirler: Said b. Cübeyr (v. 95/713), Mücahid (v. 103/721), İkrime (v. 105/723), Tavus (v. 106/724) ve Atâ’dır (v. 115/733). Medine’de yetişen en meşhur tabiîn müfessirler: Ebu’l-Âliye (v. 93/711), Muhammed b. Ka’b (v. 108/726) ve Zeyd b. Eslem’dir (v. 136/753). Irak’ta en meşhur tabiî müfessirler ise: Alkame (v. 62/682), Mesrûk (v. 63/683), eş-Şa’bî (v. 109/ 727), Hasan Basrî (v. 110/728), Katâde (v. 117/735) ve İbrahim en-Nehaî’dir (v. 95/714).122

117

Mevlüt Güngör, Fıkhî Tefsîr Hareketi, s. 83; er-Rumi, İtticahât, s. 30; Menhec, s. 20; Karaman, İçtihat, s. 95.

118 Hz. Peygamber (a.s.) İbn Abbas’ı tutarak “Allah’ım! Sen, onu dinde fakîh/anlayış ehli kıl” diye dua etmiştir. Rivayet için bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 225, Buhârî, Sahîh, I, 66.

119 el-Cürey’, Mukaddimetü’l-Esâsiyye, s. 315; Muhammed Salih, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, s. 91.

120

Arap olmayan müslüman halklar için kullanılan bir terim. Sözlükte "koruyucu, yardımcı, sahip, dost; azat eden efendi; azat edilen köle" anlamlarına gelen mevlâ kelimesinin çoğulu olan mevâlîdir. Mevâlî, terim anlamında ilk İslâmî fetihlerin ardından kendi istekleriyle müs-lüman olan, çoğunluğunu doğuda İranlılar ve Türkler'in, Kuzey Afrika ve Endülüs'te Berberilerin, Mısır'da Kıbtîler'in oluşturduğu gayri Arap müslümanları ifade etmek üzere kullanılmaya başlanmıştır. Mevâlî esas itibariyle iki gruba ayrılıyordu. Birinci grubu, köleleştirilen savaş esirle- rinden daha sonra efendileri tarafından serbest bırakılan şahsî azatlılar (mevâli'l-ıtâka); mevâli'l-

İslâm, mevâli'l-muvâlât, mevâli't-tibâa ve mevâli'1-ahd denilen İkinci grubu ise fethedilen

ülkelerin halkından esir veya köle olmadıkları halde bir Arap ya da Arap kabilesi vasıtasıyla İs- lâm'ı kabul ederek onların mevâlîsi sayılan yahut kabile anlayışına dayalı sosyal yapıda iyi bir yer edinebilmek için güçlü Arap kabilelerinden biriyle velâ (himaye) akdi yaparak onun himayesine giren gayri Arap müslümanlar teşkil ediyordu. İsmail Yiğit, “Mevâli”, DİA, XXIX, 424.

121 Cerrahoğlu, Kur’an Tefsîrinin Doğuşu, s. 106; Tefsir Tarihi, I, 104; Gökmenoğlu, “Ahkâm Tefsîrleri”, s. 207.

İdarî açıdan bakıldığında tabiûn, genellikle Emeviler döneminde faaliyet

göstermişlerdir. Bundan dolayı Hulafa-i Raşidîn ve Emevi dönemi mukayese edildiğinde, Dört Halife’nin, ilmi faaliyetlerle bizzat meşgul oldukları ve ilmi teşvik ettikleri, Ömer b. Abdulaziz dönemi hariç, Emevi halifelerinin ise, genellikle hem ilmi faaliyetlerle meşgul olmadıkları hem de bu çalışmaları teşvik etmedikleri hatta idarecilik sanatı yanında ilimle uğraşmayı küçümsedikleri görülmektedir.123 İşte bu dönemde, ilmi faaliyetlerin mevâlînin eline geçmesinin sebeplerinden biri, “Emeviler devrindeki bu Arap milliyetçiliği siyasetinin tesiriyle, kendilerini idareci unsur olarak görmeleri, dolayısıyla da idare sanatına meyledip ilimle uğraşmayı hakir bir iş olarak saymaları ve İslam’a yeni giren milletlerin, onu anlamak için daha çok iştiyak duymaları” şeklinde açıklanmaktadır.124

Tabiûn devrinde, sahabe dönemine nazaran daha çok tartışmaların çıktığı görülmektedir. Zira İslam, bu dönemde geniş bölgelere yayılarak farklı ırk ve kültürlerle karşılaşmış ve bunların bazılarını da kendi bünyesine dâhil etmiştir. Ancak Hicaz’dan diğer bölgelere yeterli bilgi akışı sağlanamadığından, bu bölgelerde meydana gelen problemlerin çözümünde kültürel farklılıklar etkin rol oynamıştır. Bu da doğal olarak ihtilafı beraberinde getirmiştir.125Ayrıca tabiûndan bazıları, bir kısım ayetlerin sadece hükmünü öğrenmiştir. Bu konuda ayetin sebeb-i nüzûlüne ve hükmün illetine dair sahabeden gelen bir bilgiye ulaşamadıklarından dolayı hükümleri sebeplere bağlayamamışlardır. Bunun için illetleri farklı iki hükmü çelişiyormuş gibi görmüşlerdir. Bu problem, onları düşünmeye ve muhakemeye sevk etmiştir.126 Bu muhakeme çabaları, doğal olarak farklı düşüncelerin doğmasına sebep olmuştur.

Bu dönemdeki ihtilaflar, sahabe zamanına oranla daha çok olmasına rağmen mezhebî taassub söz konusu değildir. Görüldüğü kadarıyla doğruya ulaşmayı hedefleyen tabiûn,127 gerçeği nerede bulurlarsa kabul ediyorlardı. Bu yaklaşıma

123

Güngör, Fıkhî Tefsîr Hareketi, s. 81.

124 Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I, 103; Güngör, Fıkhî Tefsîr Hareketi, s. 83.

125 Cerrahoğlu, Kur’an Tefsîrinin Doğuşu, s. 105; Tefsir Tarihi, I, 103; Gökmenoğlu, “Ahkâm Tefsîrleri”, s. 207.

126 Cerrahoğlu, Kur’an Tefsîrinin Doğuşu, s. 49. 127 Şa’ban Muhammed, Medhal, s. 242.

29

İmam Şafiî’nin “içtihadımla çelişen hadis benim görüşümdür” sözü örnek

verilebilir.128

Tabiûnun Kur’an’ı tefsîr ederken, Kur’an ve sünnette aradıklarını bulamadıkları takdirde “Ehl-i kitab”a başvurdukları belirtilmektedir. Gerçi bu durumun sahabe129 devrinden itibaren başladığı nakledilse de tabiûn devrinde “isrâiliyyât” adı verilen bu rivâyetlerin daha da fazlalaştığı iddia edilmektedir.130

Ancak hemen belirtelim ki isrâiliyyât, konumuz olan “ahkâm tefsîrlerine” fazla dâhil edilmemiştir. Çünkü isrâiliyyât, daha çok Kur’an’daki kıssalar, kâinatın yaratılışı, hilkatin başlangıcı gibi konularda rivâyet edilmektedir.131 Bundan dolayı özellikle tezimizin konusu olan Ahkâm tefsîrlerinde, isrâiliyyât çok nadir zikredilmiştir.