• Sonuç bulunamadı

2.2. Türkiye’de Üniversite – Sanayi İşbirliği

2.2.2. Türkiye’de Sanayinin Gelişimi

Osmanlı’nın süper güç olduğu dönem, sanayi uygarlığı öncesindeki dönemdir. Sanayi öncesi toplum yapısı, tarıma dayalı geleneksel toplum yapısıdır. Toprak, tarıma dayalı toplum yapılarında temel üretim faktörüdür (Erkan, 2008: 2).Osmanlı sanayisi, Batı’daki sanayileşme hareketlerine ayak uyduramamış ve sanayileşme alanında yeterince gelişememiştir. Osmanlı’da düşünce ve teknoloji olarak bir yenilenmenin yaşanmaması bu durumun doğmasına neden olmuştur. Bir takım ıslahat ve yeni askeri düzenlemeler yapılmıştır. Fakat yeterli olmamıştır. Dünyada yaşanan teknolojik gelişmenin algılanması Osmanlı toplum ve düşünce yapısında zaman almıştır. Çünkü sanayileşme yönünde toplumsal iç dinamik yoktu.Dış dinamik ise Osmanlıyı hammadde kaynağı olarak sömürgeleştirmeye yönelikti (http://www.konrad.org.tr/Wirtschaft%202007%20tr/06Erkan.pdf,20.12.2013).

Osmanlı Devleti Tanzimat döneminde idari, hukuki ve sosyal reformların yanında ekonomik gelişmeyi sağlamak için teşvik tedbirleri uygulamaya başlamıştır (Yıldırım, 2001: 313). Tanzimat’tan sonra başlayan kalkınma çabasının sonucu olarak, İzmit Çuka, Hereke Kumaş, Basma, Zeytinburnu Demir Fabrikaları ile Çiftlikât-ı Şahane, Ziraat Talimhanesi ve Lâpseki Kömür Maden ocağı kurulmuştur (Buluş, 2012: 50).1838’de İngiltere daha sonra da diğer Avrupa ülkeleriyle yaptığı ticaret anlaşmaları sonucunda Osmanlı, Avrupa mallarının istilasına uğramıştır. Bu dönemde Osmanlı sanayisi çökmeye başladığı gibi bütçesi de açık vermeye başlamıştır.Bu durum 1854’lerde başlayan dış borçlanmalara neden olmuştur. Aldığı borçları yatırıma dönüştüremeyen Osmanlı yönetimi 1875’de borçlarını ödeyemeyeceğini açıklayınca 1881’de alacaklıları temsilen Duyun-u Umumiye

kurulmuştur. Osmanlı Devleti 1881’den 1914’e kadar gelirlerinin bir kısmını dış borç ödemeleri için bu kuruluşa bırakmıştır. Bu dönemde ulaştırma, elektrik, bankacılık ve madencilik gibi karlı yatırımları tercih eden yabancı sermaye girişinde önemli artışlar yaşanmıştır.1880’lere kadar Osmanlı siyasi ve ekonomik hayatındaki İngiliz ve Fransız etkisi yerini Almanlara bırakmıştır. İttihat ve Terakki döneminde de devam eden bu durum sonucunda Osmanlı topraklarındaki Alman yatırımlarında önemli artışlar görülmüştür Bu olaylar sonucunda Osmanlı Devleti sona geldiğinde artık yarı sömürge bir ülke konumundaydı (Yıldırım, 2001: 313).

Cumhuriyet, Osmanlı’dan, geri kalmış, yanmış ve yıkılmış bir tarım ekonomisi devralmıştır. Osmanlı ekonomisi ve maliyesi tamamen yabancı ülkelerin kontrolünde bulunmaktaydı. 1923’te milli denilebilecek birkaç fabrika vardı. Bunlar Feshane, Bakırköy Bez Fabrikası, Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası, Hereke Kumaş ve Sayak Fabrikasıydı. Yeni Türkiye’de ekonomik gelişmeyi sağlayacak politikaların bir an önce uygulanması gerektiğini her fırsatta vurgulayan Mustafa Kemal Atatürk bu amaçla, 1923 yılında, Türkiye’nin 1923-1930 yılları arasında izleyeceği ekonomi politikasını belirlemek için İzmir İktisat Kongresi yapmıştır. İzmir iktisat Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda ilk politika uygulamaları başlamıştır. Mevcut tarım ekonomisinin sanayi ekonomisine dönüştürülmek istenmesi, kalkınmanın ortam ve iklimini oluşturacak önkoşulların hazırlanması, sanayici, tüccar ve çiftçinin desteklenmesi ülkede ulusal bankacılığı geliştirmek için 1924 yılında katılımcı bir yöntemle özel girişimcilik esasına dayalı olarak ‘Türkiye iş Bankası” kurulmuştur (http://www.konrad.org.tr/ Wirtschaft%202007%20tr/06 Erkan.pdf,12.12.2013) 1923’te Cumhuriyetle başlayan liberal politikalar, ekonomide hızlı gelişmeler yaşanmasına rağmen yetersiz kalmıştır. Bu durum, dünya krizinin de yarattığı ortamda, yeni arayışları beraberinde getirmiştir 1923-1950 yılları arasındaki dönemde, demiryollarının millileştirilmesi ve Doğu Anadolu’ya doğru yayılması için büyük uğraş verilmiştir. 1927’de Teşvik-i Sanayi Kanununun çıkarılmasıyla özel sektörün gelişmesine uygun ortam hazırlanmıştır. İktisadi Devlet Teşekkülleri’ne ait fabrikaların Batı Anadolu’dan başlayarak tüm yurda yayılmasına 1933-1939 yılları arasında uygulanan sanayi planları ile özellikle dikkat edilmiştir. Bütün bu çabalara rağmen Batı Anadolu ile Doğu Anadolu arasında gelişmişlik farkı engellenememiştir

(Dinler, 2012: 176-179). Ankara’nın başkent olarak seçilmesi, Marmara Bölgesine ve Batı Anadolu’ya doğru yönelen nüfus akımının önünde bir engel oluşturmuştur. 1935 yılında 122 000 olan Ankara’nın nüfusu 1950’de 288 000’e yükselmiştir. Aynı dönemde, Türkiye’nin toplam nüfusu 1,3 ve toplam kentsel nüfus 1,46 kat artarken, Ankara’nın nüfusu 2,35 kat, İstanbul’unki ise 1,32 kat artmıştır (Dinler, 2012:180). 1929 yılında dünyada yaşanan ekonomik bunalım dünya ekonomisinin yeniden şekillenmesine sebep olmuştur. Keynezyen Kuram bu dönemde Türkiye’yi de etkilemiştir.1930’dan sonra dışa kapalı devlet öncülüğünde bir sanayileşme politikası izlenilerek, iç pazara yönelik sanayileşmeye ağırlık verilmiş, tarımsal üretimde artış yaşanmıştır (Ay, 2007: 17).

1932-1950 arasındaki devletçilik döneminin ana hedefleri; özellikle sanayideki üretim artışı yoluyla hızla kalkınmak, ödemeler bilançosunu iyileştirmek, ekonomik büyüme, tarımsal ve sosyal reformlar vasıtasıyla hayat standartlarını yükseltmek ve ekonomik bağımsızlığı elde etmek olarak ifade edilmiştir.(Altıparmak, 2002: 36). Bu dönemde, Birinci Beş yıllık Sanayi Planı’nın 1934’te yürürlüğe konmuştur. Birinci Beş yıllık sanayi planı ile dokuma, maden, seramik, şişe, cam, porselen, kimya sanayileriyle ilgili fabrikalar kurulmuştur. Bu işletmelerin hepsi ithal ikamesi sağlayan endüstrilerdir. Sınai ve Kredi Bankası, Devlet Sanayi Ofisi, Sümerbank, Etibank kuruldu, iş Bankası’nın sanayileşmede katkıları devreye girmiştir (Yeşilay, 2005: 123-125).Birinci Beş yıllık Sanayi Planı’nın başarı ile uygulanması üzerine 1936’dan sonra İkinci BeşYıllık Sanayi Planı hazırlıklarına başlanılmıştır. 1938-1943 döneminde uygulanması planlanan İBYSP, birinci plandan çok daha geniş kapsamlı hazırlanmıştır. İkinci planda 100’den fazla sanayi tesisinin kurulması öngörülmekte olup; ara ve yatırım malları üretecek tesislerin kurulmasına ve alt yapı yatırımlarının gerçekleştirilmesine öncelik verilmiştir. Bu plan da ihracata önem verilmiştir. Ancak II. Dünya Savaşı’nın başlaması planın uygulamaya geçirilmesini engellemiştir (Altıparmak, 2002: 42).

İkinci liberal dönem olan 1950-1960 yılları arası yeni politikalar gündemdeki yerini almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra 1946 yılında çok partili hayata geçilmesiyle birlikte iktisat politikaları açısından yeni bir dönem başlamıştır. 1946’dan sonra Demokrat Parti iktidara gelmiş. 7 Eylül 1946’da Türkiye’de ilk

devalüasyon yapılmış, 1947’de Türkiye İktisadi Kalkınma Planı uygulamaya koyulmaya çalışılmış ve 1948’den itibaren Marshall yardımları başlamıştır. 1948’de İkinci Türkiye İktisat Kongresi özel kesimin destek ve çabalarıyla gerçekleştirilmiştir (Şener, 2005: 141-142). Kore Savaşı ve arkasından NATO (North Atlantic Treaty Organization- Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) Üyeliği Türkiye’nin dışa açık politika üretmesinin yanı sıra, dışa açık politikada, bir tarım ülkesi olan Türkiye tarımsal ürünler ihracı yanında, tarıma dayalı sanayileşmeye yönelim göstermiştir. Özel girişimciliği öne çıkaran tüketim malları sanayide ağırlık kazanmıştır. Bu durum batı ülkelerinin sanayi ürünlerine yeni bir pazar oluşturmuştur. Türk tarımında traktör ve gübre kullanımı hızla artmaya başlamış, Demiryolu yerine karayolları ve dolayısıyla motorlu araç ithaline yönelik gelişmeler yaşanmıştır (Erkan, 2008: 12- 13). 1950-1953 döneminde çok hızlı bir büyüme gösteren Türkiye ekonomisi 1954 yılında tarımda kötü hasat yılı olması ve daraltıcı politikaların sonucu olarak % 3 küçülmüştür. Ancak büyüme hızı sonraki yıllarda da dalgalı ve yüksek bir seyir izlemeye devam etmiştir. 1955 yılında alınan tedbirlerin de etkisi ile fiyat artışlarında bir yavaşlama yaşanmış olsa da 1955 -1959 yıllarında fiyat artışları % 15’in altına düşürülmemiştir. Fiyat artışlarına rağmen Türk Lirası’nın yabancı paralar karşısında değerinin aynı kalması bir yandan ihracatı zorlaştırırken diğer yandan da ithalatı cazip hale getirmiştir. Bu da dış ticaret açığının büyümesine sebebiyet vermiştir. (Yardımcıoğlu, 2012: 382-383).

1960 ihtilali ile birlikte, planlı kalkınma dönemine geçilmiş, 1963-1983 yılları arasında İktisat politikaları planlama tabanına oturtularak dört adet BYKP uygulanmıştır. İç pazara dönük, korumacı, ve ithal ikameci bir sanayileşme stratejisi uygulanmaya konmuştur. Bu dönem 1930’lu yıllardan da 1950’li yılların ikinci yarısından da yatırımların dağılımı ve öncelikleri sanayileşmenin içeriği, konusunda farklıdır (Boratav, 2003: 118, Aktaran, Ay, 2007: 20). 1970’lerin sonunda derinleşen ekonomik ve toplumsal kriz, 24 Ocak 1980’de uygulanmaya başlayan ve 24 Ocak kararları olarak bilinen geniş kapsamlı bir istikrar ve uyum politikaları ile aşılmaya çalışılmıştır. Bu tarihte alınan kararlar sadece var olan krizin çözümü açısından değil, sanayileşme ve ekonomide devletin rolü açısından da önemli bir dönüm noktası olmuştur. 1948 yılından itibaren tekrar özel sektör eliyle sanayileşme modelini

deneyen Türkiye, ekonomi teoriğinde yer alan “ithal ikame” aracılığıyla, yani gümrük duvarlarıyla korunan, iç pazarda yüksek kâr paylarıyla çalışan ve bunun sonucu olarak sermaye birikimini tamamlamış; üretim modelleri ve teknoloji konusunda uzmanlaşmış; dışrekabete hazır ulusal sanayi oluşturmayı hedeflemiştir. 1980’e kadar süren bu dönemde özel sektöre, Kamu İktisadi Teşebbüsü aracılığıyla, ucuz hammadde ve ara malı desteği sağlanmıştır. (Soral, 2008: 19-20). Türkiye ekonomisinde 1960 ve 1970’li yıllarda uygulanan iktisat politikaları 1980’li yıllarda uygulanan politikalardan farklılıklar arz etmektedir. Bu yıllarda kaynakların tahsisinde devletin aktif rolü ve ithal ikameci bir sanayileşme stratejisi ön plana çıkarken, 1980’li yıllarda uygulanan politikaların ise iki temelde şekillendiği dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki ihracata dayalıbir sanayileşme stratejisinin, ithal ikameci sanayileşme stratejisinin yerini alması, ikicisi ise serbest piyasa ekonomisinin, sorunların çözümü olacağıdüşüncesinden hareketle devletin ekonomideki rolünün azaltılmasıdır (DPT,2000c: 180). Bu dönemde ihracat mevzuatı basitleştirilmiş, bir kısım bürokratik engeller kaldırılmış ve ihracat yapan işletmeler kredilerle desteklenerek ihracat teşvik edilmiştir. IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların sağladığı maddi desteklerden yararlanılmıştır (Soral, 2008: 23).

1990’lı yıllardan itibaren Türkiye ekonomisi ekonomik krizlerle mücadele etmeye başlamıştır. Enflasyon beklentilerinin yüksekliği, enflasyonun atalet kazanması, sürdürülemez bir borç dinamiğinin oluşması, başta kamu harcamaları olmak üzere, mali sistemdeki sağlıksız yapının ve diğer yapısal sorunların kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturulamamış olması krizlerin başlıca nedenleri olmuştur (Karaçor, 2012: 142). Türkiye, 1994’te çok daha derin bir krizle sarsıldıktan sonra, 1998 Asya ve Rusya krizlerinin etkisiyle 1999’da da çok derin bir kriz yaşamıştır. Bu krizde, aynı yıl yaşanan depremlerin etkilerini de göz ardı etmemek gerekmektedir (Erkan, 2008:15-17).Enflasyon %60-106 yükselmiş. Türkiye ekonomisindeki istikrarsız görünüm; 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca artan kamu açıkları, yüksek enflasyon seviyesi ve dalgalı büyüme yapısı ile 2000’li yıllara doğru süreklilik kazanmıştır http://www.konrad.org.tr/Wirtschaft%202007 %20tr/06 Erkan. pdf, 12.12.2013). 1984 ile 2000 yılları arasında özel işyeri sayısı içinde % 1.4’den %

3.5’e, toplam çalışan sayısı içinde % 6.2’den % 11.1’e ve toplam katma değer içinde ise %10.5’den % 23.9’a yükselmiştir (Şensez ve Taymaz, 2003: 7).

Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı 2001 mayıs ayında açıklanmıştır. Bu programla beraber, makro ekonomik istikrarın sağlanması, yapısal reformlar, mali disiplin, özel sektörün rolünün arttırılması, fiyat istikrarının sağlanması amaçlanmıştır (Karaçor, 2012: 158). 2002-2005 yılları arasında pozitif gelişmeler yaşanmış, bu pozitif gelişmelere rağmen Türkiye ekonomisi bilgi çağını yakalayamamıştır. Fakat yapısal değişimi gerçekleştirmede, istikrarı oluşturmada bir trend yakalamıştır. 17 Aralık süreci doğrultusunda AB ile yapılan müzakereler ve son olarak IMF ile yapılan stand by anlaşması bu sürecin destekleyicisi olmuştur (Karaçor, 2012: 159). Bu süreçte ekonomi, yüksek reel faiz - düşük kur fiyatlaması temelinde hassas bir denge üzerinde yapılandırılmıştır. İstikrarsız olan bu tür spekülatif-büyüme, yüksek işsizlik, yüksek borçlanma ve dışa bağımlı sanayileşme özellikleri taşımaktadır. Bu süreç Türkiye ekonomisini 2000 sonrası “cari işlemler açığı” sorunuyla karşı karşıya bırakmıştır. 2006 yılı, finansal piyasalarda Mayıs- Haziran döneminde yaşanan dalgalanmalara rağmen ekonominin büyümeye devam ettiği bir yıl olmuştur. Böylelikle Türkiye ekonomisi, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı sonrasında büyümesini sürdürmüştür. 2001’de % 9,5 küçülen Türkiye ekonomisi, 2002’de %7.9, 2003’de % 5.9, 2004’de %9,9, 2005’te ise % 7,6, 2006 da %6 ve 2007 de % 4.5 oranında büyümüştür.Türkiye, uzun aradan sonra ilk defa 2005’te tek haneli enflasyonla tanışarak bunu sürdürme gayreti içine girmiştir (Erkan, 2008: 19). 21. yüzyıla, IMF’nin yönlendirdiği, Kemal Derviş’in şekillendirdiği para ve maliye politikaları ve AB’nin yönlendirdiği reform politikaları ile giren Türkiye ekonomisi 2002 yılından beri AKP hükümeti tarafından yönetilmektedir.